Risale Haber-Haber Merkezi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili sözleri medyada tartışılmaya devam ediyor. Yazar Sadık Yalsızuçanlar, Star gazetesinin Açık Görüş ekinde Said Nursi etrafındaki yankıları değerlendirdi.
Said Nursi bugünleri görseydi
İlkin ‘Kürt açılımı’ dendi, tepkiler üzerine, ‘demokratik açılım’a dönüldü. AK Parti hükümetinin, Başbakan’ın ifadesiyle, ‘bir devlet politikası’ olarak yürütmeye çalıştığı çabalar, Partinin 3. Büyük Olağan Kongresi’ndeki konuşmasıyla, içerik açısından ‘zenginleşti.’
Başbakan’ın konuşmasında ‘açılım’ın boyutlarını ve doğrultusunu en çok ima eden bölüm şu idi: “Bu ülkenin tarihinden Ahmet Yesevi’yi, Hacı Bektaş Veli’yi, Pir Sultan’ı, Hacı Bayram Veli’yi çıkartmaya kalkarsanız onları görmezden gelirseniz bu ülke öksüz, yetim köksüz ve dayanaksız kalır. Yunus Emre’siz bir Türkiye dilsiz, Mevlana’sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Sabahat Akkiraz’a kulak vermeyen dinlemeyen Türkiye türküsüz kalır. Tatyos Efendi’yi yok sayan Türkiye’nin besteleri yarım kalır. Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke Cem Karaca’nın hasretini çekti. ‘Hoşçakalın İki Gözüm’ diyen Ahmet Kaya’ya vefa göstermeyen Türkiye’nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif’siz bir Türkiye tahayyül edilmezse, Nazım Hikmet’siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz... Ama Ahmed-i Xani’siz, Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır.”
Cümle varlığın ‘bir’liği...
Beklenen oldu, Başbakan’ın konuşmasının en çok ‘tepki’ alan/öne çıkan bölümü burası idi, özellikle de Said Nursi’den söz eden cümlesi. Türkiye, sahici soru(n)larını sormadan/konuşmadan bünyesindeki habis urlardan kurtulamaz. Türkiye’nin demokratikleşmesinin belki de ilk koşulu budur. Özgürleşebilmek için, samimi biçimde hatalarımızı konuşabilmeliyiz. ‘Politika yaparak’ politik sorunları belirlemek ve çözüm önermek, daha doğrusu çözümlerin işlevsel olmasını sağlamak imkânsızdır. ‘Politik olmak’, gündelik sözlüğümüzde, yalan söylemek, kurnazlık yapmak anlamına geliyor artık.
Başbakan’ın, bu ‘vizyon’unda ne ölçüde içtenlikli olduğunu ‘test etmek’ ne ödevimiz ne de haddimiz. Lakin önümüzdeki süreçte, Hükümetin (devletin?), bu doğrultuda neler yapacağına bakmak her vatandaşın hakkı.
Bekle ve gör!
Neden Başbakan’ın konuşmasında en çok ‘tepki’, Said Nursi’yi andığı cümlede belirdi?
Bu, esasen yanıtı içinde olan bir soru. İlk elden şöyle denilebilir: Said Nursi, bu topraklarda en fazla ‘tepki’ görmüş kişiliktir. Peki, neden? Bu sorunun içine biraz bakmak gerekir. Yine ilk elden şu söylenmelidir: Said Nursi, bu topraklarda en fazla gadre uğramış cihanşümul değerlerdendir. Gadre uğramış, zulmedilmiş, baskı görmüş, bastırılmış, anlaşılamamış, anlaşılmak istenmemiş... Nursi’nin öğretisini aslında tek cümlede toparlamak mümkündür: “Cümle varlığın birliği ve kardeşliği...”
Bu ilke, O’nun keşfi de değildir. Başbakan’ın andığı isimler arasında pek çoğu, böylesi bir bilgelik zemininden konuşmuşlardır.
‘Milli birlik ve beraberlik’
Yunus Emre’nin, ünlenmiş dizeleriyle söylersek, “Yetmişiki millete bir nazarla bakmayan / Şer’ile (Şeriata göre) evliya ise de hakikatte asidir.” Bu öğreti, Yalçın Koç’un deyişiyle, ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ anlamına gelir. Bu, cem denilen, birlik, birleme, bir/leşme düzeyinden bir okumadır.
Bir’leşmeden, bir olma, tektipleşme, homojenleşme, hele hele ‘milli birlik ve beraberlik’ anlamı çıkarılmamalıdır. ‘Milli birlik ve beraberliğin’, yani milliyete, etnisiteye dayalı bir birliğin imkânsızlığının en güzel örneği Türkiye’dir. Başbakan’ın birinci iması bunadır.
Bu topraklardaki medeniyet tecrübesinin kökeninde, zemininde bu kozmik ilke vardır. Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça, Ermenice, Süryanice vs. hangi dilden konuşursa konuşsun, bu ilkenin içinden konuşan herkes aynı zemindedir. Ve kendisini son kertede, ‘bu topraklar’a ait hisseder.
İkinci ima şudur: İnsanlığın büyük hikâyesi içinde medeniyetlerin, milletlerin, kavimlerin ve bireylerin hikâyeleri vardır. İnsan teki olarak her ferdin ayrı bir hikâyesi vardır.
Fertlerin, milletlerin ve medeniyetlerin hikâyesi, insanlığın meta hikâyesini oluşturur. Bu topraklarda, Kürtlerin, Türklerin, Arapların, Farsların, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların vs. hikâyelerinin tümü, ‘biz’im meta hikâyemizdedir.
Başbakan’ın konuşmasında geçen isimlerden Ahmed-i Xani ile örneğin Said Nursi’nin özel bir yakınlığı söz konusudur. İkisi de Kürt olmakla birlikte biri Kürtçe diğeri Türkçe, Arapça ve Kürtçe yazmıştır. Bediüzzaman’ın Risaleler’inin çoğu Türkçedir.
Gençlik yıllarında ve sonradan ilk Meclis’in açılışına katılıp tekrar memleketine dönme, dağlara çekilme kararı aldığında bu ünlü Kürt bilgesi Ahmed-i Xani’nin Doğu Beyazıt’taki türbesine giderek halvete çekilmiştir. Kaynaklarda, bu çekilmeyle ilgili olarak, yöre halkı arasında, Bediüzzaman’ın, ‘Ahmed-i Xani Hazretlerinin feyzine mazhar olduğu’na ilişkin bir kanaatinden de söz edilir.
Yetmişiki millete bir nazarla bak
Başbakan’ın verdiği isimler, siyasal eğilimleri, kavgaları, inançları farklı da olsa, aynı büyük hikâyenin birer parçasıdırlar. Yunusvari bir nazarla bakıldığında, özü itibariyle hepsi birdir. Yetmişiki millete bir nazarla bakmayan ise bizatihi ‘hakikat’e isyankârdır.
İşte, konuşmanın en çok tepki alan ismi Said Nursi de, bu topraklardaki bu kozmik öğretinin, bu bilgelik geleneğinin son büyük adlarından biridir. Dersim katliamının yaşandığı günlerde yaptığı şu uyarı son derece dikkat çekicidir:
“Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir, ayetinin işari manasıyla, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakk’ın merhamet nazarında hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.
Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir. İzafi adalet ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder.
Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi izafi adalet yapmaya çalışır. Fakat mutlak adaletin tatbiki kabil ise, izafi adalete gidilmez. Gidilse zulümdür.” (Nursi, Mektubat, 15. Mektup)
Said Nursi’yi en çok tartışmalı, dolayısıyla en çok tepkili kılan bu cihanşümul niteliğinin yanı sıra, en çok ‘mazlum’ oluşudur. Necip Fazıl’ın ifadesiyle, O’na yapılan, otuz küsur yıla yayılmış sistematik bir Çin işkencesidir. Şeyh Said kalkışması sürecinde, 1925 yılından itibaren ölene değin muktedirler peşini bırakmamışlardır. Yaşamı, sürgünde, tutukevlerinde, tecritte veya göz hapsinde geçmiştir. O güzelim Risalelerin çoğunu ‘taş medrese’lerde, kendi ifadesiyle ‘Yusuf medrese’lerinde yazmıştır.
Said Nursi’nin, açılımın Kürt boyutu açısından ayrı bir önemi vardır. İlk dönem eserlerinde Said-i Kürdi adını kullanan Bediüzzaman’ın ana dili Kürtçedir. Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyündendir. Kürt bilgelerden kısa süreli ama yoğun dersler almıştır. Kürtlerin karşı karşıya olduğu ‘cehalet, fakirlik ve ihtilaf’ sorunlarını erken teşhis ederek, Sultan Abdulhamid’e, bugün hala işlevselliğini koruyan bir ‘Darü’l-Fünun’ önerisi götürmüştür.
Abdülhamid’e mektup
Merkezi Van’da, şubeleri, Diyarbakır, Mardin, Siirt vs. gibi illerde olacak, hatta kimi Arap-Fars ülkelerinde de ileride şubeleri açılacak bir akademya... Bu düşü, bugün hala kekeme bir dille konuşan yüksek öğretim yöneticileri tarafından kavranamamıştır. Bu akademyada Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe öğretim yapılacaktır. Fen bilimleriyle dini/sosyal bilimler birlikte okutulacaktır. Abdulhamid’e sadece bunu önermemiş, Yıldız’ı da Darü’l-Fünun yapmasını, ‘baskı’larını azaltmasını, meşruti bir yönetime geçmesini öğütlemiştir:
“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, biatın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da kalplerin sevgilisi eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doldur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn yap...” (Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, 171)
Buna ilişkin Badıllı’nın Mufassal Tarihçe’sinde ayrıntılı bilgi ve belgeler yer almaktadır. Sultan’ın kimi bürokratlarıyla birkaç kez görüşmüş, sonuç alamamıştır. Aksine kendisine yüklü miktarda ‘rüşvet’ önerilmiş, elinin tersiyle itmiş ve soluğu tımarhanede almıştır. Bu çabasını kendisi bizatihi şöyle ifade eder:
“...Türkistan ve Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin, hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî olan İslâmiyet milliyeti ile ‘müminler kardeştir’ esasının tam inkişafına mazhar olsun ve felsefe fenleri ile dini ilimler birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet’in hakikatleriyle tam musalâha etsin ve Anadolu’daki mektep ve medrese ehli birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, Doğu vilayetlerinin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra adında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakikatlerine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşma taraftarı bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler...” (Nursi, Emirdağ Lâhikası/2 , 139., 55. Mektup)
Milliyetçiliğe karşıydı
Said Nursi’nin, özellikle ulus-devlet’in etnik ve seküler boyutlarına ilişkin eleştirileri de, ‘demokrasi’ veya ‘Kürt açılımı’ perspektifi açısından kayda değerdir. Kemalist milliyetçiliğin etno-seküler karakterine yönelik eleştirilerinde Bediüzzaman, olası olumsuz sonuçları erken görebilmiş, bu politikaların yol açacağı toplumsal hastalıklara işaret etmiştir. Kırklı yıllarda yazdığı ‘Milliyetçilik Risalesi’nde ve kendisine karşı yürütülen çürütücü propagandada sürekli vurgulanan “Said Nursi Kürtçüdür, siz Türkler nasıl onun yolundan gidiyor, eserlerini okuyorsunuz?” biçimindeki karalamalara karşı, milliyetçilik/kavmiyetçilik sorununa dair çözümlemeler yapmıştır. Bediüzzaman, yaşadığı dönemde (sonrasında da) söylemini gayr-ı meşru addeden siyasal seçkinlere karşı da son derece adil bir tutum içindedir.
Etnik ve seküler temelli milliyetçiliğin devlet politikası olarak uygulandığı o dönemde yaptığı şu uyarı ilginçtir:
“...milyonlarla ferdi bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi vahşettir...” (Nursi, Mektubat, Yirmidokuzuncu Mektub, Altıncı Kısım, Altıncı Kısmın Zeyli)
Nursi’nin Kürt açılımı
Kürt sorununu bir demokrasi ve insan hakları meselesi olarak görmeyenlerin, dini, sorunun ‘çözüm’ünde bir araç olarak kullanma eğilimlerine karşı da bir uyarıdır bu. Gerçek demokrasilerde, Osmanlı deneyiminde olduğu gibi, etnisitelerin, dillerinin ve dini inançlarının korunması ve özgürce yaşanabilmesi esastır. Din, ‘etnisiteye dayalı bir birliği’ öngörmez, hele hele onun meşrulaştırılmasında kullanılamaz. Bediüzzaman’ın soruna ilişkin risale, mektup ve savunmalarındaki vurguları, esas itibariyle, ‘özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasi’ çerçevesini ima eder. İman-özgürlük özdeşliğini sıkça vurgular. ‘Birinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz’ ilkesinde ısrarcıdır. Toplumun selameti için bireyin hukukunun çiğnenebileceğine ilişkin tutumu şiddetle eleştirir.
Başbakan’ın, yankıları ne olursa olsun, içtenliği ve uygulanabilirliği zamana havale edilmesi gereken bu tarihi konuşması, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal tarihi açısından son derece kritiktir.
Etnik ve seküler milliyetçiliğe dayalı politikaların yol açtığı kronikleşmiş sorunların çözümü anlamında bir eşikten geçtiğimiz söylenebilir. Umulur ki, ‘bu topraklar’ın meta hikâyesinin bütün sesleri ve renkleri kendini özgürce ifade imkânı bulsun.
Said Nursi’nin kestirimiyle bitirmek isterim: “Bizler acele ettik kışta geldik, sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz...”