"Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: 'İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin' dedi. İkisi de: 'İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet sûresi, 11)
Bir park yerindesin. Sağında solunda seninkinden başka araba yok. Bir tatil günü. Ve orası da işyerin. Arabalara ayrılmış bölümler var. 'Bölümler' dediysem duvarlar/kilitler değil, çizgiler. Çizgiler ve (en fazla) numaralar. Yani elinde engelleyici bir güç olmayan sınırlar. Kuvvetsiz yasaklar. Senin bölümün hangisidir biliyorsun. Numaranı hatırlıyorsun. Tamam. Şimdi iradenle başbaşasın. Senin dediğin olacak. Oraya parketmek zorunda değilsin. Arabayı parketmek zorunda bile değilsin. Öylece bırakabilirsin. Allah aşkına bugün tatil! Ama yapamıyorsun. İçinden bir ses 'doğru olanı yapmanı' hatırlatıyor.
Dedim ya: Bir tatil günü. Yoğunluk yok. Belki senden başka parkedecek araba bile yok. Arabanı nizamî parketmen zorunlu değil. Ama hayır. Sen yine de nizamî olanı tercih ediyorsun. Nizama 'isteyerek' tâbi oluyorsun. İçinde bir yer sızlıyor. Dişağrısı gibi. Deli ediyor seni. Bundan dolayı ödüllendirilecek falan değilsin. Aksini yaparsan ceza görecek değilsin. Park yerinde elinde sopayla kimse beklemiyor. İçinde bir yer var, susturamadığın. O seni mecbur ediyor böyle yapmaya. Ve sen onun sıkıntısını gidermekle ödülünü pekala almış oluyorsun. Öyle ya! Doğru olanı yapmaktan daha büyük ödül var mı?
"Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur." Bunu biliyorsun. Doğrunun ücretini onu seçince alıyorsun. Vicdanın mutluluğu ödemenin yapıldığını hissettiriyor.
"Olması gereken şeylerin adını iyilik yapmak koymuşlar." Bu cümle Sagopa'nın bir şarkısında geçiyordu. Hatırlar mısın? Kafana takılmıştı. Ve Piano Piano Bacaksız nasıl da tokatlamıştı vicdanının yüzünü: "Namuslu olmak insanın doğal halidir."
Halbuki ben de onu bir ihsanmış gibi algılıyordum başkalarına. Fazladan birşey. Dünyaya 'o bunu haketmeksizin' kattığım bir güzellik. Tamamen benden. Yukarıdan bağış, biraz da kibirle. Kendimi 'veren el' gibi görüyordum onları yaparken. İbadet ederken bile (hâşâ) Allah'a bağış yapar gibiydim.
"Bugün dört rekat fazladan kıldım. İki sayfa fazla Kur'an okudum. Şu kadar sadaka/zekat verdim. Şöyle şöyle yardımlar ettim. Eh epey fark attım diğerlerine. Herhalde cehenneme gitmem!" Bütün bunlar kafanda yılan gibi dolanırken hissettiğin şey, hiç yalan söyleme şimdi, kibirdi. Kibir ihlasını sinsice çalıyordu. İyi birisi olmak istiyordum, tamam, ama bunu 'ihsan eder gibi' istiyordum. Halbuki gerçekten iyi birisi olsaydım bunun 'iyi birisi olmak' olduğunu bilmeyecektim. Korkum gitmeyecekti. Akıbetimden emin olmayacaktım. Bu bana 'olmazsa olmaz' gibi gelecekti. Kendimde bir 'ilerilik' görmeyecektim onları yapmakla.
"Kim olsa aynı şeyi yapardı!" Ah ne güzel cümleydi o. Fakat ben onu kullanırken bile "Kim olsa aynı şeyi yapmayacak elbette! Böyle şeyleri ancak ben ve benim gibiler yapar!" diye düşünüyordum. Âdettendi onu söylemek. Nakşibendîce ne 'terk-i hesti' ne de 'terk-i terk'i becerebilmiştim. İkisini de hatırlıyor, ikisini de arşivliyor, ikisiyle de gizli gizli övünüyordum. İyilik oradaydı. Yapmıştım işte onu. O zaman ben iyilerdendim. Allah'ın rızasını (hâşâ) esir almıştım onunla. Nazlanmaya hakkım vardı. Benden başkası yapamamıştı çünkü onu. Ben yapmıştım.
Sonra bir İşaratü'l-İ'caz okuması ve rastladığım bir ihlas tarifi rahatsız etti toz konduramadığım egomu: "İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." Yani hiçbir şeyi düşünmememek yapmaktan başka. Ne 'ne olduğunu' ne 'ne olacağını' ve ne de 'nasıl bir kemale erdiğini' onunla. "Bana seni gerek seni..." diyebilmek cenneti düşünmeden. İyiliği sadece iyilik olduğu için, hatta iyilik olduğunu bile bilmeden, namusluluğun doğal/fıtrî halimiz olduğunu düşünerek yapmak onu. İkinci bir niyet karışmadan. Ötekinin de menfaat ihtimalini tartmadan/ikirciklenmeden hak olanı seçmek. 'Şer' ile 'hayır' arasında kaldığında şerre 'olabilirlik' kapısının açık olduğundan bile haberdar olmamak. Böyle olabilir mi bir insan?
Olurmuş meğer. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam, Resulullah aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın...' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala Hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.” (1)
Şimdi anlıyorum, mürşidimin, hakiki kemal hakkında neden şöyle söylediğini: "(...) hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun."
Yani kim/ne diyecek diye bakmadan iyi olmak. "Bana ne getirecek?" veya "Bana ne zararı dokunacak?" demeden iyi olmak. İyiliği hiçbir sebebe bağlamamak. Doğrudan Allah'ın rızasına ilmeklemek. Tavuğu verirken kazı aklına bile getirmemek. Gelse de memnun olmamak. O meziyet varlığının bir özelliği olduğu için öyle olmak. Şıklardan doğruyu seçmek değil, diğer şıkların 'olabilirliğiyle' haberdar dahi olmamak.
Doğru o olduğu için ve doğrudan başkası kaçınılmaz olduğu için öyle olmak. Sanıyorum Aleyhissalatuvesselam efendim de Hz. Aişe anneme bunu söylemek istiyordu. Ve söyledi. Ve ders aldık. Ve ders aldın. Ve arkadaşım, arabayı parkeden adam da bize bunu söyledi, anladın. Sen de işittin. Ben de yazdım. Çünkü yazmak doğrusuydu. Bazı şeyler ancak yazınca akılda kalıyordu.
1-Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)