Asıl adı Bahaeddin Muhammed B. Muhammedü’l-Buhari’dir. Şâh-ı Nakşibend olarak meşhur olan Bahaeddin’e bu ünvanın ne zaman verildiği bilinmemekle beraber, devamlı olarak yapılan gizli zikrin kalblerde vücuda getirdiği “nakş”a izafeten verildiği genel kabul görmüştür.
Muharrem 718’de (1318) Buhara yakınlarındaki Kasrıarifan (Kasrıhindüvan) Köyünde doğdu. Üç günlük bebek iken dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmasi tarafından manevî evlât olarak kabul edildi. Daha sonra Semmasi, onu müridi Emir Külal’a teslim ederek tasavvuf terbiyesiyle yetiştirilmesini istedi.
Bahaeddin, tarikatın âdâb ve usûlünü öğrendiği sıralarda, bir gece rüyasında, kendisinin doğumundan bir asır evvel vefat etmiş olan Abdülhalik-ı Gücdüvani’yi görür ve onun manevî şahsiyetine intisab eder. Evvelâ tasavvufu öğrenip bilâhare ilmi eğitimini tamamlamış olduğundan, “Üveysî” lâkabıyla anılmaya başlanır. Mezarlığı dolaşırken yakın zamanda vefat eden Şeyhi Semmasi ve diğer büyük zatları mânâ âleminde müşahede eder. Bu sırada Gücdüvânî Hazretleri’nin kendisine; “Dinin emir ve yasaklarına uy”, “Ruhsatlara ilgi gösterme”, “Azimetlere sadık kal”, “Peygamberimiz (asm) ve ashabının yolundan git” şeklindeki tavsiye ve ikazları, manevî âleminde büyük bir etki yapar. Bu ikazlardan sonra hayatında ruhsatları değil de azimetleri (fetva yerine takvayı) esas alıp, cehrî zikirden hafî zikre yönelir.
Mutad olarak devam ettirilen ve gizli zikirle sesli zikri bir arada icra eden müridlerin aksine Bahaeddin’in tamamen gizli zikirleri icrâ etmesi dikkat çeker, yanlış yaptığı düşüncesiyle şeyhe şikâyet edilir. Bunun üzerine Seyyid Külal; ona dokunmamalarını, memur olduğu şeyi yaptığını söyleyerek ikaz eder. Bilâhare artık Bahaeddin’e verebileceği bir şeyinin kalmadığını, gitmekte serbest olduğunu söyler.
Bahaeddin, eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döndü. Burada talebe yetiştirmeye başladı. İki kez hacca gitti. 3 Rebiülevvel 791’de (2 Mart 1389) 73 yaşında iken, doğduğu köyde Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Buhara ile Şâh-ı Nakşibend arasında büyük bir bağ oluşmuş, Buharalılar onu “belâyı defeden hace” (Hace-i belâ-gerdan) olarak anıp şehirlerinin manevî koruyucusu olarak saymışlardır. Onun manevî varlığının etkisiyle Buhara, bütün Orta Asya Müslümanları nezdinde ilim ve maneviyat merkezi addedilmeye başlanmıştır.
Baba tarafından nesebi İmam-ı Cafer-i Sadık Hazretlerine dayanan Şah-ı Nakşibend; kerâmetlerin fazla bir değer taşımadığını, bir tarikata bağlanmanın yeterli olmadığını ifade ederek, tekkelerde fazla oturmamasıyla geleneksel sufîlikten farklı hareket etmiştir. Bahaeddin, ilim adamlarına değer verdiği gibi onlar da kendisine hürmet etmişlerdir. O, “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz” (Enbiya Sûresi, 21/7) âyet-i kerimesini, ilim adamlarına danışmayı emrettiği şeklinde tefsir etmiştir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, IV. C., s. 458-459).
Şah-ı Nakşibend ile büyük kuvvet bulan tarikatı, Orta Asya, Horasan ve çevresinin Sünnîleşmesinde çok etkili olmuştur.
Kerametlerin açıklanmasına karşı olup, özellikle bu konuda talebelerini ikaz etmiştir. Bu sebepledir ki, Nakşî tarikatında “kerameti gizlemek, göstermekten daha büyük kerâmettir” düsturu esas alınmıştır. Kendisinde kerâmetin görülmemesinin sebebini soran birine, Şah-ı Nakşibend: “Sırtımızda bunca günah kamburu varken, hâlâ ayakta kalmamızdan daha büyük kerâmet olur mu?” şeklinde karşılık vermiştir. Tarikatın önemli bir özelliğini teşkil eden gizli zikir ile kalbin fethi, benlik ve enaniyet mikrobunun öldürülmesi, kötülüğü emreden nefsin öldürülmesi amaçlanmıştır. (Mesnevî-i Nuriye, s. 89)
Şah-ı Nakşibend ve Bediüzzaman
Risâle-i Nur’da ismi zikredilen evliyâ ve âlimlerden bir tanesi de Şah-ı Nakşibend’dir. Bediüzzaman Hazretleri, “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” hadis-i şerifine mazhar olan büyük âlimleri sayarken, Şah-ı Nakşibend’in (ra) ismini de zikreder. Ayrıca, bu şerefe mazhar olanların, Müslümanların büyük ekseriyetini hak ve hakikat yolunda irşad ettiklerini; namazda teşehhüdün sonunda
Peygamber Efendimiz’in (asm) soyundan gelenlere getirilen salâvatların makbuliyetlerinin meyveleri olduğunu dile getirir.
Bediüzzaman Hazretleri, Nakşibendi Tarikatında iman hakikatlerine bağlanma ve dinin farzlarına uymanın temel esaslar olduğunu belirtir. Bu iki hususta kusurun olması esas yoldan gidilmesine mani olur. Bunlara binaen, bu tarikatta iman hakikatlerine hizmet en başta gelir. Nitekim, İmam-ı Rabbani (ra) bu yolu esas alarak; iman hakikatlerinden bir meselenin inkişaf etmesini binlerle zevke, kerâmete tercih etmiştir. Kendisinden kerâmet bekleyenlere verdiği cevabın devamında; bütün tarikatlerin nihaî hedeflerinin, iman hakikatlerinin inkişaf ederek vuzuha kavuşturulması olduğunu belirtmiştir. Bundan dolayıdır ki, Nakşîliği iman hakikatlerine sağlam bir şekilde ulaşma ve dinin farzlarına bağlanma temellerine oturtmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeleri kullanır: “Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylani (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbani (ra) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidilmez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut tâ kırk seneye kadar bir seyr-ü sülûk ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.
“Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye dair yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfî bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat, s. 26-27)
Bediüzzaman’ın ikazı ve Evrad-ı Kudsiye
Evrad-ı Kudsiye, Şah-ı Nakşibend’in (ra) âlem-i mânâda Peygamber Efendimizden (asm) aldığı bir derstir. Bediüzzaman Hazretleri; “Münafık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar” (Emirdağ Lâhikası, s. 129) demek suretiyle onların kudsiyetini güzel bir şekilde belirtirken, diğer yandan çok önemli başka bir hususa dikkat çeker: Kulluk, Allah’ın emir ve rızasına bakar ve asıl neticesi, faydaları ahirette görüleceğinden sırf dünyevî maksatlarla yapılan ibadet ve duâlar hükümsüz kalır. Ancak, istenilmeden verilenler ise Cenâb-ı Hakk’ın fazlından olup imanın kuvvetlenmesine vesile olur.
“...Meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer” (Lem’alar, s. 136). Diğer taraftan ise, bu virdlerin faydalarını düşünüp sırf Allah rızası için, ahiret için okunmasının ise zararının olmadığını ve makbul olduğunu beyan eder.
Yeni Asya