Bahaaddin Nakşibend, 1318 yılında Buhara’ya bir mil mesafede bulunan Kasrıarifan köyünde doğmuştur. Tarikatın adap ve prensiplerini çok ciddi şekilde ortaya koyup tatbikata geçiren Bahaeddin Nakşibend hafi zikri tarikatın temel esaslarından biri olarak belirlemiştir. Daha önce Şeyh Abdulhalık-ı Gucdevani hazretlerinin belirlediği sekiz prensibe üç prensip daha ekleyerek Nakşibendiliğin on bir altın prensibini tüm halifelerine ve müritlerine öğretmiştir.
Uzunca boylu, buğday benizli, büyükçe sakallı, gökçek yüzlüydü. İki defa Beytullah’ı ziyaret eden Şah-ı Nakşibendi yolculuk esnasında karşılaştığı meşayihten feyiz almış ve bu amaçla Maveraünnehir bölgesinin birçok şehrini dolaşmıştır. Dört büyük kutuptan biri olarak kabul edilmiştir, bunlar Abdülkadir Geylani, Muhammed Bahaeddin Nakşibendi, Seyyid Ahmet er Rifai, Seyyid Ahmet Bedevi. Şahı Nakşibend 1389 yılında 73 yaşındayken vefat etmiş doğduğu yer olan Kasrıarifan’da defnedilmiştir. Bediüzzaman onu İslam ağacının verdiği nurlu meyvelerden sayar. O milyonlar münevver meyvelerdendir. (Sözler, 219) Onları yıldızlara da benzetir. “Şahı Nakşibendi gibi binlerce nurani ziyadar yıldızlar ayrılıp alem-i beşeri tenvir etmişler.” (Mesnevi, 28)
Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin’in Nakşibendi’den haber verdiğini söyler. (STG, 142) Bu ihbarlar herkes için yapılmaz. Bediüzzaman “onların makam sahibi ve büyük olmalarından dolayı onlar haber verilmişlerdir. Onlardan haber vermek Nakşilerin de büyük olduğunu içine alır” der. “Nakşilerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bilistihkak kendilerine almışlar.” (STG, 142) Bediüzzaman, yaptıklarının bütün tarikatların nihai hedefi olduğunu belirtir. Buna İmamı Rabbani’nin bir sözünü delil getirir. “Bütün tarikatlerin müntehası ve en büyük maksatları hakaik-i imaniyenin inkişafıdır. Ve bir mesele-i imaniyenin katiyle vüzuhu bin kerametlerden ve keşfiyatlardan daha iyidir.” (Aynı eser, s 190) Bediüzzaman bu şekilde bütün tarikatler üstünde bir meslek seçtiğini ve onların iddialarının doğrultusunda olduğunu söylemiş olur.
Bediüzzaman mesleğinin tarikatların son hedefi olduğunu belirtir ama tarikatların teferruat kabilinden meselelerinden bahsetmez. Refet Bey’in sorusuna verdiği cevapta mesleğinin farkını belirler: “Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Refet Bey. Mektubunda letaif-i aşereyi soruyorsun. Şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığından tarik-i Nakşi muhakkiklerinin letaif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir. Gücenme tafsilat veremiyorum.” (Barla 190) Burada çok önemli bir cümle var, vazifemiz istihrac-ı esrardır. Yani sırları ortaya çıkarmaktır. Bu sırlar esmanın, asarın, kainatın, insanın, ibadetin sırlarıdır.
Hakikaten Bediüzzaman sırları çözmüştür. Mesela namazı cemaatle kılmanın esrarını anlatırken naabüdünün “nu”nuna girer ve zamanı geleceği ve geçmişe kadar uzatır, bütün mahlukatı içine alır, bütün namaz kılanları içine alır, ona genişlik getirir ve bu sırrı çözdüğü için de mutlu olduğunun söyler. Mesela namazın beş vakte hikmeti tahsisi daha birçok şey sırların ortaya çıkarılmasıdır. Bütün eserler bu sırların açıklanmasıdır ve tarih boyunca Bediüzzaman’ın ortaya çıkardığı sırlar konusunda ulema suskundur. Mesela Haşrin izah edilememesi veya akla yaklaştırılamaması bir kapalı sırdır, Bediüzzaman onu açmıştır.
Bediüzzaman, Nakşibendi tarikatı hakkında övücü cümleler kullanır. “Tarikatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i Kübra olduğu iddia olunan tarik-i Nakşibendi.” (Sözler 456) İddia olunan derken kendi hükmünden ziyade iddia olunduğunu söyler ama nakletmekten de geri durmaz, bu hükme iştirak ettiğini gösterir, ama çok güçlü değil. Nakşibendi tarikatının kanunnamesi durumundaki iddiasını söyler ve terk denilen meslek anlayışını mutedilane yorumlar. “Tarık-ı Nakşibendinin esasını böyle tarif etmişler. Der tarik-i Nakşibendi lazımamed çarı terk, terki dünya, terki ukba, terki hesti, terki terk. Yani Tarik-i Nakşide dört şeyi bırakmak lazım, hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi maksud-ı hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalat-ı insaniye terk-i masiva ile olur.”
“Elcevab, eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak yalnız Cenab-ı Hakkın zatına rabt-ı kalb etmek lazım gelirdi. Fakat insanın akıl, sır, ruh, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsanı kamil odur ki bütün letaifi kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat canibine sevketmek ise, sahabe gibi geniş bir dairede zengin bir surette, kalp bir kumandan gibi letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalp yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.” (Sözler, 456) Bu eleştiri Bediüzzaman’ın meslek anlayışının tafsilatı olduğu gibi, tarikatlardan da farklılığını anlatır. Kırmadan, dökmeden kemali nezaketle bahsi şekillendirir.
Bediüzzaman Nakşibendi tarikatındaki bu dört terke mukabil yeni dört şey getirir. “O hatıra ile beraber birden şu fıkra tulu etti. Der tarik-i acz-i mendi, lazım amed çarı çiz, fark-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-i mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.” (Dördüncü Mektup)
Talebeleri de bu farkı ortaya koyarlar, özellikle Hulusi abi bir mektubunda Üstadına ifşaatta bulunurken, Risale-i Nura gelinceye kadarki manevi hayatını anlatır, manevi kazancını ifade eder. “Taharri-i Hakikatle ömür geçirirken mukadderan bu asi biçareyi de beş sene evvel Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinden Muhammed Küfrevi Hazretlerine doğru açılan tarik-ı Nakşibendiye idhal eylemişti. Sonra muvakkat bir küsuf neticesi olarak yol kaybolmuş, zulmet ve dikenler içinde kalınmış iken nurlu Sözler’inizle zulmetten nura, girdapdan selamete, felaketten saadete çıktım. Hem ferman buyuruyorsunuz ki imanı kurtarmak zamanıdır.” (Barla, 28)
Nakşibendi Hazretlerine ve duasına çok önem verdiğinden Bediüzzaman Cevşen isimli dua mecmuasına onun münacatını dahil etmiştir ve okumaları ile ilgili metinler de nakleder. “Bazı defa Evrad-ı şah-ı Nakşibendi’de şehadet getirdiğim vakit “ala zalike nehyi ve aleyhi nemutu ve aleyhi nebesü gaden” dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum.“ (Mektubat, 35) Bu evradın yüz hasiyeti ve faydası olduğunu söyler, ama bu faydaların bizatihi düşünülerek duanın okunmasının onları kaybettireceğini söyler. (Lemalar, 136)
Bediüzzaman zikir konusunda farlı bir yol izlemiştir ama Nakşi ve Kadiri zikrinin insanda yaptığı değişimi kabul eder ve anlatır. “Nakşibendiler zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-ı hafi sayesinde kalbin fethiyle ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmareninn başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezalik kadiriler de zikr-i cehri sayesinde tabiat tağutlarını tarümar etmişlerdir.“ (Mesnevi, 89)
Bediüzzaman Hristiyanlıktaki nefis terbiyesi ile bizdeki terbiyeyi Hutbe-i Şamiye‘de karşılaştırır. “Biz evliyaya mana-yı harfiyle, ayna güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer makes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz-Nakşibendi rabıtası bu sırrı bina edilmiştir- Bu sırdandır ki bizde süluk tevazudan başlar mahviyetten geçer, fena fillah makamını görür, gayr-i mütenahi makamatta sulüke başlar. Ene ve nefs-i emmare kibriyle gururuyla söner.” (Hutbe-i Şamiye, 145)
Nakşibendi tarikatının onbir rüknünden rabına bahsini de Bediüzzaman gözden geçirmiştir. Onların mesleğindeki yerini belirler. Bediüzzaman tefekküre getirdiği yeniliği ve canlılığı anlatırken Nakşi tarikatındaki tefekkürün de bu yola benzerliğine vurgu yapar. Böylece meşreb ve mesleğinin bir kopma değil daha mükemmel ve şumülle devamını göstermiş olur. “ Eski zamanda büyük zatlar demişler ki mütekelliminden ve ilm-i kelam ülemasından birisi gelecek bütün hakaik-i imaniye ve islamiyeyi delail-ı akliye ve kemal-ı vuzuhla ispat edecek. Ben istiyorum ki ben o olsam, belki o adamım diye, iman ve tevhid bütün kemalat-ı insaniyenin esası, mayası, nuru, hayatı olduğunu ve “tefekkürü saatin hayrün min ibadeti senetin” düsturu tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşi tarikatında hafi zikrin ehemmiyeti ise bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır diye talim ederdi.” (Şualar, 152)
Bediüzzaman Şamlı Hafız Tevfik’e anlattığı bir anekdot da Halidi Bağdadi hazretlerinin başından geçen ve Nakşi tarikatına ait bir bahis konu edinilir. “Ben Üstadımdan işittim ki Hazreti Mevlana (Mevlana Halid) Hindistan’dan tarik-i Nakşiyi getirdiği vakit Bağdat dairesi Şah-ı Geylani’nin badelmemat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazreti Mevlana’nın manen tasarrufu bidayette cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibendi ile İmam-ı Rabbani’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki “Mevlana Halid senin evladındır, kabul et.” Şah-ı Geylani onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Halid parlamış. Bu vakıa ehl-i keşifce vaki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetten bir kısmı müşahade etmiş, bazı da rüyayla görmüşler.” (Barla 118) Bediüzzaman Halidi silsilesini bilir. Şahı Nakşibend, İmam-ı Rabbani, Halid Ziyaeddin, Seyyid Taha, Seyyid Sıbgatullah ve Seyda gibi evliyaları “bir silsilelerin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiş“ kabul eder. (Münazarat, 111)
Bediüzzaman Şahı Nakşibend ile hala kopmayan bir bağ ile irtibatlıdır. Çünkü mesleği onun daha değişik ve gelişmiş, gözlem ve müşahedelerle zenginleşmiş bir terkibidir. Özellikle Cevşen’deki duası da talebelerinin bu zata irtibatlarını gösterir. Biz burada irtibatın bazı yönlerini gösterdik. Bediüzzaman kendi yolunun farklılığını nazikane izah eder, çünkü o zatlara hürmeti vardır. Ama o çok bedii bir meslek kurmuştur. Hem asrın hem tehlikenin, hem muarızların farklılığı bu değişikliği ortaya koymuştur.