Kanat Zhailaubayev
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan Abdullah Yeğin ağabeyin lugatinde şahs-ı manevi kavramı için şöyle bir açıklama geçer: “Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muâmele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs. Bir topluluğun taşıdığı mânevî kuvvet ve mezîyetler.”
Batı felsefe dilinde buna en yakın terim “Egregor” (collective mind, collective entity) kavramı.
Bu makalede elimizdeki en güvenli kaynak olan Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an tefsiri Risale-i Nur Külliyatında geçen metinleri mütalaa ederek, şahs-ı manevi’nin ne olduğunu izah etmeye çalışacağız.
“Vel'ilmü indallah, bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya'yı mağlub eden Japon Başkumandanının sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı Port Artür Kal'asında olarak gösterildiği gibi, şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür..“ ( Şualar – 586)
Azametli şahıslar kendileri bir şahs-ı manevinin temsilcileridir. Mesela: Bir iş yapıldıktan sonra “Bunları kimler yaptı?” sorusuna “Ahmedler” dediğimizde, o işleri yapan sadece Ahmed’in kendisi değil, hatta belki sadece birkaç Ahmed de değil. Bu cevaptan maksat “Ahmed’in arkadaşları” yani bir şekilde “Ahmed’in cemaati”.
“Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cem'iyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatın başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acube cisim ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.“ (Şualar – 582)
Üstad Said Nursi müteşabih hadislerde geçen fevkalâde ve hârika iktidar sahiplerinin de daha çok şahs-ı maneviyeye ait olduğunu tevil ediyor.
“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur...” (Mesnevi-i Nuriye – 102)
Burada cemaat ve şahs-ı manevinin ıstılah farkını çok net izah ediyor. Ve şahs-ı manevinin icraatı ferdî icraattan daha ziyade olabilir manasını çıkartıyor.
“Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur.” (Mektubat – 439)
Bu asırda mücadele ve hizmet şahs-ı manevi olarak olması gerektiğini vurguluyor. Demek tek bir şahıs şahs-ı maneviyeye karşı duramaz.
“Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def'î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.” (Muhakemat – 150)
Devleti bir şahs-ı manevi numunesi olarak kabul etsek, o zaman devlet gibi Ehl-i Beyt ve İslam alemi, Avrupa gibi bir kıta ve Hristiyanlık dahi bir şahs-ı manevi numuneleridir. Bunların hepsi gerektiğinde bazen devlet gibi birbirleriyle hem ittifak hem mücadele edebilirler. Ve elbette bir şahs-ı manevi de doğar, neşv ü nema bulur ve sona erer.
“‘Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?’ diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nur'un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a'mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder.“ (Kastamonu – 96)
Büyük manevi cereyanlara karşı ancak şahs-ı manevinin parçası olarak, bin dil, akıl ve kalb ile mukabele edilir.
“Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.“ (Mektubat – 372)
İnsanlar gibi şahs-ı maneviler dahi yüksek makam sahibi ve daha tesirli olabilirler.
“Risale-i Nur'un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir:
1 - Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan, hakikat-i İslâmiye...
2 - Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek...
3 - Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye...” (Sözler – 756)
Her bir şahs-ı maneviyenin kendi özelikleri mevcud.
“Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu'cize-i Kur'aniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum.” (Şualar – 452)
Demek şahs-ı manevinin içinde birkaç küçük şahs-ı maneviler de oluşabilirler. Belki bunlara büyük şahs-ı manevinin kolları diyebiliriz.
“Senelerden beri müştakı bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları, Mübarekler Heyeti'nin ve o mukaddes fabrikanın makine ve çarklarının nurlu sadâlarını kulaklarımla işitmek ve şu âciz ve kàsır ve cahil vaziyetimle, o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i Kur'aniye'den olan Ashab-ı Güzin (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) Efendilerimizin bugün şahsiyet-i maneviyelerini küçük bir mikyasta temsil eden sıddıklar, mücahidler, fedakâr kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu…” ( Kastamonu – 74)
Burada şahsiyet-i maneviye, bir meslek içindeki meşrebleri ifade ediyor. Manevi beslenme yeri aynı, fakat hizmet etme noktaları farklı olabilir.
“Ben üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlâna Hindistan'dan Tarîk-ı Nakşî'yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî'nin ba'de'l-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna'nın manen tasarrufu -bidayeten- cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî'nin ruhaniyetleri Bağdad'a gelip Şah-ı Geylanî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; ‘Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!’ Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vakıa; ehl-i keşifçe vaki' ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü'ya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.” (Barla – 165)
Burada bir şahs-ı manevi kendi bölgesinde başka bir şahs-ı maneviyi kabul görmeyince, etkisinin az olduğunu anlıyoruz.
“Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.” (Emirdağ-1 – 87)
Şahs-ı manevi oluşunca elbette o şirket-i maneviyenin karı da ortak olur ve herkese bereketli olur. Ama şahs-ı manevinin kendine göre düstür şartı olabilir (burada tefani olmayı şart koşuyor).
“Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi'ş-şeyh" ve "fena fi'r-resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi'l-ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.“ ( Kastamonu – 185)
Bir şahs-ı maneviyenin hesabına çalışınca oradan korunma, tedavi gibi gaybi şeyler de gelir. Kendi mensublarını koruma altına alabilir.
“Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalaleti tervic eden bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: ‘Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma.’” ( Şualar – 198)
Menfi cereyanların da sahs-ı manevisi olabilir. Ve bir şahs-ı maneviyeyi temsil eden sahış başka bir şahs-ı maneviyeyi temsil eden şahısla mana aleminde konuşarak tartışabilirler.
“Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ‘Tevhid-i kıble et!’ demiş; yani ‘Yalnız bir üstadın arkasından git!’ O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki:
‘Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar.” (Mesnevi-i Nuriye – 7)
Her şahs-ı manevinin kendi komutanı mevcut olması lazım ve kendisine ve dahil olduğu diğer mensublara bir yol haritası belirler.
"‘Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek’" diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı manevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed'e (A.S.M.) Risale-i Nur'un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccal'ın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler.” (Barla – 143)
Bu haşiyede üç farklı şahs-ı maneviler görmekteyiz. İnsanlarda farklı nazar ve niyet olduğundan dolayı, ona göre zamanla faklı şahs-ı maneviler oluşabiliyor. Mesela: Birileri Risale-i Nur’u Kur’an malı olduğu için onun şahs-ı maneviyesine girer. Başkaları sadece Üstad Bediüzzamanı sevdiği için onun şahs-ı maneviyesine, yani onu hususi intisabına girer. Teşbihte hata olmasın sanki şeyh ve müridin rabıtası gibi. Ve son olarak talebelerinin şahs-ı manevisi; zamanla belli abilerin etrafında oluşan farklı grupların şahs-ı manevisi oluşabilir.
“Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risale-i Nur'da şahıs yok, şahs-ı manevî var. Ben bir hiçim; Risale-i Nur, Kur'anın malıdır, Kur'andan süzülmüştür.” (Tarihçe-i Hayat – 699)
Bir şahs-ı manevinin programı bir başka şahs-ı maneviyenin çekirdeğine ait olabilir.
“İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı manevîsi, ehl-i dalaletin cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü'minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehlikenin bu vatanı istilasına karşı Kur'anî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve ittifakının medarı olmuştur.” (Tarihçe-i Hayat – 457)
Küçük şahs-ı maneviler daha büyük şahs-ı manevinin parçası olup ona hizmet edebilir.
“Hem Risale-i Nur'un velayet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki tarîkatlara ihtiyaç bırakmaz.” (Hakikat Nurları – 150)
Şahs-ı manevi öncesindeki şahs-i manevi ile rabıta yapmayıp, aynı kaynaktan besleyen daha büyük ana daireye bağlanıp, onunla devam edebilir.
“İşte şu sırdandır ki: Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şakirdleridir.” (Mektubat – 85)
Ve son olarak çok sevdiğimiz tarikat kahramanı İmam Rabbani’nin eserinden güzel bir nükteyi izah etmek isteriz. Şöyle ki: Belli bir şahsi manevi bir zamanda başlayıp birinci tabaka oluşturup sonra zamanla devamında ikinci tabakada başka bir şekilde davam edebilir. Bu tabakanın kendine ait derece ve makamları var:
“Peygamberlik makâmı, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermiştir. Fakat, bu makâmın derecelerine, ümmetinden O’na (asm) çok uyanları kavuşurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Ashâb-ı Kirâm’da çoktur. Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’înden çok az kimseye nasîb olmuştur. Onlardan sonra örtülü kalmıştır. Bunun yerine, zıl ile olan velâyet dereceleri çok görülmüştür. Bununla berâber, Resûlullahın (asm) vefâtından bin sene geçtikten sonra, nübüvvet makâmının derecelerinin yeniden meydâna çıkması umulur. Asla bağlı makâm ve dereceler, yine yayılır. Zıl ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”, asla bağlı olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtın ile yayar. (İmam-ı Rabbani Mektubat, 260. Mektup)