Sahurumuzu yaptık, çok şükür. Fakat telaş devam ediyor. Dişini fırçalayan, su içen, abdest alan… Ramazan’a heyecan katan da bu dinamik herhalde. Dakikalar daha önemli. İnsan ömrünün her anının daha bir farkına varıyor böylece. Tabi bu anları nasıl geçirdiğinin de.
Ben de çoğu kişi gibi Ömer Döngeloğlu hayranlarındanım. Her sahurda izleriz. Biz sahurumuzu tamamladık ama İstanbul’la aramızdaki fark nedeniyle program devam ediyor. Biz de izlemeye devam ediyoruz. Elimde bir şişe su, koltuğa sırtımı dayamış, ayaklarımı uzatmış, oturmuş izliyorum televizyonu. Yaz Ramazanlarındaki sloganım sabit: “İftar-sahur arasında içebildiğin kadar su iç.” Çünkü birazdan suyun sahibi alacak elimizden. Bir saat sonra içemeyeceğim. Tek fark O’nun emri. Bütün bu hareketliliğin sebebi de bu. Birazdan emir verilecek ve bütün mideler hazır ola geçecek.
Bir gün önce Hz. Yahya (a.s)’ı anlatmıştı Ömer Hoca. Bugün sıra Hz. İbrahim(a.s)’de. Ama Hz. Yahya(a.s) aklımdan çıkmıyor bir türlü. Bu mübarek insana ismini Allah vermiş. Yani o güne kadar Yahya diye bir kelime, bir isim yok. Kendi hazinesinden bahşetmiş Allah. Öyle dedesi, amcası, dayısı değil Allah koymuş ismini.
Nasıl bir güzellik, nasıl bir özelliktir bu. İsmini Allah koymuş. Açık söyleyeyim kıskanıyorum içimden. Her ne kadar bilsem de her kulun Allah’ın nazarında biricik olduğunu herhalde narsizmim tırmalıyor içimi. Sonra utanıyorum kendimden.
Bir yandan da aklıma geliyor; bütün bu hikâyeleri ulaşılamaz kaynaklardan anlatmıyor Hocamız. Bizzat Kur’an-ı Kerim’den anlatıyor. Yani bunlar aslında ayetler. Bizzat Allah bize anlatıyor. Ama ben 25 yaşımda, ilk defa Ömer Hoca’dan duyuyorum Hz. Yahya(a.s)’ın isminin Allah tarafından koyulduğunu.
Yok efendim iman–Kur’an davası… Geç bunları Mert geç. Allah’ın sana anlattıklarına kulak asmamışsın yıllar boyu. Kur’an’ı, dinini övmede hiç geri durmazsın. Çünkü onlar nefsinin, enaniyetinin hoşuna gider. “İşte ben inandım mı böyle dine inanırım” diye kendi kendini pohpohlarsın. Birisi laf edecek olsa kuduz it gibi köpürürsün Mert efendi. Mesele senin “inandığın şey”e hakaret değil, “senin” inandığın şeye hakaret! Hâlbuki neye inandığından bile haberin yok! Yine utanıyorum kendimden, bu kez birazcık da kızarak.
“Hz. İbrahim(a.s)’ın babası saraya putları yapan adam” diyerek bölüyor düşüncelerimi Ömer Hoca. “Sakın ha sakın kimseyi oğluyla, babasıyla değerlendirmeyin” diyor bir yandan. Haklı. Putları yapanın oğlu putları yıkan insan. Tabi uzaktan bakıp da peygamber olmuş putperestin oğluna ön yargılı yaklaşmamak kolay. Bugüne gel Mert, bugüne. Bir hayat kadının çocuğuna nasıl davranırsın? Onu annesinin günahlarından ayrı tutup, ön yargısız yaklaşabilir misin? Ona acıyacak kadar zalim misin hiçbir günahı yokken? Annesini sevmemesini bekler misin, açık konuş. Annesi günahkâr olanlar sevmemeli mi annelerini? Her insan annesini sevmeye programlı ve muhtaç yaratılmıyor mu? “El âlem ne der?” diye düşünmeyip sahip çıkabilir misin muhtaç olduğunda? Sen ne kadar Müslümansın Mert?
Garip, bir hayat kadınının çocuğuna nasıl davranacağımın inancıma turnusol olabileceğini hiç düşünmemiştim. Yine kendimden utanıyorum.
Ben kendimden utanmaya devam ederken bu kez benimle birlikte televizyon izleyen ağabey bölüyor düşüncelerimi: “Vantilatörü kapat vantilatörü!” diyor heyecanlı heyecanlı.
Anlamıyorum, saf saf bakıyorum yüzüne. Urfa’da vantilatör’ün kapatılmasını istemek olağan bir davranış değildir çünkü. “Neden abi?” diye soruyorum.
“Soğuk esti sanki pencereden.” Bu kez ben de heyecanlanıyorum, şaşırıyorum da aynı zamanda. Çünkü buralarda nadir olan bir şeydir soğuk esmesi. Eserse bile sıcak havayı vurur üstünüze. Hızlıca kalkıp vantilatörü kapatıyorum. İkimiz de sessizce bekliyoruz. Pencereden dışarıya sarkıyorum. Dışarıda tam bir baharın akşam serinliği var. “Abi vallahi soğuk esiyor” diyorum şaşkın şaşkın. İkimizin de yüzünde gülümseme. “Allah merhamet etti” diyorum. Nereden çıktı şimdi bu laf! Sanki serinlik göndermeden önce merhamet etmiyordu! Bu kadar nimete böyle küfran-ı nimet olur mu? Yine utanıyorum kendimden, yine kızarak.
Tekrar yere oturup eski pozisyonuma geçiyorum. Sırtıma vuruyor serinlik. Serin bir yerde olsam, belki hiç şaşırmazdım böyle esmesine. “Normal” çünkü oralarda. Ne acayip bir adamım ben. Bir şey bir yerde fazla oluyor, sürekli oluyor, tam vaktinde oluyor diye sanki hep olması gerekiyor! Olmasını normal gördüğüm kim bilir kaç nimeti bizzat, bilerek, beni düşünerek gönderen Allah’ıma şükretmeden görmezden geldim? İlla ki elimden alınacak, illa ki mahrum bırakılacağım kıymetini anlayabilmek için. Bırak kıymetini, nimet olduğunu anlayabilmek için.
Hâlbuki dağların tepelerinde de esse şaşırmalıyım, şükretmeliyim. Memnunum bu ufak esinti bana nimetlere şaşırmayı hatırlattığı için. O gönderdi bu esintiyi, aklımda bu kapıları açmak için. Bizi şaşırtan Rabbimize hamdolsun.
Sahur vakti bir yel eser, akıl tefekkürden tefekküre zıplar, kalp serinler. Ya da sahur vakti bir yel eser, “oh ne güzel esti!” dersin, sırtın serinler. Tamamen irademe kalmış hikayemin gelişimi.