Bir önceki yazımızda Osmanlı devletinin dağılma sürecine denk gelen bir dönemde Kürt sorununa çözüm arayan kişinin nasıl bir kişilik olduğunu eserlerinden ve mücadelesinden anlayabildiğimiz kadarıyla bazı tespitleri dile getirmiştik. Bu yazımızda Kürt sorunun tarihi sürecini dile getirdikten sonra bir sonraki yazımızda Üstadın Kürt sorunun çözümüne yönelik reçetesi ve istikbale nazar eden tarihi tespitini yazmaya çalışacağım.
Kürtler ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilk resmi ilişkiler 1514’e dayanır. Kürtler, İran’daki Safevi İmparatorluğu ile Osmanlılar arasında meydana gelen Çaldıran savaşında Osmanlılar’ın yanında yer almışlardır. Böylelikle Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu içinde de özerk yönetim tarzlarını devam ettirme olanağını elde etmişlerdir. Bu özerklik 19.yüzyıla kadar fazla bir sorun çıkarmadan devam eder. Osmanlılar 19. yüzyılın başlarında İmparatorluk yapısını merkezileştirmeye başlayınca Kürtlerin özerk yapılarını da sınırlamaya başlamıştır. Bu sınırlandırma ilk Kürt isyanının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu tarihten Osmanlının yıkılışına kadar birçok Kürt ayaklanması baş göstermiştir. Birinci dünya savaşından sonra imzalanan Sevr anlaşması ile Kürtlerin bağımsızlığını sağlayacak bir maddenin varlığına rağmen 1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasıyla Sevr anlaşması geçerliliğini yitirmiş oluyordu.
Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıların birçok sorununu da devralmıştır. Bu sorunlardan birisi de halen devam etmekte olan Kürt sorunu olmuştur. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geldiğinde, Kürtlere yeni kurulacak olan devlette eşit haklara sahip bir konum sözü vermişti. Ancak Anadolu’daki uygulamaları ve teşkilatlanma şekli, gerçek amacının böyle olmadığını gösteriyordu. Bunun üzerine önde gelen Kürt çevreleri muhalefet hareketini başlatırlar. 1920 deki Dersim’in batı bölgesinde Koçgiri Kürt ayaklanması başlar. Bu hareketin öncüleri bağımsız bir devletten, özerkliğe kadar birbirinden çok farklı taleplerde bulunmaları neticesinde Kürtlerin büyük bir kesimi harekete destek vermekten kaçınmışlardır. Bu hareket Mustafa Kemal’in yeniden şekil verdiği ordu ve paramiliter gruplar tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu hareketin bastırılmasıyla birlikte Kürtler legal zeminde siyaset yapma olanaklarını da kaybetmiş oluyorlardı.
1924 yılında Türkiye topraklarında yaşayan bütün milletler ve etnik grupların yok sayıldığı ve herkesin “Türk” sayıldığı bir anayasa çıkarıldı. Bu anayasa ile etnik kimliklerinin inkar edildiklerine inanan Kürt halkının önemli bir kısmı demokratik yollarla mücadele etmenin olanaksızlığına inanarak silahlı mücadeleyi kaçınılmaz görmüşlerdir. Kürdistan’ın en önemli eğitim kurumları olan medreselerin kapatılması 1925 ayaklanmasının fitilini çekmiştir. 1924 ve 1925 tarihlerdeki ayaklanmalarda kanlı bir şekilde bastırılmış olduğu gibi bu son ayaklanma resmi ideolojinin Kürt sorununa yönelik politikalarını resmileştiren “Şark Islahat Planının” hazırlanmasına sebep olmuştur.
Türk siyasetçileri bu programdan “reform planı” olarak söz ederken, Kürt tarihçileri bu planın asimilasyon, sürgün/zorunlu göç ve kitlesel katliam olarak tanımlamaktadırlar. Farklı görüşler olsa da, kesin olan bir şey var: Bu plan, bugüne kadar, mimarların hedeflediği hiçbir sonuca ulaşılmadı. Ayaklanmalar kanlı bir şekilde bastırılmış olsa da Kürt halkı propagandasını yaptığı hiçbir istemden vazgeçmedi.
Bu dönemde devlet ideolojisi, siyasal düşüncenin de temelini oluşturuyordu. Her şey devlet için yapılmalı düşüncesi artık resmi parola olmuştu. Türk devleti ve Türk ulusu kimliği düşüncesine dayanan resmi ideolojinin uygulanışı, etkisini Kürtler üzerinde göstermiştir.
1930 sonrasının tinsel ortamında, Kemalist tek parti iktidarı tarafından, Kürtler konusundaki yeni yasalar da dahil olmak üzere, tam bir şovenist milliyetçilikle her geçen gün antidemokratik uygulamaların dozajını artırarak sahneye koymuşlardır. Tunceli Yasaları adı altında bir dizi yasal düzenlemelere gidilmiş ve 2510 sayılı yerleşim kanunu ile Kürtleri batı bölgelerine göçe zorlamış ve bu uygulama “Dersim ayaklanması” adı verilen ve kanlı bir şekilde bastırılmış olayın meydana gelmesine zemin hazırlamıştır.
1949’dan sonra Türkiye’nin çok partili sisteme geçişiyle birlikte birçok Kürt de sorunun yeni oluşacak parlamentoda çözebilecekleri inanç ve ümidiyle siyasal partilere aktif bir şekilde katılmışlarsa da bu ümitleri kısa bir süre sonra ümitsizliğe tahvil olmuştur. 1959’da 49 Kürt aydınının yargılanışı ve tutuklanışı, Kürt sorununu yeniden gündeme taşımıştır.
1960 askeri darbesinden sonra Kürtlerin entelektüel lider kadrolarının çoğunluğu o dönemde cazibe merkezi olan Türkiye İşçi Partisi’nde aktif görevler almaya başlamış. 15 milletvekili ile parlamentoda temsil hakkına kavuşmuş bulunan bu parti 1971 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Gerekçe ise; bu partinin, Kürtleri ayrı bir halk olarak görmüş olmasıydı. Türk solu olarak adlandırılan diğer sol teşkilatlar ise, Kürt sorununu salt ekonomik kalkınmışlık boyutu ile ele almışlardır. Onlara göre, Türkiye’de sosyalist bir iktidarın kurulmasıyla, Kürt sorunu kendiliğinden çözülebilecekti. Bu düşünce kendi sorunların çözümüyle ilgilenen Kürtleri tatmin edebilmekten çok uzaktı. Bundan dolayı Kürtler legal ve illegal zeminlerde teşkilatlanmaya başlamışlardır.
Kürtlerin kültürel hakların tanınması gibi konuların devlet mekanizmasına yakın çevrelerce savunulmaya başlaması Atatürk’ün özel sekreterliğini yapmış olan Ahmet Hamdi Başar’ın 1962’de çıkarmış olduğu “Barış Dünyası” isimli dergiyle başlamıştır. Fakat bu girişim kısa bir süre sonra susturulmuştur.
12 Mart 1971 askeri darbesi Türk solunu ve Kürt teşkilatlarını bastırmayı hedef almıştır. Yüzlerce Kürt tutuklanmış ve çoğu mahkum edilmiştir. Bu askeri darbe sonucunda birçok illegal Kürt teşkilatlanmaları oluşmuştur. Darbeciler 1980 yılında ülkenin müstakbel siyasal yaşamına köklü bir yön vermek için yönetime el koymuşlardır. Neticede siyasal özgürlükleri önemli ölçüde kısıtlayan yeni bir anayasa hazırlatmışlardır.
Askeri rejimler bütün demokratik kurumlara acımazsızca saldırmışlardır. Bu rejim dönemlerinde sadece Kürtlerden onbirlercesi tutuklanmış ve vahşice işkence edilmiştir.
1984’te PKK’nın silahlı mücadeleyi ilan etmesiyle Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinden, siyasal sisteminden ve en önemlisi halkından çok önemli kayıplar vermiştir. Devlette etkili olan bir kısım Kemalist elit “Şark Islahat Planı”nın başarıya uğramasından sonra, Kürt sorununu militarist yöntemlerle çözmek için iyi bir fırsat olarak görmüşlerdir.
Kürt sorununu çözmeyi programına koyan birçok parti Anayasa mahkemesi tarafından kapatılarak Kürtlerin legal zeminde kalmalarına izin verilmemiştir.