Bediüzzaman: Çöken bir medeniyet ve iman mücadelesi
Müfid Yüksel-Yeni Şafak (4.4.2012)
Bediüzzaman Said Nursi, 7 Teşrîn-i Sânî 1338/7 Kasım 1922'de Ankara'ya gider. 9 Kasım’da da Millet Meclisi’ne gider. O gün Muş, Bitlis, Siirt ve Ergani mebuslarının Meclis riyasetine verdikleri teklifle "Hoşâmedî" ile karşılanır. Bu olay Meclis zabıtlarında yer aldığı gibi, dönemin Şebînkarahisar mebusu Ali Surûrî Bey’in günlüklerinde de yer alır. Ancak Meclis’te mebusların çoğunun namaza riayet etmediğini gören Bediüzzaman, 23 Teşrin-i Sânî 1338/23 Kasım 1922’de bu yöndeki hassasiyeti hatırlatan on maddelik bir beyannameyi Mustafa Kemal’e gönderilmek ve mebuslara dağıtılmak üzere hazırlar. 25 Kasım’da Meclis’teki odasında Mustafa Kemal’le görüşür. İki saat kadar süren görüşmede aralarında tartışmalar olur. (Bkz. Ali Sururi Bey’in Günlükleri, Ankara Milli Kütüphane, Yer No: 06 Mil. 9487)
Kosturma’daki esaret hayatında geçmiş hayatını muhasebeye tâbi tutan Bedüzzaman, istihale-i ruhiye ile uzlete çekilmeyi arzu eder. Ankara’da gördüğü tablo, hem bakış açısı hem de idealleri açısından hiç de iç açıcı ve ümit verici değildir. Meşrutiyyet dönemindeki fırtınalı hayatı içerisinde, idealleri ve projeleri ile ön planda olan Üstad; Birinci Dünya Harbi’ni, İslam medeniyetinin son temsilcisi olan bir imparatorluğun tümüyle dağılmasını müşahede eder. İstanbul’da İngiliz işgaline şiddetle karşı çıkarak "Hutuvât-ı Sitte"yi neşreden Bediüzzaman’ı Ankara’daki tablo hayal kırıklığına uğratır. Nitekim Ankara’da iken, özellikle Ankara Kalesi’nde tefekküre dalan Üstad, bu yıkılışı zerrelerine kadar hisseder.
Daha önce içtimâi reçeteler mahiyetinde olan, ‘Münazarât’ başta olmak üzere, bir kısım önemli eserlerinde gerçekleştirmek istediği projeler bir yana, bu medeniyetin en temel yapı taşlarının bile çözülmüş olduğunu, imanı tehdit eden ontolojik temel sorunu fark eder:
"Bin üçyüz otuz sekizde bundan oniki sene evvel Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imânın kuvvetli efkârı içinde gâyet müdhiş bir zındıka fikri(nin), içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsane çalıştığını gördüm. Eyvâh! dedim. Bu ejderha imânın erkânına ilişecek." (23. Lem’a, Tabiat Risalesi)
Batı dünyasında coğrafi keşifler, uzak denizlere açılma, Amerika’nın keşfi, kartezyen felsefe ve dualizmin ortaya çıkışı, Madde-Ruh ayırımı, aritmetik kesinliğe dayalı fiziki bilimlerin ön plana çıkışı, dahası René Descartes ile billurlaşan aydınlanmacı felsefe ve düşünce akımları ve bunların gelişimi, teknolojinin gelişimi ve sanayi devrimi, Batı Avrupa merkezli sömürgeciliğin yaygınlaşması, Newtonian fizik; kısacası tüm bunların İslam dünyasına ve Batı Avrupa ile karşılaşan, İslam dünyasının uzantısı ve temsilcisi olan Osmanlı coğrafyasına, güç ve toprak kaybı, savaş yenilgileri şeklinde yansıması, tüm sistem ve medeniyette Materyalizm ve pozitivizmin etkisi ile gelişen Batılılaşma, modernleşme serüveni ile ciddi bir çöküşe yol açmıştır.
Tüm temel dini kurumları kökünden sarsan bu etkinin nihayet, ferdi cihetten en son kale olan iman kalesini de, o müstahkemi de tehdit ettiğini açıkça görür. İnkarcılığa ve Tanrı-tanımazlığa dayanan pozitivist ve kaba materyalist felsefe ve düşünce akımlarının artık her yeri kaplar mahiyete geldiğini fark eder. Özellikle, 19. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren batılılaşan- sekülerleşen maârif sistemi, bu yöndeki tercüme hareketleri, Louis Büchner’in "Madde ve Kuvvet", Dozy’nin ‘İslâm Tarihi’ gibi eserlerinin tercümeleri ile zirveye çıkan bu etkinin bir kadro hareketi olarak galip geldiğini gözlemler: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri, hem inkişâf etti, hem kuvvet buldu.” (Yirmiüçüncü Lem’a, Tabiat Risalesi)
Gerçekten de Cumhuriyet’in kurucu kadroları, katı seküler, radikal pozitivist ve din karşıtı devrimci bir anlayışla hareket edip, jakoben bir tutumla toplumu bu çerçevede yeniden yapılandırmaya yöneldi. 20’li, 30’lu yıllarda devletin yayınladığı kitaplara bakıldığında bu tutumun yansımaları bariz görülecektir. Daha 1920’li yıllarda "Ahiret Var mıdır?’ başlıklı kitapçıklar yayınlayan devlet, 1929’da inanç karşıtı, materyalist felsefeyi esas alan Voltaire’in "Le Bon Sens-Akl-ı Selim" kitabını, ya da Ernest Haeckel’in "Kâinatın Muammaları" kitabını yayınlamaktaydı. Yanısıra, aynı dönemde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile tüm dini eğitim ve dini yayın, Kur’an-ı Kerim öğretimi başta olmak üzere ağır yasaklara maruz kalır.
Tam da bu noktada Bediüzzaman, Ankara’da Batılılaşma serüveninin zirveye çıkarak, -kendi tabiriyle- ‘zındıka ve dinsizlik fikrinin imanın erkanına ilişeceğini’ fark eder. Son kalenin de düşeceğini gören Üstad, Medresetüz’-Zehrâ projesi başta olmak üzere diğer tüm projelerin zorunlu olarak ertelenmesi gerektiğine kanaat getirir. Bu yüzden, Ankara’dan gelen teklifle, "Şeyh Sünus’î’nin yerine, Kürdistan mıntıkası ve Şark vilâyetlerinde ‘gezici vâizlik’ yapmayı kabul etmez. Van’da Medresetu’z-Zehrâ kurma projesinin Meclis’te tekrar gündeme gelmesi, hatta imzalanan kanun teklifine rağmen Bediüzzaman, 1923’te trenle Ankara’yı terk eder ve Van’a gelir. Böylelikle Kosturma’da esaretteyken, yaşadığı istihale-i ruhaniye ve nefis muhasebesi saikiyle, manevi olgunluk ve Ma’rifetullah’a yönelmesi neticesinde, kendisine söz verdiği gibi, Van’da Erek dağındaki mağarada uzlet ve ibadete çekilir. Ancak, 1925’teki Şeyh Said hadisesinden sonra, Erek dağından jandarma marifetiyle alınarak önce bir süre Van ve Erciş’te tutulur. Bu Üstad’ın, yeni rejimin acımasız baskı ve zulümlerine maruz kalacağı, hayatının sonuna kadar sürecek 35 yıllık çileli sürgün ve hapis hayatının başlangıcını teşkil eder.
Artık bundan sonra, sadece son kale olan imanın muhafazası/inşâsı yönünde bir mücadele içinde olma icabı ile, bunun şahikası olan Risale-i Nurların te’lifine girişir. Batılılaşma serüveninde Hak ve hakikatin temeli olan, Allah’ı ve insanın ontolojik/kaçınılmaz kaderi olan ahireti unutturucu felsefe ve buna dayalı hayat tarzının dayatmalarına karşı kalbe hitap eden iman kalesinin, bu müstahkemin yeniden inşasını hedefler.
"Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki: Kürre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umûmîden elli gündür- Şimdi yedi senedir geçti. Aynı hal- hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun? Halbuki, bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var? dediler.
Cevâben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur... Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyyet-i âmme da’vasından daha ehemmiyetli bir da’va, herkesin ve bilhassa müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir da’va açılmış ki, her adam eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa; aklı da var ise, o tek da’vayı kazanmak için bila tereddüt sarf edecek. İşte, o da’va ise, yüzbin meşâhir-i insaniyyenin ve haddsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinâden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki; herkesin İman mukâbilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimi bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek da’vası başına açılmış. Eğer İman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda maddiyunluk tâunuyla çoklar o da’vasını kaybediyor. Hatta, bir ehl-i keşif ve tahkik bir yerde kırk vefattan yalnız birkaç tanesinin kazandığını sekeratta müşahede etmiş. Ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği da’vanın yerini bütün dünya saltanatı o adama verilse, doldurabilir mi?" (Bediüzzaman, Meyve Risâlesi, Mustafa Acet Hattıyla, Shf.24-26)
Bediüzzaman’ın bu sözlerinde ifadesini bulan, sağlam bir zemin inşasıyla ontolojik çıkmazdan çıkaracak irfana, Üstad’ın bu yöndeki kurucu kişiliğine o kadar ihtiyacımız var ki!...