Hürriyetin ilanı ile birlikte İstanbul'un her tarafında bir kargaşa ve infial dönemi başlamıştı. Bu sosyal çalkantıları durdurmak ve insanları yatıştırmak gerekiyordu. Bunun tek bir yolu vardı; insanları ikaz etmek ve hürriyetin nimetlerini inandırıcı bir üslupla anlatmak…
Meşrutiyet'in başına meşruiyeti de ilave ederek, "Meşrutiyet-i meşrua" ifadesi ile hürriyeti anlatmaya çalışan Bediüzzaman Said Nursi, Meşrutiyet'in üçüncü gününden itibaren bir taraftan gazete ve dergilere yazı yazarken, diğer yandan da etkili hitabeti ile miting meydanlarında ve konferans salonlarında binlerce insana hitap ederek ortamın bir an önce yumuşamasına yardımcı oldu.
Bugünlerde, özellikle Selanik patlamaya hazır bir bombayı andırıyordu. Bediüzzaman 11 Temmuz'da Sultan Ahmet meydanında yaptığı "Hürriyete Hitap" nutkunun aynısını, Selanik meydanında da vererek, tırmanan tehlikenin önünü kesti. Özellikle Şehzadebaşı'ndaki Ferah Tiyatrosu'nda çıkan kavgayı, etkileyici hitabetiyle son anda önlemiş oldu.
Bazı siyasi çevreler Avusturya’nın Bosna-Hersek’in işgalini kullanarak Avusturya mallarının boykot edilmesi çağrısı ile hamalları ayaklandırmaya çalıştı.
TARİH 10 EKİM 1908
Hamallar, İttihatçılara ve dolayısı ile Meşrutiyet'e karşı tavırlarını boykot yaparak ortaya koydu. İstanbul'da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin bu siyasi ve anarşik olayların içine çekilmesi tehlikesini sezen Said Nursi, 10 Ekim 1908’de Kürt hamalların yoğun olduğu yerlere, özellikle kahvehanelere gidip konuşmalar yaptı ve Meşrutiyeti anlattı. Onları ikna edip ayaklanmayı sona erdirdi.
"İlla boykot yapacaksanız, (O sırada) Bosna Hersek'i ilhak eden, Avusturya mallarına karşı yapın" diyerek, öfkelerini başka tarafa çekmeyi başardı ve çıkması muhtemel büyük bir boykot ve anarşiyi önlemiş oldu.
BİZİM DÜŞMANIMIZ CEHALET, ZARURET, İHTİLÂFTIR
Said Nursi, boykot sırasında yaşadıklarının bir kısmını Divân-ı Harb-i Örfî adlı risalede şöyle anlatmaktadır:
"İstanbul'da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile vilâyât-ı şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hamalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlayacakları suretle meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
"İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz.
İşte o hamalların, Avusturya'ya karşı, benim gibi bütün Avrupa'ya karşı boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa'ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden, demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm.