Risale Haber-Haber Merkezi
BEDİÜZZAMAN’IN SON 60 GÜNÜ
Mustafa Ramazanoğlu anlatıyor:
"K. Maraş'a gelirken yolda kafama takılan iki mesele vardı. Birisi, Üstad vefatından önce bir mektup yazmıştı. Bu mektupta, 'Benim mezarımı 4-5 kardeşim bilecek, başkalarına söylemesinler; nasıl ki bir hakikat beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor, aynı hakikat vefatımdan sonra da beni teveccüh-ü nastan uzak tutuyor. Heykellerine perestiş edilenlerin durumuna düşmek istemiyorum' demektedir. Üstadın cenazesine iştirak eden iki yüz bini aşkın kişi vardı. Bunlar Üstadın mezarını görüyor ve biliyordu. Üstad neden 'Mezarımı 4-5 kardeşim bilecek' demişti? Bu mesele kafamı bir hayli karıştırdı.
"Kafamdaki bu sorunun cevabını 27 Mayıs 1960 ihtilâlcileri verdi. 1960 İhtilâlini yapan kişiler, Üstadı mezarından çıkartarak ıssız, sessiz; kimsenin bilmeyeceği, görmeyeceği bir mahalle defnettiler. Üstadın kerametvari mektubundaki isteğini, bu adamlar bilmeyerek yerine getirdi.
"Evet şimdi Üstad kimsenin, evet, kimsenin bilmediği yerde, istediği ve arzu ettiği gibi, teveccüh-ü nastan uzak, perestişten âzade bir şekilde ebedî istirahatgâhında istirahat etmektedir. Onu ziyaret etmek isteyenler, hatm-i şerif, Yâsin-i Şerif ve Fatiha-i Şerif hediyeleri ile manen ziyaret etmektedirler. Onun ruh-u mübarekine senede binlerce hatim indirilmektedir. Onun eserlerini okuyarak Allah'ın hidayetine erenlerin, İslâmî yaşayışlarından hâsıl olan bütün sevaplarının bir misli 'Essebebü kelfail' sırrınca defter-i hasenatına geçmektedir. Böyle bir nimete mazhar olmak her insana nasip olmaz.
"Kafama takılan ikinci mesele ise şu idi. Üstadın eserinde bir 'Eddaî' şiiri vardır. Bu şiirde:
"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.
Mezar taşımla pür emvat enindar o mezarımla
Revânım saha-i ukba-yı ferdâmâ...
Yâkînim var ki, istikbal semavat ü zemin-i Asya
Bahem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâma
Zira yemin-i yümn-ü imandır
Verir emn ü eman ile enama' diyordu.
"Said'den yetmiş dokuz emvat ba-âsam âlâma'nın açıklamasında, Hicrî 1379 yılına kadar yaşayacağını söylemektedir. Söylediği gibi çıkmış. Hicri 1379 yılında vefat etmiştir. Halbuki insanların vefat edeceği günü bilmemesi lâzımdır. Bu gaybî bir meseledir. Kafama takılan bu meseleyi aydınlığa çıkarmak için, K. Maraş'a gelir gelmez yine Müftü Hafız Ali Efendiye gittim.
"Muhterem Hocam, Üstad şu elimdeki kitapta vefat edeceği yılı haber veriyor, aynen haber verdiği gibi de çıkıyor. Nasıl olur, bu gaybî bir mesele değil mi?
"Hoca Efendi bu soruma gülümseyerek şu cevabı verdi:
"Mustafa, istisnalar kaideyi bozmaz. Böyle bir velinin vefat edeceği yılı bilmesini çok mu gördün?'
"O gün ikindi namazını kılmak için Ulu Camiye gitmiştim. Müftü Efendi her zaman olduğu gibi, bu Ramazan-ı Şerifte de ikindi namazından sonra vaaz ediyordu. İkindi namazını kıldıktan sonra yine vaaz kürsüsüne çıktı, cemaata hitaben, 'Ey Müslümanlar, dünyaya ilim ve faziletiyle şöhret salan Cenab-ı Said de gitti' dedi. Müftü Efendi bu hitabı ile hem Üstadın ebedî hayata intikalini bildiriyor, hem de Üstadın ilmî değerini ilân ediyordu.
"Müftü Efendinin gözleri görmez olmuş, kitap okuyamaz hale gelmişti. Ben her gün fetvahaneye giderek Risale-i Nur'lardan ders okuyordum. Büyük bir heyecan ve zevkle, 'Evet, evet' diyerek tasvibini izhar ede ede dinliyordu.
"Bir gün Hasan Gürpınar ve Hasan Birbilen'le Hoca Efendiyi ziyarete gittik. Bizden başka da birçok ziyaretçi vardı. Biz varınca o ziyaretçiler de dinî bir sohbet olur düşüncesi ile kalkmadılar. Ben Hoca Efendiye, 'Hoca Efendi, bir ders okuyalım mı?' diye sordum. Hoca Efendi çok tedbirli bir zattı. Ziyaretçiler içinde münafıklar da olabilir düşüncesi ile sükût geçti. Ben Hasan Birbilen'e, 'Oku' diye işaret ettim. Öğretmen Hasan Birbilen dersi okudu, ders bittikten sonra Hoca Efendi, 'Burada kim olduğunu bilmiyorum, kim olursa olsun' diyerek elini soldan sağa doğru salladı ve 'Bu eserlere itiraz eden, İslâm dairesinin dışına çıkar' dedi. Böylesine bir ilim sahibi bu eserlere meftun olursa bizim gibi iman ve Kur'ân hakikatlarına susamış kimselere durmadan bu eserleri okumak düşmez mi? (1)
Kâmil Acar anlatıyor:
"Hüsnü bir tahta bavulu açarak, içinde bir gümüş mühür, bir de Üstadın imzası olan katlanmış bir kâğıt parçası göründü. Üstad, 'Ka' dedi 'Yani onu ver. 'Ka' Kürtçe bir kelimedir). Üstad kâğıdı açtı, bana göstererek: 'Bu benim vasiyetnâmemdir. Bu da mührümdür. İki senedir bunu arıyordum, bulamıyordum. Bugün bulunduğuna göre, vasiyetnâmemin Kâmil'e okunmasının lüzumu vardır.'
"Hüsnü Ağabeye, ‘Gözlüğü ver. Kâmil'e okuyayım' dedi. Ve okudu:
"Said'in bir vasiyetnâmesidir. Emirdağ'da vefat edersem, yukarı mezarlığa defnediniz. Isparta'da vefat edersem, orta mezarlığa defnediniz. Üç veya dört talebemden mâada yerini kimse bilmesin... Hayatım, ziyareti kabul etmediği gibi, memâtım hiç kabul etmeyecek.
“Risale-i Nur şimdiki gibi, kıyamete kadar devam edecek. Risale-i Nur'a tam hizmet edenlerin tediyeleri, Risale-i Nur'un paralarından, zekât paralarından temin edilecek.' Risale-i Nur'un 11 talebesinin isimlerini okuyarak söyledi. Talebelerden 5-6 tanesinin isimleri aklımda kalmış. Üstad bana; 'Sana tediye vereceğim, fakat ihtiyacın yok' dedi. Ben de, 'Kurban, keşke ben o kadar Risale-i Nur'un hizmetinde bulunaydım. Tediyeye muhtaç olaydım. Başka bir şey istemiyorum' dedim. Bana, 'Sen, Şarkta Hüsnü gibisin' dedi. Ben, 'Hüsnü'nün ayağının türabı olamam' dedim.
"İnebolu'da beraat eden kitapların, beraat kararıyla raporlarını bana verdi. 'Kendi kitaplarını bununla alırsın' dedi. Ve, 'Benim namıma 300 kitap İnebolu'da tahsis etmişler. 150'sini sana göndermek için mektup yazmışım. Lahika mektubunu aldım. Kitaplar gelmedi. Araştır' dedi. Elini öptükten sonra Üstadın yanından ayrıldım. Biraz da Zübeyir Ağabeyin odasında oturduk. Bize Konya adresini verdi, ayrıldık. (2)
Kaynaklar:
1-Son Şahitler 3.Cild s. 183
2-Son Şahitler 3.Cild s. 245