Said Nursi ile hayvanat bahçesini gezdik

Yazar Ömer Özcan, vefatının birinci yılında Mustafa Oruç ile yaptığı röportajı Risale Haber okuyucuları için paylaştı

Risale Haber-Haber Merkezi

Ağabeyler Anlatıyor kitaplarının yazarı Ömer Özcan, vefatının birinci yılında Bediüzzaman'ın talebelerinden Mustafa Oruç ile yaptığı röportajı Risale Haber okuyucuları için paylaştı:

Risale-i Nur’da Mustafa Oruç; resmî kimlikte Mustafa Hilmi Ramazanoğlu şeklinde adı geçen ağabeyimiz, 1926 Safranbolu doğumludur. Daha ortaokul talebesi iken Abdullah Yeğin ağabey tarafından Kastamonu’da Üstad’a götürülmüş... Abdullah Yeğin ağabeyle beraber, Altıncı Mesele’de geçen “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar...” gibi suallerin sahibidirler…

İstanbul tıp Fakültesinde okurken, 1948 Afyon Mahkemesi dolayısıyla 47 günlük çok zahmetli, çok çileli bir hapis hayatı vardır. Emirdağ Lâhikasının müteaddit yerlerinde “üniversiteli nurcu” manalarında, “Mustafa Oruç” olarak ismi geçmektedir.

Mustafa Oruç ağabey, Emirdağ Lâhikasında geçen, Hz. Muaviye ve Vehhâbilik mektuplarının yazılmasına sebep olan bir münakaşanın şahidi olmuştur. Orada “Mustafa Oruç’u çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu” şeklinde adı geçmektedir. Aslında bu münakaşanın tarafları Sabri Halıcı ve Salih Yeşil’dir…

Ayrıca zamanın meşhur İstanbul Vaizlerinden Şemseddin Yeşil’e, Üstad’ın gönderdiği “Mu’cizat-ı Ahmediye” kitabını vermiştir. Emirdağ Lâhikasında bununla da alakalı bir mektup vardır.
Asa-yı Mûsa kitabının sonlarında “Üniversite Nur Talebelerinden Mustafa Hilmi” adıyla yazdığı bir de mektubu vardır.
Karabük Demir çelik Fabrikasında yıllarca doktor olarak hizmet veren ağabeyimiz, buradan emekli olmuştur.

Mustafa ağabey bizi, 23 Temmuz 1998 tarihinde Karabük’te bulunan evinde kabul etti... Orada bu hatıraların kaydını kendi müsaadesiyle yaptık. Risale-i Nur’dan istifade ederek yazdığı 1969 baskılı “Kendini Tanı” adıyla yayınlanmış bir de kitabı varmış; son bir adet kalmış. Sohbetimizin sonunda onu imzalayarak hediye etti.

Hatıralarını yazdıktan sonra, ilave sorularımla beraber tashih etmesi için adresine gönderdim. Kendi el yazısıyla uzun bir mektup yazarak cevapladı. Aşağıda okunacak hatıralar, hem ses kaydından, hem de gönderdiği mektuptan istifade edilerek hazırlanmıştır. Bu hatıraların büyük bir bölümü “Ağabeyler Anlatıyor-1” kitabımda neşredilmiştir…

Mustafa Oruç ağabeyimiz tam bir sene önce, 11 Şubat 2009 tarihinde Karabük’te vefat etmiştir. Allah rahmetler etsin… Bizleri de, hizmetlerine ve şefaatlerine layık eylesin… Âmin… …

ÖMER ÖZCAN

***
GÖZLERİ YEŞİLİMSİ MAVİYDİ, TAVUSLARA ÇOK DİKKATLE BAKARDI

Soyadınız Oruç mu Ramazanoğlu mu?

Risale-i Nur’da adı geçen Mustafa Oruç benim. Soyadı kânunu çıkınca Ramazanoğlu diye müracaat etmiştik. Fakat bu lakap eskiyi hatırlattığı bahanesiyle kabul edilmiyor; peder de “Oruç” soyadını almış. 1950 Demokrat Parti iktidarı zamanında serbest bırakılınca, mahkeme kararı ile tekrar eski lâkabımızı, “Ramazanoğlu” nu geri aldık.

Bir Mustafa Ramazanoğlu da Maraş’ta var?

Maraş’taki Mustafa Ramazanoğlu da akrabamızdır.

Üstad Hazretleriyle ilk defa nerede, nasıl görüştünüz?

İlkokulu Safranbolu’da, orta ve liseyi Kastamonu’da bitirdim ben. Üstad Hazretlerini Kastamonu’da, ortaokulun birinci veya ikinci senelerinde ziyaret ederek tanıdım. İlk defa Abdullah Yeğin Ağabey götürdü Üstad’a bizi. O yaşlarda pek fazla bir şey anlamazdık. Biz sorar Mehmed Feyzi Efendi izah ederdi.

Üstad’ı anlatır mısınız?

Üstad yüzüne bakılınca rahatsız olur kızardı. Ama o zaman ben baktım, gözleri yeşilimsi maviydi.
Bir ziyaretimizde, ikindi namazını Üstad’ın arkasında kılarken yanımdaki arkadaşımın gülmesi üzerine ben de güldüm. Namazdan sonra Üstad’ın bizi fırçalayacağını umarken; bana namaz kılıp kılmadığımı sordu. Ben de ortaokulda yatılı olduğumdan kılamadığımızı söyledim. Üstad farz namazlarımızı kılmamızı söyledi. Bunun üzerine, namazlarımı kılmaya başladım.

Yine Kastamonu’da bir ziyaretim sırasında: “Ben bir yerde sekiz sene kalıyorum. Allah-ü âlem ben burada ya öleceğim veya başka bir yere gideceğim” dedi. Denizli hâdisesine (1943) işaret edermiş. Bunun üzerine “madem ayrılacağız bir hatıra isterim” dedim. Üstad bana “Münacat Risalesi” ile “Tercüme-i Hayatı”na aid küçük bir kitabı verdiler.

İstanbul Tıp Fakültesinde okurken geldiğinde Üstad’ı gezdirirdik; Çukurbostanlı’da hayvanat bahçesinde tavus kuşlarını seyreder, yem parası verirdi. Tavuslara çok dikkatle bakardı.
Üstad Hazretleri ile kaç defa görüştüğümü hatırlamıyorum; bunun sayısını ben de bilemiyorum.

MUSTAFA ORUÇ’U ÇOK EHEMMİYETLİ MAKAMINDAN ATMAK ARZUSU…

Emirdağ Lâhikasında “Mustafa Oruç’u çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu…” şeklinde şiddetli bir mektup var.  Siz ne yapmıştınızda bu mektubu yazmıştı Üstad?

Önce mektubun o kısmını kitaptan okuyalım: “Hattâ bir hiss-i kabl-el vuku' ile Mustafa Oruç kardeşimizin Risale-i Nur'un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahasesi aynı zamanda, belki aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbime geldi. Hattâ o Nur'dan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu, kalben müteessir oldum. Bu benim için bir Abdurrahman idi, neden böyle şiddetli hiddet ettim. Sonra bu bayramda yanıma geldi, Cenab-ı Hakk'a şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatasını da anladı ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatasını itiraf etti. İnşâallah o keffaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.”  (Em.L.273)

Ben İstanbul tıp fakültesinde okurken bana bir mektup geldi. Mektupta “Yeşil Salih” ile temasa geç, “Sabri Halıcı” gelecek, onu al ve ”Yeşil Salih”e götür diye yazıyordu. Ben de Sabri Halıcı’yı aldım ve Salih Yeşil’in Fatih’teki evine götürdüm.
Yeşil Sâlih sâdattan (Seyyid), Halıcı Sabri de âlim sınıfındandı. Her ikisinin de Erzurumlu olduğunu öğrendim.
Bizi misafir odasında kabul buyurdular. Bu arada hizmetçisi kahve ikram ettiler. Hizmetçi biraz açık saçık olduğu için Sabri Halıcı tesettürü hatırlatan bir konuşma yaptı. Sâlih Bey de: “Hizmetçi câriye hükmündedir tesettüre lüzum yoktur” diyerek münakaşaya başladılar.
Sonra iş Hz. Muaviye, Vehhâbilik gibi meselelere de intikal edince münakaşa büyüdü. Biz de içinde bulunmuş olduk.
 
Siz oradaki münakaşaya nasıl müdahil oldunuz? Üstadımızın size hiddeti ile vermek istediği mesaj neydi? Bayramda Üstadımızın yanına gittiğinizde size ne dedi, nasıl bir ders verdi?

Benim orada susmam ve dinlemem iktiza ediyordu, ben de onu tercih ettim. Bunu sizin gibi ben de tam anlamış değilim. Bu münakaşayı aynı anda Üstad hissediyor ve o mektubu yayınlıyor. Üstadımız münakaşayı sevmezdi. Benim anladığım; Üstad tokadı bize atarak, üçüncü şahıslara esaslı ders veriyordu. O bakımdan tokada lâyık oldum.

Üstad “hiss-i kabl-el vuku’ ile...” diyor. Bu hususta bildiğiniz nedir?
 
Üstadın altıncı hissi çok inkişaf etmiştir; hatta günlük hâdiselerin gece rüyasında gösterildiğinden bahsederdi. Bu “hissikablelvuku” da böyle olsa gerektir. Üstad tesadüf diye bir şey kabul etmezdi. Her şeyden bir mâna çıkarırlardı. “Tesadüf yok, tevafuk vardır” derlerdi.

ÜSTAD’IN GÖNDERİDİĞİ KİTABI YEŞİL ŞEMSEDDİN’E VERDİM

Bir de Şemseddin Yeşil meselesi var, ona bir kitap vermişsiniz?

Önce yerinden okuyalım:

“Azîz Sıddık Kardeşlerim!
Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeği münasip bulmadığımız müellifler, “Zülfikar’dan” ve sair Risale-i Nur’dan bâzı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nur şâkirdleridir, bu surette Nurları neşr ederler.”
(Em.L.258)

O zamanların meşhur İstanbul vaizlerinden Denizli hapsinde de Üstad’la yatan “Şemseddin Yeşil” vardı. Üstad bana Şemseddin Yeşil’e versin diye bir “Mu’cizat-ı Ahmediye” risalesi göndermiş. Ben de gittim verdim. Bana: “mektuplaşmaya lüzum yok, Denizlide zarar gördük” dedi. Fakat sonra “Abdurrahman Zapsu” ile ihtilâfa düştü bunun tokadını yedi. Ama Şemseddin Yeşil “Mu’cizat-ı Ahmediye”yi değiştirerek kendine mal etmeye başlıyor. Üstad’a şikâyet gidiyor. Üstad da: “Risale-i Nur Kur’anın malıdır. Kur’an arş-ı âzam’a bağlıdır. Risale-i Nur miri malıdır, herkesin malıdır” diyor ve ses çıkarmıyor. Hadise böyle…

SAVCININ KÜRTÇÜLÜK İTHAMLARINA ÜSTAD GÜLDÜ GEÇTİ

1948 Afyon hapsine Üstad’la beraber girdiniz, nasıl başladı bu iş?

Evet, İstanbul’da Tıp Fakültesi talebesi iken 47 gün Afyon hapsinde yattım. Ben orada okurken Üstad Hazretleri ve Talebelerini Afyon Hapishanesinde topladılar (1948). Buna çok üzüldük biz. İstanbul’da Üniversitede okuyan, namazlarını kılan 33 arkadaşımızı toplayarak; “Bunlar yalnız değiller, biz de Müslüman gençler olarak, matbuat lisanîyle onlara yardımcı olmak istiyoruz” diyerek bir kaç gazete idaresine müracaat ettik. Hiç biri kabul etmedi bunu; yalnız “Yeni Sabah Gazetesi” aldı. Hainler bu listeyi Emniyet Müdürlüğüne iletmişler. Bunun üzerine emniyet, Afyon Müdde-i Umumisi’ne bildirmiş. Afyon Savcısı, tevkif edilip, Afyon’a sevkimiz için bir yazı ile emniyet müdürlüğüne bildirmiş. Ben ve az önce adı geçen Konyalı (aslında Erzurumlu) Sabri Halıcı’nın oğlu Metin Halıcı önce İstanbul’da hapishaneye sevk edildik. Orada saçlarımızı keserek parası bizce verilmek üzere iki jandarma nezaretinde Afyon Hapishanesine sevk edildik.
Orada önce sorgu hâkimi tarafından sorgulandık. Hâkim hakaretamiz bir vaziyette, “hani şapkanız nerede, neden kravatınız yok?” gibi saçma sapan sorularda bulundu. Sonra da ellerimize kelepçe taktırıp, hapishaneye sevk ederek pencereden bizi seyretti.
 
Afyon hapishanesi çok sıkıntılı geçmiş?

Afyon Hapishanesi eski Osmanlı zindanlarından birisi... Bir koğuşta seksen-doksan kişi balık istifi kalıyordu... 15 gün lağımların içinde kaldık. Gece gündüz farelerle beraberdik. Bir iki defa Üstad’ın testisini doldurdum.

Savcı bir gün bizi odasına çağırarak: “Siz talebesiniz böyle siyasetle iştigal etmeyiniz, kendi vazifenize devam edin, bu zat bu Kürt’tür, devlet kuracak, sizi maşa olarak kullanıyor” dedi. Biz de: “Bizi, 163. madde ile dini siyasete âlet etmekle ittiham ediyorsunuz; bu zat bir eserinde ‘eûzubillâhimineşşeytâni vessiyâseti’ diyor” dedik, onu susturduk. Bu savcının söylediği ithamları Üstad’a anlattım ben; Üstad da güldü geçti…
Bu tevkif meselesi imtihan zamanına rast geldiği için bir sene kaybımıza sebeb oldu. Orada kırk yedi gün kaldıktan sonra yapılan muhakeme neticesinde beraat ettik.
O kadar zayıflamışım ki hapisten çıkınca bavulumu alıp otele zor gidebildim.
 
KENDİSİ GİBİ FEDAİ SERDENGEÇTİLERİ ÇOK SEVERLERDİ

Başka hatıralarınız var mı?

İstanbul’da bulunduğumuz zaman Bâyezıd Camii avlusunda bulunan Sahaflar Çarşısında “Muzaffer Özak” isminde bir zat, benim Üstadla alâkamı bildiği için Üstadın eski eserlerini bana satardı. “Lemaat, Hakikat Çekirdekleri, Sünühat, Muhâkemat” bunlardandır. Lemaat Risalesini Üstad Hazretlerine gönderdiğim zaman; Üstad çok memnun olmuş ve Sözler Risalesinin zeylinde onu da neşretmişlerdi. Hatta “seni kırk sene hizmet etmiş bir talebe olarak kabul ediyorum” demişlerdi.

Üstad “Gençlik Rehberi” mahkemesi (1952) münasebetiyle İstanbul’da “Akşehir Palas Oteli”nde kalırken, bizi müteaddit defalar “aranıza ajanlar karışmak ihtimali var, çok dikkatli olmalısınız” diyerek ikaz ederdi. Hatta bunu ittiham eder derecesinde tekrar ederlerdi. Sonradan haklı olduğunu anladık.

Gelecek nesillere Üstadımız ve Risale-i Nur’la alâkalı vermek istediğiniz mesajlar var mı?

Üstad Hazretleri hayatında hep Mısırdaki “Câmî-i Ezher” gibi; Van’da bir “Câmi-ül Zehra” Üniversitesini kurabilmek için çalışmışlardı. Hatta bu yüzden, üniversite talebelerine ve öğretmenlere çok ehemmiyet verirlerdi.
Kendisi “Ben kaderin mahkûmuyum” diyerek başına gelenlerden şikâyet etmezlerdi. Tercüme-i Hayatı bunlara şahiddir.
Kendisi gibi fedai serdengeçtileri çok severlerdi.
Bu asrın ve milletin dâhi bir İslâm mütefekkiri ve İslâm’ın dâva vekili ve avukatıdır.

Nur Talebeleri Haberleri