Erkam Tufan Aytav'ın yazısı
Kutlu Doğum Haftası'nda Peygamber Efendimiz'in (sas) merhametinin ele alındığı şu günlerde inancımızdan emin olmalı ve bütün insanlığı kucaklayabilecek şefkati yüreğimizde hissetmeliyiz. Dini, dili, ırkı bir ayrımcılık unsuru olarak kullanmadan, insan olmayı ön plana çıkarabilmeliyiz.
Müslümanların sistemin öteki gördüklerine karşı bakışlarını yeniden gözden geçirme zamanı geldi geçiyor. Başta ırk, cinsiyet, mezhep, din olmak üzere her türlü ayrımcılık ne insanidir ne de İslami. Kutlu Doğum Haftası'nda Âlemlere Rahmet olarak gönderilmiş Peygamber'in ümmetine yakışan da her türlü ayrımcılığa karşı çıkmaktır.
Canınızı sıkmayı göze alıp sert bir soru ile başlayayım; dini, dili, mezhebi, ırkı ne olursa olsun eşit vatandaş olmaya hazır mıyız? Kimsenin hangi anneden doğduğuna, ibadet için hangi mabede gittiğine bakmaksızın eşit vatandaşlığa... Evet, hazır mıyız, adı Mehmet, Agop, Ali Haydar da olsa devlet karşısında eşit haklara sahip olmaya, kimseyi itmemeye, ötekileştirmemeye? İlk olarak 1839'da Tanzimat Fermanı ile adalet ve eşitlik gündeme getirilmiş, bunun üzerinden Osmanlı vatandaşlığı ön plana çıkarılmak istenmişti. Eşit vatandaşlığa hazır olmayan halk tarafından konunun algılanması 'artık gâvura gâvur denmeyecek' şeklinde olmuştu.
Yıl 1911'dir, bu tartışmalar bütün heyecanı ile sürüp gitmektedir. Gayrimüslimlerle eşit vatandaşlık konusunu bir türlü kabul edemeyen bazı Kürt aşiretleri İslami gerekçelerle ayaklanır. Bunun üzerine Bediüzzaman Said Nursi kalkar Şark vilayetlerine gider. Amacı onları ikna etmektir. Eşit vatandaşlığın İslam'a aykırı olmadığını onlara anlatmaya çalışır. Kendisine itiraz kabilinden şöyle bir soru sorarlar: 'Şimdi Ermeniler kaymakam ve vali oluyorlar; nasıl olur?'
Bediüzzaman'ın cevabı çok nettir: Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi. Zîrâ, meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir; hükûmet hizmetkârdır. Meşrûtiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. (Münazarat, s. 79-80) Said Nursi bir gayrimüslimin hâkim, vali vb. devlet memuru olmasında İslam açısından hiçbir sakınca olmadığını uzun uzadıya anlatır, hukukta müsavatı savunur.
Yıl 2011. Yani tam yüz yıl sonra... Anlaşılan o günlerden bugünlere çok bir şey değişmemiş. Hâlâ aynı konuları tartışıyoruz. Tabii bunda Kurtuluş Savaşı'nda yaşanan derin trajedinin de büyük etkisi var. Cumhuriyet işte bu psikoloji üzerine bina edildi. Bazı gayrimüslim vatandaşların düşmanla işbirliği derin izler bıraktı. İsyan eden, bazı gayrimüslimlerdi ama tamamı aynı kategoride görüldü. Bu bakış günümüze kadar yani çocukları ve torunlarına kadar sürüp gitti. Bu psikoloji üzerinden sistem gayrimüslim vatandaşlarına hep iç düşman olarak baktı. Eğitim sistemi ve uzantısı medya bu psikolojiyi pekiştirdi. Maalesef bu bakışı halklara da kabul ettirdi. Vergisini aldığı kendi vatandaşına ikinci sınıf insan muamelesi yaptı. Askeri uçaklar bir dönem Güneydoğu'da Öcalan için 'Ermeni dölü' diye broşür atarken o uçakların Ermeni vatandaşlarının vergisi ile de alındığını hiç hesap etmedi. Sistem sadece Ermeniler, Süryaniler, Rumları iç düşman görmekle yetinmedi, Alevileri ve Sünni dindarları da iç düşman tanımına soktu. Birine kötülemek için 'Ermeni' derken diğerini de 'cemaatçi' dedi damgaladı. Damgalamadığı sadece küçük bir azınlık kalmıştı. Sistemin istediği ölçüde Türk, istediği ölçüde Müslüman ama alabildiğine laik yaşam tarzlı olmak zorundaydınız. Yoksa bazı hak mahrumiyetleri yaşayabilir ya da ülkeyi terk etmek zorunda kalabilirdiniz. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in başörtülü öğrenciler için 'Beğenmiyorlarsa Suudi Arabistan'a, İran'a gitsinler.' sözü aynı zamanda sistemin ötekiye bakışını ifade eder. 'Ya dediğim gibi olacaksınız ya da kapı orada çeker gidersiniz.' demektir bu.
Sistem insanları kimlik ve inançları ile ötekileştirdi. Sistem ötekileştirdiğine nasıl bakıyorsa, bazı dindarlar da onlara aynı şekilde bakıyor. Sistem ,dindarları nasıl ezdi ise diğer ötekileri de aynı şekilde ezdi. Sistem yasalar karşısında herkes eşit dedi ama pratikte hiç de böyle olmadı. Gayrimüslimler, Aleviler, Kürtler devlet ile olan ilişkilerinde aynı dindarlar gibi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Gizlemeyenler de ayrımcılığa uğradılar.
Bir dostumun Fethullah Gülen Hocaefendi ile olan hatırasını sizlerle paylaşmak isterim. Bu dostum yıllar önce akademik çalışmalar yapmak için Vatikan'a gitmeye karar verir. Amacı Hıristiyan teolojisi üzerine çalışmaktır. Gitmeden önce İstanbul'da Fethullah Gülen Hocaefendi'ye uğrar, duasını almak ister. Hocaefendi'nin kendisine yaptığı nasihat müthiştir,: "Unutma! Hıristiyanlar bize Hz. İsa'nın (as) emanetleridir." der. Hocaefendi'nin bu ifadesini dostum bana anlattığında adeta çarpılmıştım. Bu ifadede bütün insanlığı kuşatan bir şefkat vardı, 'aç açabildiğin kadar gönlünü ummanlar gibi olsun, kalmasın dışarıda bir mahzun gönül' vardı. Mevlânâ'nın günümüzde tecessüm etmiş hali vardı. Ama aynı zamanda da kendinden emin olma vardı. Ötekileştirmeyen ama kuşatan, sarıp sarmalayan bir bakış vardı.
Zaman