İçinde:
"Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim,
Ben Hz. Muhammed'in ayağının tozuyum" mısralarının da geçtiği "Ne olursan ol, yine de gel." şiiri, Hz. Mevlânâ'ya atfedilir. Bu şiirden, Mevlana'nın insanlara hitap ederken, seslenirken bir ayrım içine girmediğini anlıyoruz. Mesala tâ lise yıllarında okuduğum, İmam-ı Gazali'nin "Ey Oğlum" kitabında, oğluna seslenişi vardır. Üstadın esaret dönüşü İstanbul'da kaldığı Sarıyer'deki halvetanesinde, kendini muhatap ederek okuduğu Fütuhu'l Gayb kitabını, ancak yarısına kadar okuyabilmiş. Niçin tamamlayamamış olabilir? Çünkü kitapta "ey kafir, ey münafık" gibi şiddetli hitaplar var. Yani Abdulkadir Geylani o kitapta onlara seslenmiş. Haliyle o kitaplara muhatap olmak da zor oluyor.
Risale-i Nurlarda ise Hz. Bediüzzaman, evvela bizzat nefsine; sonra hiç ayrım yapmadan nefis taşıyan herkese sesleniyor. Bir kere hitaplarında kendini kenara çeken ve "Ben zaten bu hitabı hak etmiyorum, siz hak ediyorsunuz." tavrında olan bir hava hiç yok. Kendini seninle eşit hale getirip kendini de ders halkasına dahil ediyor. "Dert benimdir, deva Kur'an'ındır." derken de başta kendini dert içinde, nasihata muhtaç görüyor. Sana değer veriyor, seni olduğun gibi kabul ederken, kendini senin olduğun yerden üstün veya farklı bir yerde tutmuyor. Yani seni ezmiyor, seni "Bak, Said Nursi de bu derse muhtaçtır." noktasına götürüyor. Bu da insanı, okuyucuyu rahatlatıyor. Bunu da bir yapmacıklık havasında değil; kendi nefsine ait kusurlarıyla yüzleşerek, hatalarını itiraf ederek yapıyor.
Mesela "Namaz iyidir, fakat her gün, her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor." diye soran rütbeliye ikazlarını yaparken, önce ve bizzat kendi ile yüzleşerek yapıyor bunu. "O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim ki aynı sözleri söylüyor." cümlesi bunun ispatıdır. Bu, bir yüzleşmedir. Yani muhatabına, "Yukarıdaki soruyu soran sadece sen değilsin; benim nefsim de soruyor." diyor. Sen rahat ol, beraber beş ikazı dinleyelim, diyerek de yanına oturtuyor adeta onu. Devamı daha önemli. "Madem nefsim emmaredir. Nefesini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım." İşte bu, bir fıtrat okumasıdır. Nefsi tanıma ve ona karşı uyanık olma dersidir.
Ayrıca, nefsin hilelerine muhatap ve açık olma açısından, İlahi korumada olan peygamberler hariç, hiç kimsenin birbirinden farklı olmadığının sahadaki önemli bir uygulamasıdır.
Bu ders, Said Nursi'nin seni bir denizin içine çekip fakat kendisinin kenardan seyretmediğinin de delilidir. Seninle beraber o da ıslanıyor. Seninle yerine göre arkadaş, bazen kardeş, nâdiren de üstad oluveriyor. İlmilik peşinde olmayan, sade ve kısmen de avamî üslubuyla seni sarıyor. Etkili oluyor. Devrin idarecilerinin pek karışmadığı bir tefsir geleneğini sürdürmeyi değil de Kur'an'ın insanı kuşatmasını, heyecanlandırmasını, harekete geçirmesini netice veren; Kur'an'ın kâinatla, Hazret-i Peygamber (ASM) ile buluşmasını sağlayan bir anlam açılımını sürdürmeyi amaçlıyor. Yani risalelerdeki hitap klasik bir ilmî yaklaşım, Kur'an'a dışarıdan bakan akademik bir paylaşımdan öte, insan fıtratının vahiyde saklı çizgilerinin seslendirilmesi olduğundan, sağduyulu, vicdanı açık ve şuuru şartlanmamış her insanı kendine cezbediyor. Muhatabı Kur'an'la yüzleştiren, onun akışına katan bir seslenişi vardır nurların.
Risale-i Nur, muhatabında bir birikim talep etmez. "Şimdi, kısaca avam lisanı ile..." derken, seni sıfırdan alır. Sana bir şart da koşmaz. Nurları okumak için, önceden bir terbiyeden geçmene de gerek yoktur. "Başta, ben kendimi herkesten çok nasihate muhtaç görüyorum." der. En alt noktadaki insanı, en alt noktasından alır. Kıyıda bırakmaz seni. Onu cesaretlendiren, yüreklendiren, ona umut aşılayan bir eda vardır nurlarda.
Said Nursi seni baştan teslim olmaya da çağırmaz. "Benim söylediklerim hayalin elinde kalsın. Mihenge vurunuz. Altın çıkarsa, alınız" demesi bundandır. "Yanlış bir şey görürseniz, biliniz haberim olmadan, fikrim karışmış; karıştırmış, yanlış etmiş." şeklinde ikazı ise, daha üst seviyeden körü körüne taklit değil, tahkik dersidir.
Said Nursi hayatın içinden, yaşadıklarından konuşur. Seni bazen mağrur, bazen mütevazı rolünde tahayyül ettirir. İki halin de neticesini gösterirken, her iki halin hayatın içindeki neticelerini hissettirmeye, yaşamaya, göstermeye çalışır. Hayatı dinamikleri ile, iniş ve çıkışlarıyla bizzat hatırlatır, yüzleştirir, yaşar, yaşatır. Bizi sıfırdan bir insan olarak ele alır. Mümin ve Müslüman olmayı gerektiren dinamikleri hatırlatır. İman ve teslimiyetimizi yeni baştan inşa eder. Üslûbun en bariz vasfı, insana Said Nursi'nin değil, Kur'an'ın ne dediğini merak ettirmesidir.
Nurlardaki hitapta, hep bir insan okuması ve açılımı vardır. Bunu yaparken, âyete yepyeni ve apayrı noktadan yaklaşır. Mesela, Al-i İmran Suresinin 188. Âyetindeki "Yapmadıklarıyla övünenler" kısmı, 18. Söz'de, tam bir insan okuması olarak: "Ey fahre meftun, şöhrete müptela, medhe düşkün, hodbinlikte bihemta, sersem nefsim!" hitabıyla başlanarak anlatılır. Hangimiz fahre (övünmeye) düşkün değiliz? Şöhret için can atmayanımız mı var? Birisi küçük de olsa bizi övsün diye çırpınmadığımız zamanımız var mı? Hitap kendi nefsinedir ama asıl muhatap insandır, insan fıtratıdır. Bize seslenir, kendimizi bize okutur. Önce durum tespiti yaptırır. Sonunda çürük ve çok alakadar olmadığımız bu vücudumuzla kazandığımız şeylerle övünme hakkımızın olmayacağını ispatlar. Bunu bize öğretir.
Nurların insanı tanım ve tarif eden, ona seslenen, insanın bir yönüne ve yerine dokunan hitapları da vardır. Bunun misalleri çok ama 15. Söz'deki "Semer-i âlem olan insan en câmi, en bed'i, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i Kudret olduğundan." cümlesi, her şeyi özetliyor. İnsanla ilgili bir sürü felsefî kitap ve hitap okudum ve dinledim. Bu kadar özet ve isabetli ve dişe dokunur tarife denk gelemedim. Adam güya felsefeci, işin felsefesini yapıyor. Fakat insanı başıboş ve gayesiz görüyor. Yukarıdaki tariften, insanın bed'i ve lâtif oluşu çok dikkatimi çeker. İnsan gerçekten bed'i. Eşi, benzeri yok. Garip, acip bir makine. En garip yönü de ne biliyor musunuz? Konuşuyor, üzülüyor, bağırıyor. Hem de bazen "Beni yapan yok." bile diyebiliyor. Bir de lâtif. Şirin, sevimli, nazik. Fıtratını bozmadığı zaman bunun yaşı bile yok.
Evet dostlar, üstad ötekine bakmaz, ötekini görmez bile. Bununla sen onun rahatça arkadaşı oluverirsin. Fakat bir müddet sonra dönüşür, yeni bir duruş kazanırsın. Bir bilgi birikimin çok olmaz belki. Fakat aczini ve fakrını anlar, mahbubiyetin merdivenlerinde bulursun kendini. Gayret her şeyin başı elbette.
Selam ve dua ile.