Risale Haber-Haber Merkezi
Bediüzzaman Said Nursi'nin etkisi anne ve babanın hassasiyetiyle başlıyor. Yetiştiği ortam ve çevre Bediüzzaman'ın bütün hayatını etkilemişti. Moral Dünyası Dergisi yazarı Ömer Faruk Paksu, "Bediüzzaman’ı yetiştiren anne-baba"yı yazdı:
Büyük şahsiyetler mümbit zeminlerde yetişir. Işığı bol, suyu mineralli ve toprağı verimli bir zeminde yetişen çiçek nasıl gözleri ve gönülleri okşar ve etrafa güzel kokular yayarsa; aile zemini sağlam, ilim güneşi üzerine düşmüş, Kur’an ab-ı hayatıyla beslenmiş ruhlar da sadece küçük bir çevreye ışık yaymakla kalmaz, bütün insanlığı “nur”larıyla aydınlatırlar.
Üstad Bediüzzaman da her çocuk gibi ilk dersini, hayata dair ilk tecrübelerini anne kucağında ve baba ocağında almıştır. Yüksek bir ideale, derin bir ilme, geniş bir ufka ve engin bir tefekküre bu ortamda sahip olmuştur. Davasını, imanını, ahlakî güzelliklerini böyle bir ailede içselleştirmiştir.
O yüce bir ruha sahiptir. Risale-i Nur isimli eserleriyle milyonlarca ve belki yakın gelecekte milyarlarca insanın ebedi hayatını kurtaracak bir misyona sahiptir. Bunun için onu yetiştiren anne-baba, büyüdüğü ortam, aldığı terbiye önemlidir. Nasıl bir anne-babanın evladıdır? Yetiştiği ortamda nasıl bir hava solumuştur? Aile iklimine ruh veren kaynaklar nelerdir?
Helale ve harama aşırı hassasiyet
Bediüzzaman’ın anne-babası dinî hassasiyete sahip, mü’minane duyarlılığı yüksek insanlardır. Ekmeklerine haram lokma karışmamasına azamî dikkat eden ümmi, ama saf ve temiz Müslümanlardır.
Malum ve meşhur hikâyedir:
On yaşlarındayken kabiliyet ve mertliğine hayran olan hocası Seyyid Nur Muhammed, Küçük Said’le birlikte birkaç arkadaşını da yanına alarak, anne-babasını ziyaret etmek ve onları yakından tanımak ister. Altı-yedi saatlik bir mesafeden Nurs köyüne gelirler. Said’in babası Mirza Efendi evde yoktur.
Misafirleri karşılayan Nuriye Hanım onlara efendisinin evde olmadığını ve çifte gittiğini söyler. Evin önündeki kuru ağacın altına hasır ve posteki sererek oturmalarını rica eder. Az sonra Mirza Efendi, önünde ağızları bağlı iki inek ve öküzle çıkagelir. Selam ve tanışmadan sonra Küçük Said’in hocası, Sofi Mirza’ya:
“Bizim köyde de hayvanların ağzını harman zamanı harmanda mahsulü yememeleri için bağlarlar. Fakat şimdi hem harman mevsimi değil, hem de hayvanlar harmanda değil. Böyle ağızlarının bağlı olmasının sebebi nedir?” diye sorar.
Mirza Efendi mahcup bir edayla, “Efendim, bizim tarla biraz uzaktır. Yolda gelirken birçok kimsenin tarla ve mahsulünden geçerek geliyorum. Eğer bu hayvanların ağzı bağlı olmazsa, yabancıların mahsullerinden yemek ihtimalleri var. Bu sebepten ekmeğimize haram lokma karışmaması için böyle yapıyorum” diye cevap verir.
Sofi Mirza’nın bu yüksek ahlak ve faziletine şahit olan Seyyid Nur Muhammed, bu sefer annesine sorar: “Siz bu çocuğu nasıl yetiştirdiniz?”
Nuriye Hanım, “Ben Said’e hamile kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de, bir gün olsun onu abdestsiz emzirmedim” der.
Küçük Said’in hocası ve arkadaşları, “Elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlat beklenir” derler.
Konuyla ilgili anlatılan bir başka hatıra da şöyledir:
Bir gün Seyyid Hüseyin Arvasî, müridelerinden olan Nuriye Hanım’a sorar: “Çocuklarının çok zeki olmasında, onları terbiye metodun nedir?”
Nuriye Hanım, “Hayatımda, kadınlığa mahsus şer’î mazeretler dışında hiçbir vakit teheccüt namazımı kaçırmadım ve çocuklarımı abdestsiz emzirmedim” der.
“Sofi” bir baba, “şefkatli” bir anne
Bediüzzaman’ın babasının lakabı “Sofi”dir ve bu onu tanıma noktasında dikkat çekici bir sıfattır. Sofi Mirza, âlim bir insan olmasa da, Kur’an ve sünnet çizgisinde yaşayan, helal-harama dikkat eden, farzlarla birlikte nafile ibadetleri de aksatmayan, tasavvuf terbiyesi almış, takva ehli, ailesi ve yakınları tarafından sevilen, sayılan ve örnek gösterilen bir zattır. Peygamber (a.s.m.) soyundan gelmenin verdiği bir asalete sahiptir.
Annesi de hakeza öyledir. Ümmi bir kadındır. Ancak o da dinin en küçük bir emrini dahi titizlikle yerine getiren, çocuklarını Kur’anî ve Peygamberî bir terbiyeyle yetiştirme gayretinde olan, “şefkatli” bir annedir.
Bediüzzaman, “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” der.
“İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir” dedikten sonra, annesinden aldığı ilk dersleri ve bunların fıtratında nasıl yer ettiğini şu ifadelerle anlatır:
“Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”
Üstad Bediüzzaman, meslek ve meşrebini, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” esasları üzerine kurar. Bunlardan en mühimini “şefkat” olarak niteler ve bunu validesinin şefkatli haline bağlar: “Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakinen görüyorum” der.
İlme teşvik eden aile ortamı
Sofi Mirza, kız-erkek demeden bütün çocuklarını okutur. Bediüzzaman’ın ağabeyi Abdullah yörenin tanınmış, önemli bir âlimidir. Hanım isimli ablası ise “âlime” namıyla meşhurdur. Diğer kardeşler de aynı şekilde ilim ehli insanlardır.
Babası diğer çocukları gibi, Bediüzzaman’ı da okumaya ve ilim öğrenmeye teşvik eder. Fıtratında var olan okuma ve öğrenme merakı, böyle bir aile ortamında iyice neşvünema bulur. Küçük yaşta eğitimini tamamlar ve normalde on beş yıl süren bir eğitim sürecini üç ay gibi kısa bir zamanda tamamlar. Ders aldığı hocalarının seviyesine gelir, hatta bazılarına ders verecek kadar yükselir.
Bilinen anlamıyla bir eğitim hayatı sürmez Bediüzzaman... Ancak onun kitabî okumayla birlikte kevnî okuması da meşhurdur. Muhtemel ki bunun da ilk deneyimlerini annesiyle yaşamıştır. Mustafa Sungur’un anlattığı şu hatıra bu kanaatimizi destekler mahiyettedir:
“1950 senelerinden sonraydı. Isparta’da Üstad’ın hizmetinde bulunduğumuz zaman, bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü ve ‘İki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yapraklarıyla, şimdi seyrettiğim ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahî sanatı müşahede etmekteyim’ diyerek bir hatırasını anlatıyordu.”
Bediüzzaman böyle bir anne-babanın evladı olarak yetişmiştir. Ruhî gelişimini, ahlakî ve manevî kazanımlarını, ahiret merkezli hayat anlayışını ve kâinat okumalarını bu çevrede edinmiştir. Bugün geride bıraktığı ilmî ve imanî mirası ve örnek hayatıyla biz dünyalıları cennete taşıma sevdasındadır. Ve yeni nesillerin birer iman ve Kur’an talebesi olmaları için niyaz makamındadır.
“Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş”