Said Nursi üç çeşit 'Sabır' olduğunu söyler

DKM Üniversite Seminerlerinde bu hafta "Sabır" konusu konuşuldu.

Ömer Faruk Kaya'nın haberi
RİSALEHABER - Diyarbakır Kültür Merkezi tarafından düzenli olarak düzenlenen Üniversite Seminerlerinde bu hafta Veysel Güden, “Sabır” konusunu işledi. “Sabrın Tanımı ve Mahiyeti”, “Sabrın Çeşitleri” ve “Sabır ve Oruç” başlıkları altında incelenen Sabır konusunun içeriğinden bazı notlar şöyle:

1. SABRIN TANIMI VE MAHİYETİ

Sabır: Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Diğer bir tanımı; hakkına razı olup teşekki etmemektir. Yine sabır Sembires Encylopedia namıyla intişar eden İngilizce muhit-ül maarifte, müslümanların özellileri sayılırken sayılan özelliklerden bir tanesi de sabır olduğu itiraf edilmiştir.

Sabırsızlık ise, Cenab-ı Allah’ın ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemektir.

Sabır bir ilaçtır nasıl ki hastalandığımızda tedavi için ilaca başvururuz, iki büyük yaramızdan biri olan acz yani acizliğimiz içinde sabır ilacına başvurmamız gerekir. Çünkü dediğimiz gibi insan aciz bir mahluk olup zahiren sınırsız düşmanlarının tehdidi altındadır örneğin gözle dahi göremediği virüsler, bakteriler insanı çok rahat devirebilmektedir. Yine bakıyoruz ki sonsuz bir yaşama isteği olmasına rağmen, hem insanın kendisi ölüyor hem çok sevdiği varlıklar da ölüp gidiyorlar ve onları durdurabilmek için elinden hiçbir şey gelmiyor. Verdiğimiz örneklerden de anlaşılıyor ki insanın sonsuz bir acizliği bulunmakta, insan bu acizlik düşmanına karşı da sabır silahını kullanmak zorundadır. Peki bu nasıl olacak dediğimizde görüyoruz ki az önce bize düşman görünen canlı cansız her şeyin ipinin Cenab-ı Allah'ın elinde olduğunu hatıra getirip bu düşmanların başıboş olmadıklarını, kendi kafalarına göre insana saldıramayacağını bilmeliyiz ya da başımıza bir musibet ya da bir bela mı geldi bunda da vardır bir hikmet demeliyiz ve bize düşen görevin ise sabır ve tevekkül olduğunu bilmeliyiz.

Yine biliyoruz ki Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ve talebelerinin büyük bir kısmının hayatları sürgünler ve hapishanelerle geçmiş. İşte bu noktada Üstadımız Talebelerine güç, kuvvet ve bir teselli olarak hep sabretmelerini telkin etmiş, sabretmelerinin sonucunun büyük bir mükafat ile neticeleceğini söylemiştir. Örneğin; “hapiste geçen günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir ve fani saatleri, meyveleri cihetiyle manen baki saatlere çevirebilir ve beş-on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebediden kurtulmağa vesile olabilir. İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymetdar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir” sözünden de anlaşılıyor ki bir ibadeti on kat değerli yapabilen ve baki meyveler verebilen şeylerden birinin de sabır olması sabrın mahiyetini, önemini gözler önüne seriyor.

2. SABRIN ÇEŞİTLERİ

Üstad Bediüzzaman Hazretleri üç çeşit sabrın olduğunu söylemektedir. Bunlar; taat üstünde sabır, masiyetten sabır ve musibete karşı sabırdır.

A) TAAT ÜSTÜNDE SABIR

Yani ibadet üzerine sabırdır, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmemizde göstermemiz gereken sabırdır ve insanı en kâmil kulluğa eriştiren sabırdır. Evet “namaz iyidir, fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur, bitmediğinden usanç veriyor” sözünden de anlıyoruz ki ibadetlerin yerine getirilmesi dahi bir sabır istiyor. Çünkü devamlı bir işi yapmak zor ve meşakkatli bir iş olup tembel kişilerin yapabileceği bir iş değildir. Sabır ise ancak çalışkan, her daim aktif olan kişilerin gösterebileceği bir iştir. Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini düşünüp ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini düşünüp muzdarip olmak hem gelecek günlerdeki ibadet vazifezini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Gerçekten de sabırsız kişilerin özelliklerinden biri de hep gelecekte yapacakları işleri düşünüp o anda boş boşuna elem çekerler. Mesela yarın okulumuz var ise şimdiden of ya yarın da okul var deyip boşu boşuna elem çeker zaten okula gitmek de zorundadır aynen böyle de bizde bir mü’min olarak istesek de istemesek de zaten gelecekteki namazı kılmak zorundayız. Hem cây-ı dikkattir ki şeytan bu tür sabırsız insanların bu zaaflarından yararlanır. Örneğin sabırsız insan namaz kılarken şeytan ona fısıldayıp vesvese vermeye başlar, sınavı olana der ki; bak bugün daha matematik çalışacaktın, konular hem zor hem çoktur, zaman da dardır, bu namazı hemen kılıver deyip çabucak o kişiye namazı kıldırıp, huşu içinde namaz kılmasına mani olur.

Peki ibadetlerimizi tam ve gönül rahatlığıyla yerine getirebilmemiz için sabır kuvvetimizi nasıl kullanmalıyız sorusu üzerinde biraz durmak istiyorum. Öncelikle bilmek gerekir ki ibadetin devamlılığıyla en çok alakalı olan şeylerden biri de zamandır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri zamanı ibadet-sabır üçgeninde nasıl kullanmamız gerektiğini bir kumandan temsili ile akla yaklaştırmaktadır. “Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; târumâr eder.” Benim bu temsilden anladığım; kumandan biz insanlarız, ordu sabrımızdır, sağ ve sol cenahlar geçmiş ve gelecek zamanlardır, merkez şimdiki zamandır, düşman ise şeytan ve nefsimizdir. Sabrımızı geçmiş ve geleceği düşünüp dağıttığımızda nefis ve şeytana mağlup oluruz. Temsilin hakikatinin sonunda Üstadımız diyor ki; “Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.”

B) MASİYETTEN SABIR

Yani günahlara karşı sabırdır. Günahların sel olup üzerime aktığı, günah ile sevapların aynı tezgahta satıldığı felâket ve helâket asrı olan ahirzamandayız bu günahlara karşın sabrın bize en çok lazım olduğu bir zamandayız. Peki günahlara karşı sabır nasıl oluyor diye düşündüğümüzde yine yardımımıza Üstadımız Bediüzzaman yetişip masiyetten sabrın takva olduğunu söylemektedir. Takvanın tanımına baktığımızda günahlardan ve yasaklardan sakınma olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda insanın aklına takılan bir soru ise nasıl takva sahibi olunacağıdır. Her gün televizyon başında beş saatini harcayarak herhalde takva sahibi olunmaz, evet bana göre günahlardan korunmanın yani takva sahibi olabilmenin en önemli basamağı ibadetlerdir. İbadetler içinde en önemli olanı ise beş vakit namazdır. Çünkü namaz kıldığımız zaman birçok günahtan uzak durmuş oluruz. Örneğin namaz kıldıktan sonra günaha yaklaşan kişiye melek-i ilham ve vicdanımız derler ki: daha yeni namaz kıldın utanmıyor musun günah işlemeye, o kişi de o günahı işlemekten vazgeçer. Tabi diğer ibadetler de bizi günahlardan uzak durmamızı sağlamaktadırlar. Namazı, takva kalesinin temeli olarak kabul etsek diğer ibadetler de takva kalesinin geri kalan kısmı olarak kabul edebiliriz bence. Hem 3’üncü sözün temel konularının ibadet ve takva olması da ibadet ile takva arasındaki kuvvetli bağı göstermektedir.

Bizler (nur talebeleri) bu noktada yani günahlardan sakınma noktasında nasıl hareket etmeliyiz? Evet Risale-i Nur, Kur’anın talimiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle meydana gelmiştir, yani Kelâmullah’ın eğitimiyle ve en kâmil takva sahibi olan Hz. Muhammed (asm) dersiyle meydana getirilmiş olan Risale-i Nur eserlerini okuyup, hakkıyla yaşadığımız zaman bizlere günahlara karşı bir sabır kuvveti kazandıracak ve takva sahiplerinden edip bizi Cenab-ı Allah’ın kendilerinden razı olduğu kullardan edecektir inşâallah.

C) MUSİBETE KARŞI SABIR

Öncelikle bilmeliyiz ki asıl musibet, hakiki musibet dine gelen musibettir ve bu tür musibetten her daim Cenab-ı Allah’a sığınmalıyız. Diğer musibetler ise hakkiki manada musibet olmayıp zahiri olarak musibet elbisesini giymişlerdir veya o elbiseyi biz yanlışlıkla başımıza gelen olaylara giydiririz. Başımıza gelen zahiri musibetlerin ise başıboş olmadıklarını ya bir kusurumuzdan dolayı ya bir imtihandan dolayı ya içine dalıp bir türlü çıkamadığımız gafletimizi izale etmek ya da işlediğimiz günahlara karşı bir keffaret-üz zünüb olduğunu yani günahlarımızın affına bir vesile olduğunu bilmeliyiz. Bu musibetlerin başıboş olmadıklarıyla ilgili İkinci Lema’da geçen koyun-çoban olayı hatıra geliyor. Çoban başkasının tarlasına girmeye teşebbüs eden koyunlara taş atar, koyunlarda hemen anlarlar ki kendilerine atılan bu taş bir ihtardır, zarara girmemeleri için kendilerine atılmış diye hissedip hemen geri dönerlerler. Bu noktadan baktığımız zaman biz insanların başına gelen birçok musibette aynen o taş gibi bir ihtardır, musibete uğrayan kişi de bu musibetin kendisinin bir hatasından dolayı başına geldiğini anlayıp hatasından geri dönmelidir.

İmtihan amaçlı olan musibetler ise insanın ne kadar sabırlı olduğunu, Rabbine ne kadar bağlı olduğunu, O’nu ne kadar sevdiğimizi ölçmek içindir bence. Eğer biz bu musibetlere karşı sabır silahımızı kullanmayıp, direk şekva biçiminde ben ne yaptım da bunlar başıma geliyor, Allah’ım neydi günahım gibi haddi aşan sözler kullanırsak başımızı örse vurmakla kalmayıp Allah muhafaza Cenab-ı Hak katında isyankârlardan yazılabiliriz. Bu tür durumlarda o anki halimize razı olmalı, teslim ve tevekkülde bulunup bizden daha büyük musibetlere giriftar olmuş insanları hatırlamalı sabır içinde şükretmeliyiz. Eğer musibete karşı sabır içinde şükretmeyip şekvada bulunursak musibet birden ona çıkacaktır mesela Üstad Hazretleri hasta olan Erzurumlu mübarek bir zatı ziyaretinde, Hasta zatın şikâyetini dinledikten sonra o zata musibet zamanında sabır kuvvetini nasıl kullanacağını söyleyip, şükretmesini kendisine tavsiyede bulunuyor. Bunun üzerine o mübarek zat Elhamdülillâh deyip, hastalığının ondan bire indiğini söylüyor. Ama öyle bir devirdeyiz ki artık insanlar sabır ve şükretmeyi unutmuş direk şekvaya yönelmektedirler bu tür insanlara ise şekvanın Allah’a karşı değil de musibeti Allah’a şekva etmesi öğretilmelidir ya da bazı karakterler de var ki kendilerini tutamayıp hastalık zamanında of of diyorlar işte bunlara da musibetin Cenab-ı Allah’a şikayet edilmesinin öğretilmesi kanaatindeyim.

Şimdi de musibet zamanında sabır kuvvetimizi nasıl kullanmalıyız konusuna biraz değinmek istiyorum. Üstadımız diyor ki;

“Zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Evet herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse; teessüf ve tahassür elem-i manevîsini hissedip "Eyvah" der ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse; zevalinden bir manevî lezzet hisseder ki: "Elhamdülillah şükür, o bela sevabını bıraktı gitti" der. Ferah ile teneffüs eder.”  Yani geçmişte yaşadığımız güzel şeyleri hatırladığımız zaman gerçekten bir üzüntü hissediyoruz. Ah ah nerde o güzel günlerimiz veya ihtiyarların, ihtiyarlığı ah ah gençliğime bir gedebilseydim seni gençliğime şikayet edecektim gibi şekvaları dahi gösteriyor ki insan geçmişte yaşadığı güzel şeylerin hasretini çeker ve bundan elem duyar. Tam tersinde ise yani geçmişte başına gelen musibetleri düşününce ondan kurtulduğu için bir oh çeker. “Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir manevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem bırakır. Madem hakikat budur ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleri ile beraber madum ve yok olmuş ve gelecek bela günleri, şimdi madum ve yoktur ve yoktan elem yok ve madumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve madum ve yok olmuşlar- şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp, Allah'tan şekva etmek gibi "Of, of" etmek divaneliktir. Eğer sağa-sola yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir. Sıkıntı ondan bire iner.” Benim bundan anladığım ise biz sabır kuvvetimizi ne geçmiş zamanı düşünerek ne de gelecek zamanı hayale getirip harcamamalıyız, şimdiki zamana yani o anki durumumuza bağlı sabrımızı kullanmalıyız aksi taktirde bahsedilen sevaptan da mahrum kalırız çünkü sabrımızı geçmiş ve geleceğe yani sağa ve sola dağıtmak ile düşman ordularının merkeze saldırıp bizi yenmesine yardımcı oluruz aynen böyle de biz de musibet zamanı sabrımızı kullanmayıp geçmiş ve geleceğe dağıtırsak bırakın sevap kazanmayı musibetlerin arkasına saklanmış olan günah ordusu Allah muhafaza bizi yerle bir edecektir.

Peki diyelim ki bir musibet başımıza geldiği zaman, ne zamana kadar sabretmemiz lazımdır ve nasıl münacatta bulunmamız gerekir suallerine karşı en güzel örnek sabır denilince akla gelen ilk zat Hz. Eyyüp Aleyselam’dır. Evet Hz. Eyyüp (as) hastalığı süresince hep sabır ve şükürle muamelede bulunmuştur, ne vakit ki kurtlar zikr-i lisani ve tefekkür-ü kalbiye mani olmuşlar ancak o zaman münacatta bulunmuştur, o münacatı da sırf ubudiyet içindir yani Cenab-ı Allah’a karşı kulluğunu, ibadetlerini yerine getirmek içindir, yoksa nefsi için değildir. Burdan da anlaşılıyor ki biz de ne zaman bir musibete uğradığımız zaman eğer maneviyatımıza, ibadetlerimize engel olmuyorsa, o musibet vazifesini yapıp bırakana dek sabırla muamelede bulunmalıyız, amma ne zaman ki musibet kulluğumuzu yerine getirmeyi engellerse işte o zaman hemen münacatta bulunmalıyız. Çünkü az önce dediğimiz gibi asıl musibet dine gelen musibet olup ve bu musibet küllidir. Bu musibetin defi için daima Cenab-ı Allah’a sığınmalıyız demiştik. Aynen böyle de her birimizin ibadetlerini, kulluk vazifelerini engelleyen musibetler de bir nevi dinimize gelen cüzi musibetlerdir diye düşünüyorum ve bu musibetlerin defi için de Cenab-ı Allah’a münacatta bulunmalıyız.

3. SABIR VE ORUÇ

Orucun insana kazandırdığı birçok faydasından biri de sabırdır. Oruç ayında insan malumunuz daha fazla maneviyat ile daha çok içli-dışlı olur, örneğin her gün asgari bir cüz okumaktadır. Demek istediğim insan oruç ayında günahlardan daha çok çekinmekte, daha çok uzaklaşmakta, günahlara karşı, bir sabır elde etmemizi sağlıyor. Yani oruç bizi haramlarla ve boş işlerle vaktimizi harcamamızı engelleyen bir sabır kazandırıp bizi ubudiyete sevk ediyor. Peki bu nasıl oluyor diye bakacak olursak. Örneğin dilimizi, yalandan, gıybetten ve galiz sözlerden arındırıp, dilimizi tilavet-i Kur’an, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul eder. Gözümüzü ise harama bakmamada sabır kuvveti sağlar oruç.

Yine baktığımız zaman oruç insanın aczini ve fakrını ortaya çıkarmaktadır, değil mi insan bir ezanın okunmasıyla ancak yemek yiyebiliyor, su içebiliyor ve dersimin başlarında değindiğim gibi acizlik yarasına karşı sabır ilacını kullanmamız gerekiyordu. Madem oruç, acizliğimizi bize gösteriyor o zaman acizliğin ilaçlarından biri olan sabrı da kullanmamızı bize emrediyor.

Hem Üstadımız diyor ki: “Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa mübtela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise yirmidört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.”


Kaynak: RisaleHaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri