Said Nursî ve İstanbul, iki güzel kelime,
İkisi de Mübarek, yakışıyor dilime.
Müjdelenmiştir Fethi, Müjdeleyen Ne Güzel,
Bu Asra Gönderilen, Müceddidi Ne Özel.
Medresetü’z-Zehrâ için, gelmişti İstanbul’a,
Anlatamadı derdini, o zamanki gürûha.
Taltîf-i Şahaneyi, O’na takdim ettiler,
O Kahraman ki; onu, el tersiyle ittiler.
Akıllı işi değil, reddetmek bu ihsanı,
İçeri atmak lâzım, böyle mecnûn insanı.
Muayene etti Doktor, O’nu adamakıllı,
“Eğer bu deli ise; yok dünyada akıllı.”
Sonra meydan okudu; bütün Ehl-i İlime,
Ne sual edeceksen; sor kelime, kelime.
Ben sual sormam asla, sade cevap veririm;
Yaşamam ve yaşatmam, hiç kimseye gerilim.
İşgaldeyken İstanbul, İngiliz’in elinde;
Hutuvât-ı Sitte’yle, O yine seferinde.
Müskiratı dağıtan, İngiliz’e direnmiş;
Yeşilay’a kuvvet verip; hep gençlere seslenmiş.
Divan-ı Harb-i Örfî, Mahkemesinde haşmet;
Bahçede asılanlar!.. Aman Allah’ım vahşet.
“İstemişsin Şeriat, seni de asacağız,
Hep aykırı sesleri; susturup kısacağız.”
Şeriat Hakîkatine, bin ruhum olsun fedâ
Bir şey yapamazsınız, istemez ise Hüdâ.
Bu yaptığınız zulüm, Cehennem size lâyık;
Tarih sahifesine, kanla yazılan sâik.
Mekteb-i Musîbetten aldı şahâdetini,
Hep içinde hissetti, Vatan saadetini.
Daha birçok mekânda, ne nutuklar çekmişti,
O teskîn etmeseydi, tüm asayiş bitmişti.
Ceridelerde yazdı, açık fikirlerini;
Aydınlatmak istedi, başı sekirlerini.
Hamiledir Avrupa, bir İslâm Devletine,
Doğuracaktır bir gün, gitmesin hayretine.
Osmanlı da hamile, Avrupa Devletine;
Yakışır mı bu esvap, Müslüman kametine.