İslam Birliği kavramı söz konusu olunca akla ister istemez hilafet kurumu geliyor. Hilafet kurumu, yüzyıllar boyunca çeşitli kavim ve ırklardan oluşan İslam halklarını bir çatı altında tutabilmiştir. Hilafetin gerçek manada egemen olduğu raşit halifeler döneminde Müslümanlar tam bir birlik ve beraberlik içinde idiler. Müslümanların tefrikaya düştüğü ve parçalanmaya yüz tuttuğu dönemler hilafetin zayıflamış yahut tümüyle ortadan kalkmış olduğu dönemlerdir.
İslam Birliği düşüncesi her ne kadar 19. yüzyılın sonlarında gündeme gelmiş bir konu ise de temelleri saadet asrına ve dört halife dönemine kadar uzanmaktadır. Peygamber efendimiz (SAV) söz konusu birliği önce Arap yarımadasında, ihtilaf ve tefrika içerisinde yaşamakta olan çeşitli Arap kabilelerini bir araya getirmekle gerçekleştirmiş oldu. Peygamberimiz (SAV) bir taraftan Arap kabile ve aşiretlerini birleştiriyor, öte yandan İslamın evrensel bir din olduğunu kanıtlamak babında Fars, Rum, Habeş ve diğer ırklara mensup insanları İslam potası içerisinde bir araya getirerek birbiriyle kardeş yapıyordu. Aynı tutum ve siyaset dört halife döneminde de devam etti. Bütün bir insanlığı muhatap alan ve evrensel bir din olan İslam, kısa zamanda Arap yarımadasının sınırlarını aştı. Doğuda Çin, batıda İspanya ve Fransa sınırlarına kadar dayandı. Kısa zamanda çok geniş bir coğrafyaya yayılan İslam fethettiği ülke halklarını tek bir mefkure etrafında birleştirmede zorluk çekmedi.
Coğrafya, tarih, kültür ve ekonomik koşulları açısından farklı konumlarda bulunan bu ırk ve kavimler müminler ancak kardeştir hakikatı çerçevesinde birleşerek büyük İslam birliğini oluşturdular. Bu evrensel birliğin merkezi ise hilafet makamı idi. Yüzyıllar boyunca İslam dünyasını otoriter ve egemen güçlere karşı birlik içinde tutan sır, hilafet müessesesinin kudsiyetinde gizli idi.
İslam toplumlarını birbirine bağlayan, onları birbirine kenetleyen ve harici düşmanların hücumu zamanında birlik olma şuurunu ayakta tutan tek müessese hilafet kurumu idi.
Hilafet kurumu sayesinde geniş İslam coğrafyasını temsil edem Osmanlı İmparatorluğu II. Meşrutiyetle birlikte ortaya çıkan ittihat ve Terakki hareketinin doğurduğu yeni düşünce akımlarıyla sarsılamaya başladı. İslam birliği tezine karşı, ırk ve kavmiyet esasına dayanan Pantürkizm mefkuresiyle hareket eden ittihatçılar kısa zamanda imparatorluğu parçalamayı becerdiler.
İşte bu hengamede, Bediüzzaman Said Nursi, İslam birliğinin en ateşli savunucularından biridir. İslam dünyasının dağılmaması için bütün gücüyle çalışan Bediüzzaman Said Nursi , Bu zaman en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslamdır. diyerek sorumluları uyarır.
Birlik ve vahdet ruhunu ayakta tutabilmek için imparatorluk içindeki halkları; durmadan irşat eden Bediüzzaman Said Nursi, onları meşru dairede itaate çağırarak, tefrikaya düşmelerini büyük ölçüde önlemeye çalışmıştır.
İmparatorluktan birer birer ayrılma ve kopma yolunu tutan değişik kavimlere karşı Bediüzzaman tavrını, birlik ve beraberliği muhafaza etmekle birlikte, her kavmin kendi milli kişiliğini ve bu kişiliğini sembolize eden lisanını, kendine özgü örf ve adetlerini koruması gerektiği şeklinde ortaya koymuştur.
Örneğin Said Nursi, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde önemli bir unsur teşkil eden Kürtleri, kendi ana dillerini geliştirme yolunda teşvik ederken, bir yandan da Osmanlı içindeki bütünlüğü ve birliği korumaları gerektiğini onlara hatırlatmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi, İslam birliği düşüncesini savunurken, gerçekçi olmayı göz ardı etmez. Ayakları havada olan hayali bir İslam birliğini değil, ayakları yere basan gerçekçi bir İslam birliğini savunur. Bediüzzamanın savunduğu İslam birliği, Birleşik İslam Cumhuriyetlerinden teşekkül edecek olan reel bir birliktir.
Yaklaşık olarak bundan tam doksanbeş yıl önce, 1911lerde Şama yaptığı ziyaret esnasında, ünlü Emevi camiinde, içlerinde yüzlerce İslam aliminin de bulunduğu kalabalık bir cemaate karşı okuduğu hutbesinde, İslam birliği üzerinde önemle durmuş, bu birliğin ancak ulus realitesini kabul etmekle mümkün olabileceğini açık ve net bir biçimde dile getirmiştir. İslam dünyasını büyük bir fabrika biçiminde tasavvur eden Bediüzzaman Said Nursi hutbesinde şunları söyler;
Heyet-i içtimaiye-i islamiyeyi (yani tüm İslam toplumlarını) çokça çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan bir başka çarka tecavüz etse, makinanın mihanikiyeti (dengesi) bozulur. Onun için ittihad-ı İslamın tam zamanı gelmeye başlıyor.
Kürt gibi küçük taifelerin menfaati, büyük ve uhrevi saadetleri büyük taife olan Arap ve Türk gibi hakim olan üstadlara bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile, biz biçare küçücük kardeşleriniz olan İslam taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslam taifelerinin üstadları, imamlarımız ve İslamiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra büyük Türk milleti o kudsi vazifenize tam yardım ettiler.
Bediüzzaman Said Nursi, İslam birliği konusunda selefi olan Afganlı Cemaleddini andırır. Her ikisi de, İslam birliğinin gerçekleşmesini ulusal kurtuluş hareketlerinin doğuracağı sonuçlara göre değerlendirirler. Önce İslam ulusları kendi kaderlerini tayin edecek, daha sonra federasyonlar veya konfederasyonlar halinde birlikler oluşturacaklardır.
Bediüzzamanın Şam Hutbesinde Arap dünyasına yaptığı çağrıda bunu görüyoruz. Arap uluslarına tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi bir İslam Cumhuriyetleri birliğini oluşturmalarını öğütlüyor. Diğer İslam ulusları da aynı şekilde bir yapılanmayı gerçekleştirdikten sonra sıra İslam birliğinin teşekkülüne gelecektir.
Bediüzzaman, İslam dünyasındaki ihtilafların giderilmesinin bundan sonraki aşamada kolay olacağına değinerek şöyle der:
Evvela üzerinde ittifak edilmiş olan yüce maksatlar göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kuranımız bir..... Dinde inanılması gereken hususlarda hepimiz beraberiz.Bunların dışında kalan ayrıntılardaki anlayış ve telakki tarzındaki ayrılık bu birliği sarsamaz.
Bediüzzaman Said Nursi, İslam birliğinin hangi yollarla gerçekleşebileceğini ise şöyle dile getirir.
İttihat bilgisizlikle olmaz. İttihat, düşüncelerin uyum içinde olmasıyla mümkündür. Düşüncelerin uyum içinde olması ise ilim ve kültür aydınlığının verdiği güçle olabilir.
Bediüzzaman Said Nursi, II. Meşrutiyet sonrasında Prens Sabahattin Beyin tartışmaya açtığı Adem-i merkeziyet ve tevsi-i mezuniyet bugünkü deyimle yerinden yönetim ve yetki sınırlarının genişletilmesi düşüncesi konularında yazdığı açık mektupta, bu düşüncelerin güzel ve yerinde fikir olduğunu, ancak Osmanlı Devletinin sosyal ve kültürel yapısının bu tür düşüncelerin uygulama sahasına konulmasına müsait olmadığını dile getirmektedir. Bediüzzaman, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan değişik müslüman kavimlerin, sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve kültürel yapılarının geliştirilerek aynı düzeye çıkarıldıktan sonra ancak böyle bir sistemin uygulanabileceğini belirtmektedir.
Bediüzzaman katıksız bir ümmetçi ve evrensel bir İslam düşünürüdür Ama bu onun, mensubu bulunduğu kavmin hilafet merkezi içindeki her türlü haklarını istemesine de engel olmamıştır. Bu itibarla Bediüzzaman Said Nursiyi mücerret bir kürt milliyetçisi biçiminde takdim etmek, yanlış olduğu kadar, onu Kürtlükten arındırarak Kürt sorunundan habersiz ve bigane bir şekilde sunmakta o kadar yanlış ve hatalıdır. Bediüzzaman, mensubu bulunduğu Kürt kavminin sorunlarıyla ilgilenmiş ve haklarını elbetteki savunmuştur. Ama İslamın ümmetçi ve evrensel anlayışını muhafaza ederek