Abdülkadir Badıllı'nın Mufassal Tarihçe-i Hayat adlı eserinden:
Bilindiği gibi, Üstâd Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ilk Emirdağ hayatının tahminen son senesinde... Ve daha sonraları Afyon hapsinde ve sonrasında; Hava ve Nur unsurunun tevhid ve vahdet-i Rabbaniye ve emir ve irade-i ilahiyeye gâyet aşikâr bir tarzda delâlet ve işaretlerini göstermeleri cihetinde bu iki unsurun hakikatlarıyla meşgul olmaya başlamıştır.
Arabice 1364 (Miladi 1945) yılına girildiğinde, Nur’un te’lif zamanının sonu şeklinde kabul edilmişse de, fakat Rumiye göre 1364’ün karşılığı Milâdi 1948 olduğu için, te’lif devresi Afyon hapsinde “El Hüccet-üz Zehra” Risalesinin te’lifiyle son bularak hitama erdiği anlaşıldı.
TE’LİF DEVRESİ, BU TARİHTEN SONRA BAŞKA ŞEKİL ALDI
Fakat Nur’un bazı mes’elelerinin tetimme ve haşiyelerinin devamı 1953’lere kadar devam etti. Ancak hicrî senenin 1364’ünde bir cihette tamamlandığı kabul edilen te’lif devresi, bu tarihten sonra başka şekil aldı. Hava ve nur unsuruna ait pek lâtif, çok şirin iman hakikatlarının tezahürüyle kendini gösterdi.
Bu pek tatlı ve çok şirin, cennet gibi güzel hakaikin zuhuru ve Hava ve Nur unsurunun inkişafından fehmettiğimiz bir kanaatimizi burada kaydetmek isteriz ki; Arabi 1341’de başlayıp, yine Arabi 1364’de tamamlanan Nurlar’ın te’lifinin bundan sonraki devrede; üzerinde delil ve bürhan getirilen şey; o seneye kadar daha çok toprak ve su unsuru üzerinde ve maddî ve cismanî mevcudatta tecellî eden Allah’ın sıfat ve esmasının tecelliyatından bahseden hakikatlar olup, ekseriyetle bu iki unsurdan misaller getirilerek te’lif edilmişken; Bu tarihten sonraki dört beş senelik zamanda ise, Hava ve Nur unsurları sahifelerinin mütalâaları için âdeta yepyeni bir devre ve perde açılmış gibi oluyordu.
BİR ÜÇÜNCÜ SAİD OLARAK KENDİNİ BİLMESİ VE GÖSTERMESİ
Bu hissî ve şahsî kanaatıma böylece işaret ettikten sonra; Hazret-i Üstâd’ın Afyon hapsinde mazhar olduğu yeni ve başka hal ve tecellînin kendisinde zuhûr etmesiyle, bir üçüncü Said olarak kendini bilmesi ve göstermesi tarzında sahne endaz olmuştur.
Evet, Hazret-i Bediüzzaman’ın esrarengiz olan hayatında böyle büyük ve küllî merhale ve inkılâblar çoktur. Tahsil devresinden tedris devresine... Tedristen te’lif merhalesine... Ve nihayet 1899’da bütün ulûm-u âliye ve aliyeden uzanıp, Kur’ân’ın hakikatlar mahzeni ve nurlar merkezine atlamasına... Ve 1921’lerde daha başka ve daha âcib küllî ve nuranî bir inkılâb merhalesi olan “Yeni Said” merhalesine geçmesine bakan ve gösteren gerçek ve küllî inkılâb ve merhaleler hak olduğu gibi; şu bahsetmek istediğimiz ve fakat tefhim ve izahına muktedir olamadığımız bir başka ve çok yüce ve nuranî bir merhale olan Hava ve Nur unsurları sahifelerinde; Sebeplerin ötesinde cereyan eden tecelliyatın ma’kesleri ve buna bakan, aşikâr mevcudiyet-i ilâhiyyenin tezahür hakikatları âlemine girmesi de hak ve gerçektir denilebilir.
BU KADARCIKLA İKTİFA ETMEYE MECBURUZ
Nitekim bu devrede, Hüve Nüktesi adıyla kaleme aldığı büyük ve geniş ve yeni bir merhalenin kapısıyla girdiği letâif ve nuraniyyât âleminin bahşettiği feyiz ve nurlarla te’lifini yaptığı Risaleler ve tetimmelerden “Hüve Nüktesi, el Hüccet’üz Zehra’nın bir kısmı ve Nur Aleminin Bir Anahtarı” gibi Risale parçaları, hep bu Nur ve Hava unsurunun vazifelerinden ve onlarda tecelli eden hikmet ve esrardan bahsederler.
Bununla beraber bu mesele havsala ve idrâkimizin dışında olmasından, bu kadarcıkla iktifa etmeye mecburuz.