Bediüzzaman Said Nursi'yi Konya'da tanıyan ve talebe olan Yusuf Ziya Arun'un hatıralarını Yazar Ömer Özcan, RisaleHaber okuyucuları için kaleme aldı...
Ömer Özcan'ın yazısı
1926 Konya-Beyşehir doğumlu olan Yusuf Ziya Arun’un, Risale-i Nur Külliyatının Emirdağ Lâhikasının ikinci kısmında diğer ağabeylerle beraber adı geçmektedir. Zübeyir, Ziya; Sungur, Ziya gibi… Aynı kitapta Yusuf Ziya Arun imzalı “Devlet Bakanlığına” diye bir de müstakil mektubu vardır.
Her insanın, herkesin, hepimizin elbette bir şekilde imtihanı var… Nur talebesi olmak bir ayrıcalık vermediği gibi, bilakis nurcuların imtihanı daha da şiddetli… Bediüzzaman Hazretlerinin “dört Ziya’mdan biri” dediği Yusuf ziya ağabeyin imtihanı ise kolayca anlaşılabilecek türden değil… Muhtemelen bir benzeri de yok…
Konya’da daha lise çağlarında Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u bulan Ziya Arun ağabey, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümüne talebe olur... Otuz yaşlarına kadar da, zeki, faal, aktif bir nur talebesi olarak Üstad’ın en yakınlarında hizmet-i nuriyede bulunur. Vâ Esefa! Otuzlu yaşlarında iken, bir karakol
işkencesi Ziya ağabeyin dünyasını karartıverir… -Ziya-nın düğmesini kapatırlar… Karakolda, bir cihazla elektroşok uygulanarak beynine hasar verilir... Ziya ağabeyin çileli hayatı bu şekilde, bu karakolda başlar; vefatına kadar da devam eder… Vefatından sonra rüya âleminde, “Kurtuldum, Üstad beni yanına aldı, şimdi rahatım çok iyi” diye verdiği mesaja kadar da sevdiklerinin hirkatı, rikkati hep devam eder...
Rahmetin tebessümü, bu masum, mecnun, meczup insanı müşfik Necati Usun’la karşılaştırır. ‘Onu görünce içimde ılık şefkat hisleri aktı’ diyen Necati Usun, Ziya ağabeyi son 20 senesinde himaye eder, onu kucaklar, her şeyiyle ilgilenir. Bu sahiplenme 5 Mayıs 1997’de vefatına kadar devam eder. Necati Usun’un bu fedakârca hizmeti, Ziya ağabeyin defni sırasında, kabri başında, Sungur ağabey tarafından “Kardeşim sen nurculuk tarihinde Ziya ağabeyi bakmakla tarihi bir hizmet yaptın” diye takdir, tebrik ve teşekkürle karşılanır.
Yusuf Ziya Arun’u en iyi kim tanıyabilirdi?.. Elbette 20 sene onu dostça, şefkatle, sabırla kucaklayan Necati Usun… Ben de öyle düşündüm ve Necati ağabey ile İstanbul’un Eyüp ilçesinin Alibeyköy Semtinin Akşemseddin Mahallesinde bulunan evinin bitişiğindeki dersanede buluştuk. Kendisine sorular sordum, Ziya ağabeyi tanıtmasını rica ettim, uzun kamera kayıtları yaptım. O da bildiklerini, yaşadıklarını, duyduklarını açık kalplilikle anlattı… Necati ağabeye çok teşekkür ediyorum.
Hatıralar yazıldıktan sonra kendisi tarafından tashih edilmiş, bazı ilave ve düzeltmeler yapılmıştır. Ziya Arun hakkında başka ağabeylerle de görüştüm. Onların da hatıra ve intibaları vardır…
Yusuf Ziya Arun ağabeyimizin 13. vefat yıldönümü münasebetiyle, kendisi hakkında yaptığım çalışmalarımın bir kısmını RisaleHaber okuyucuları ile paylaşmak istiyorum. Tamamı yakınlarda Nesil Yayınları tarafından neşredilecek olan “Ağabeyler Anlatıyor-4” kitabından okunabilir…
Necati Usun anlatıyor:
Bazı insanlar büyük görünenlerden daha büyüktürler
"Ömer Özcan kardeş Ziya Arun ağabeyi soruyorsun; şöyle bir mukaddeme ile başlamak lazım; çünkü mukaddeme mantık ilminde en birinci esastır. Üstad da “Bir hakikate varmak için mukaddimeden istimdat ettim” diyor.
"Dünyaya öyle insanlar gelmiştir ki, mesela; İskender gibi dünyayı istila etmiş, Sultan Süleyman gibi yeryüzüne hâkim olmuş insanlar tarihe geçmişlerdir. Fakat bazı insanlar da vardır ki onları hiçbir insan tanımadığı halde, büyük görünenlerden daha büyüktürler. Gizli olarak büyük insanlardır… Yani hayatını, malını, mülkünü, şöhretini, zevkini, her şeyini bir hakikat uğruna feda eden insanlar…
"Mesela; Bediüzzaman Said Nursi gibi bir karyeden bir karyeye nefy edilen, idam planlarıyla muhakeme edilen bir şahsiyete; hayatını, her şeyini feda edip, onun Allah, Kur’an, Peygamber ve iman hakikatlerine hizmetkârlığını kendine gaye-i hedef edip, o hedef yolunda her şeyini terk edebilen insanlar… İşte bunlar gizli manevi büyüklerdendir… Yusuf ziya Arun ağabey de böyle büyüklerden biridir...
Ziya Arun’la son yirmi senesinde beraber oldum. Bu dönemde bakıma çok ihtiyacı vardı; bakımını Allah rızası için üstlendim; onun için çok hatıramız var kendisiyle…
Karakolda beynine elektroşok yapılınca hastalanıyor
Ziya Arun ağabey; “Benim dedem Şeyh Sûri’dir, onun torunuyum, Bolu’dan gelmiş Beyşehir’e yerleşmiş, ben Beyşehir doğumluyum” derdi.
Kendisi çok zeki, akıllı bir insandı aslında. Konya Lisesini bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne gidiyor; felsefe bölümünü bitirmiş ki askerliğini yedek subay olarak yapmış. O dönemde hiç rahatsızlığı yokmuş. Faal, zeki, aktif bir nur talebesi... Hatta bana kendisi anlatmıştı; Fakültede hocasının verdiği bir ödevi Risale-i Nur’dan hazırlıyor, Prof. hocası hayret ediyor, “bunları ben anlatmadım, sen nereden yazdın?” diyor. Sonra hocasına risalelerden kitap götürüp veriyor.
Ziya ağabey, 30 yaşlarında iken “Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesine” düşüyor… Kendisi bana: “Karakolda bir aleti başıma takarak beynime elektroşok yaptılar, bak başım delik” diyor ve hep başını gösteriyordu. Mefkûresi açıkken bazen böyle şeyler anlatırdı… Hakikaten başında bir iz vardı, ben orayı gördüm. Bunu faal insanları pasifize etmek için uygularlarmış.
Beyninden elektroşok olduğu için, bir konuşma sırasında, diğer bir konuya geçiverirdi
Üstad Hazretleri; “Ziya, hayat-ı içtimaiyeden bunaldı kendini oraya attı, onu oraya imam tayin ettim” demiş. Bunu halen hayatta olan Halil Yürür’den duydum ben (1). Hakikaten kendisi: “Diğer hastalara hastane mescidinde imamlık yaptım; bir de kütüphaneden kitaplar bularak tıp ilmine çalıştım ve biberi keşfettim” derdi.
Ziya ağabey, Maraş’ın acı pul biberini, içine hiçbir şey katmadan kaynatır, içine ekmek doğrar yerdi. Hep biber yerdi; iyileşmek istiyordu. Bir seferde yarım kilo olmak üzere kaynatır yerdi; yerken gözlerinden yaşlar akardı, buna sağlam birisi dayanamaz… Bunu ben sonra, kayınbiraderim tıp fakültesine gidiyordu; onun kitaplığında Prof. Dr. Ayhan Songar’ın psikiyatri kitaplarında gördüm. Orada “ruh hastaları acı biberin kendilerine iyi geldiğine inanırlar” diyordu.
Ziya ağabey, bu halden kurtulmak için, günde iki sefer İstanbul’u dolaşıyordu; parklarda, bahçelerde gezer, kimseye bakmaz, kimseyle ilgilenmezdi...
Celcelutiye’yi ezberinden okuyarak gezerdi. Dışarıdan geldiği zaman paltosunu hemen çıkarır, “şu cemiyetin gubarını üzerimizden atalım deyip kitap okumaya başlardı. Hastalığını bildiği için bunları tedavi olarak düşünüyordu. Kendini tamamen Allah’a vermişti. Kendisi “ben mahfuzum, meczuplar mahfuzdur” diyordu. 1980 İhtilali olduğunda “bak hiç kimse çıkamıyor, ben her yere gidiyorum, kimse de karışmıyor” derdi. Masumdu, bu haliyle hiçbir zaman polise, adliyeye düşmedi. Meçhul bir askerdi… Vaiz Şemseddin Yeşil’e de giderdi, ona muhabbeti vardı.
Geniş bir kültüre sahipti. Hitabesi profesörleri şaşırtacak kadar güzeldi. Yalnız beyninden elektroşok olduğu için, bir konuşma sırasında, diğer bir konuya geçiverirdi. Mesela Risale-i Nur’dan anlatırken ordan felsefeye geçiverirdi; oradan Şemseddin Yeşil’e; oradan ruh’a, ruhçuluk bahsine… Ruh-u Selman kitaplarını çok okumuş. Öyle… Bundan dolayı insanlar onun ruh genişliğini ihata edemiyordu, münasebet kuramıyordu. Nasıl bir teyp bantını karıştırdığın zaman geçiş yapar, dolan bir beynin parça parça geçiş yapması, karıştırması gibi…
Üstad beni yanına aldı, kurtuldum, şimdi çok rahatım
1926 doğumlu olan Ziya Arun ağabey 1997’de 71 yaşında iken vefat etti. Vefatından bir hafta önce ayağı yere basamadı, ayağa kalkamadı. 15 gün kadar oturarak tuvalete gitti geldi.
Sungur ağabey, Ziya ağabey vefat ettiğinde bana teşekkür etti. “Kardeşim sen nurculuk tarihinde Ziya ağabeyi bakmakla tarihi bir hizmet yaptın” dedi. Tabi biz takdir görmek için Ziya ağabeyi bakmadık. Yanımızda, beraber kaldık. Kendisi de bana “Senden Allah razı olsun beni parklarda, sokaklarda, tuvaletlerde yatmaktan kurtardın, yanına aldın” derdi.
Vefat ettikten sonra onu rüyamda gördüm, baktım üst tarafı çıplak. “Sana ne oldu, neredesin Ziya ağabey?” dedim. “Necati kardeş Üstad beni yanına aldı, kurtuldum, şimdi çok rahatım” dedi. “Tâhirî, Zübeyir ağabeyler nasıl?” dedim. “Onlar da çok iyi” dedi. “Bir borcumuz var mı” dedi. “Borcun yok ağabey” dedim. Elinde bir şeyler vardı “al bunları” dedi ve kayboldu.
Demek ki yaşanan zahiri hayatta insan ne kadar garip, mecnun, meczup, meçhul asker de olsa rıza-i ilahiye nailse, Üstad’ın tasarrufu burada görülüyor. Ömer kardeş, seninle beraber İnebolu’da İbrahim Fakazlı ağabeye ziyaretimizde bu rüyayı kendisine anlattığımda ne kadar ağladığını “ah Üstad bizi de yanına alsa” dediğini hatırla (2). Allah kabrini nur etsin… Vefatımızda bizi de onlarla bir etsin… Onların şefaatlerine nail eylesin… Âmin…
--------------------
1) Bu meselenin teyidi için Eskişehir İnönü’de ikamet eden Halil Yürür ağabeyle görüştüm ve bildiklerini anlatmasını istedim. Şunları söyledi: “Üstad benimle Ziya Arun’a selam gönderdi. Ziya Arun Bakırköy’de yatıyordu o zaman. İki kilo elma aldım hastaneye gittim;‘Üstad’ın selamı var Ziya ağabey’ dedim. Şuuru pek yerinde değildi, fakat elmayı yedi. Hastane mescidinde imam olma işini Mehmed Fırıncı ağabey zaten her yerde anlatıyor. Aynen doğrudur. (Halil Yürür’ün kendi hatıraları “Ağabeyler Anlatıyor-3” kitabında neşredilmiştir.)
2) Necati Usun ağabeyin bahsettiği İnebolu ziyaretimiz 23 Temmuz 1998 tarihinde gerçekleşmiştir. Aynen anlattığı gibi İbrahim Fakazlı ağabey sarsılarak ağlamıştır, teyid ediyorum. (Bak. Ömer Özcan. Ağabeyler Anlatıyor-2 İ. Fakazlı)