Ömer Özcan’ın yazısı - RisaleHaber
Çok bilinen lâkabıyla merhum “Vahşi Şaban” ağabey, Isparta’nın Bozanönü Köyündendir. 1958 senesinde Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetindeki ağabeyler Ankara’da hapishaneye girince, Şaban ağabey, Üstadımıza bir müddet Isparta’da hizmet etmiştir. Çok hatıraları vardır.
12 Mayıs 2005 tarihinde Isparta’da vefat eden Şaban Akdağ ağabeyimizi RisaleHaber olarak rahmetle anıyoruz.
***
Üstad beni kovdu
Bir gün “Şaban sen yemek yapmasını bilir misin?” dedi. Bilmiyorum diyemiyorum; “Bilirim Üstadım” dedim. Ben, odaya gideceğim de orada pişireceğim zannediyorum… Meğer gözünün önünde pişirttiriyormuş.
Neyse sefertası var, içine biraz su kattım, Üstad elinde kitap okuyor. “Yağ şu kadar yeter mi Üstadım?” dedim, bir çay kaşığı kadar. “Yeter” manasında bakmadan başını salladı. “Tuz ne kadar katacağız Üstadım?” dedim. “Git Keçeli! Sen beni konuşturuyorsun” diye bağırdı. Eh bıraktım gittim...
Şoför Mahmut’a (Çalışkan) “Mahmut Üstad beni kovdu” dedim. “Neden?” “Yağı şu kadar mı katayım?” dedim, kafasıyla “tamam” dedi, “tuzu ne kadar katacağım” dedim, “Git Keçeli! Sen beni konuşturuyorsun” dedi.
Yani Allah bize merhamet etsin, yağı şu kadar kat, tuzu şu kadar kat; onun için malâyâni imiş ki tek kelime konuşmuyor, Allah bize merhamet etsin... Ya okuyacak, ya dinleyecek, ya uyuyacak. Üçünün birisi, dahası yok, dahası yok. Bir şahsın arkasından, önünden konuşmak, gıybet etmek, tek kelime yok.
Mahmut: “Git Üstadı konuşturma, şu elin tuttuğu kadar tuz koyacaksın, bir tane yumurta kıracaksın, iki kaşık yoğurt katacaksın, ekmeği doğrayacaksın.” “Ne olacak o?” dedim. “İşte Üstadın yediği o” dedi. Zil çalmadan üstadın yanına varmak mümkün değil... Mahmut: “Senin vazifen var seslenmez Üstad” dedi. Artık küsüz… Aynı onun dediği gibi yaptım, pencerenin önündeki tahtaya koydum, bıraktım gittim, o zaman buzdolabı yok.
Kabı bana lâzım
Beş dakika geçmeden zili çaldı, gittim. Dedi “yemeği koy” işaret ediyor o kadar. Koydum önüne. Bu yemeği üç öğün yedi. Üç öğünden sonra, akşam, biz hemen yemeğe otururken zili çaldı, vardım. O sefertasıyla kapının arkasına dinelmiş “bu bana çok geldi, size teberrük ediyorum, fakat kabı bana lâzım” dedi. İçimden kabını da mı yiyeceğiz” dedim. Aldım götürdüm. Ali ağabey vardı, dedim “Ali ağabey Üstad bunu teberrük etti, fakat kabı lâzımmış” dedim. “Getir, getir” dedi. Bir açtım, neredeyse pişirdiğim gibi duruyor. Okkalıca üç kaşık alsan hepsi o kadar işte. Şu kadarcık şehriye çorbası ne olur. Yahu “hıh” diye koklasam gider, çorbasından ne olur onun. (Şâban ağabey üç parmağını birleştirerek şehriye alır gibi gösteriyor. Ömer Özcan)
Yemedi demesinler diye veya yedi görünmek için…
Yani yemedi demesinler diye veya yedi görünmek için… Sanki ikinci hayat tabakasında yaşamış Üstad. Pişirdiğimi ben biliyorum, inanır mısın, bir haftada yediğini, ben bir öğünde yesem doymam. Mübalağa değil haa, şu kadar francala alıyorduk ki (yarım işareti) onun bütününü ben bir öğünde yiyordum, o bir hafta devam ediyordu, buna yeme denmez ki...
Benim Vahşim çok çalıştığı için çok yemesi lâzım
Bir gün eline bir fincan tereyağı almış “Fesübhanallah bu sefer ben çok obur oldum, bu bir haftada bitiyor” dedi. Hâlbuki ben koklasam bir haftada bitiririm onu. Ben de karşısında oturuyorum “sana kaç hafta yeter Şâban?” dedi. “Bilmiyorum Üstadım kaç hafta yeter” dedim. “Bana: “Benim Vahşim çok çalıştığı için çok yemesi lâzım, ben tembelim” diyordu.