Prof. Şerif Mardin, “Bediüzzaman Said Nursi” biyografisinde, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Said Nursi’nin görüşlerinde temel nitelikli bazı değişimler olduğunu, vicdan muhasebesi yaşadığını, siyasi yapılanmalarla iş yapmak yerine toplumun dini inancına hitap ettiğini belirtir.
20 yy.’ın İslam alimlerinin en başında gelenlerinden Bediüzzaman Said Nursi’nin Birinci Dünya Savaşı yıllarını Tarihçi Ramazan Balcı kaleme aldı. Balcı, Bediüzzaman’ın siyasi mülahazalarla İmparatorluğun harbe girişini eleştirenlerle hiçbir zaman katılmadığının altını çiziyor. Savaşın başlangıcında III.Ordu vaizi olarak görev yapan Nursi, talebeleriyle birlikte Doğu Cephesinde Rus ve Ermeni kuvvetleriyle bir çok sıcak çatışmaya da katılacaktır.
Ruslara esir düşen Nursi hayli sıkıntılı geçen esaret yıllarının ardından mütareke dönemini yaşayan İstanbul’a dönmeyi başarır. Balcı’ya göre Bediüzzaman’ın ayrılıkçı bir düşüncesi olması durumunda bu düşünceyi açıklamanın en uygun zamanı mütareke dönemiydi. Zira Osmanlı devleti parçalanmış, azınlıkların her biri kendi devletlerini kurmanın sevdasına kapılmışlardı. Oysa Bediüzzaman şartların hazır olduğu böyle bir dönemde ittifaka vurgu yapmış ve Kürt milletinin kaderini, Türk milletinin kaderi ile ortak görmüştür. Milli Mücadele’ye de açık destek veren Bediüzzaman’ın o dönemde İkdam gazetesinde çıkan yazısı bu tarihten sonra ortaya koyacağı misyonu tarif eden en orijinal örneklerden birisidir.
MEDRESESİNİ KAPATIP TALEBELERİ İLE BİRLİKTE CEPHEYE KOŞTU
Harp başladığında Osmanlı İmparatorluğu için elde çok fazla seçenek yoktu. İmparatorluk mali açıdan çökmüştü. Kendi imkânları ile ayakta durması neredeyse imkansız olan bir devletin, tarafsız bir politika uygulaması imkansızdan da öte bir şeydi. Kendisini Rus taleplerine karşı koruyacak hiçbir seçeneği de yoktu. Beklenen oldu, imparatorluk Almanya safında harbe girdi.
Harbin ilanından sonra alınan karar farklı kesimler tarafından acımasızca eleştirildi. Bediüzzaman siyasi mülahazalarla İmparatorluğun harbe girişini eleştirenlere hiçbir zaman katılmadı. Üçyüz milyon müslümanı temsil eden bir hilafet devletinin, zillet içinde düşmana teslim edilmesini kabul edemezdi. Harbin neticesi, harbin gereği yerine getirilmeden anlaşılamazdı. Medresesini kapatıp talebeleri ile birlikte cepheye koştu.
Bindokuzyüzlü yılların başında aktif siyasetin içinde olan Bediüzzaman eğitim faaliyetlerinin yanında imparatorluğun geleceğini ilgilendiren konularla da yakından ilgileniyordu. Umumi bir harbi çok uzak görmüyordu. 1913 kışında talebelerine: “büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor" demiş ve medresesinde, derslerin yanında silah eğitimi de vermeye başlamıştı. Bölgede artan Ermeni terörüne önlemek için kendince tedbirler alıyordu. “Kendi talebelerine mavzer tüfekleri bulup medresesi asker kışlası gibi silâhlar, kitaplarla beraber bulunduğu bir vakit, bir asker feriki geldi. Silahları görünce "Bu medrese değil, kışladır" diye silahlarına el koydurmuştu. Bir iki ay sonra harb-i umumî çıktı silahları geri verildi.
"SAİD‑İ KÜRDÎ'NİN MADDÎ VE MANEVÎ HİMMETİYLE"
Bediüzzaman 1914 Aralık ayında açılan Rus cephesinde III. Ordu vaizi olarak görev aldı. Bu tayinde doğudaki manevi şöhreti kadar İttihat ve Terakki üst yönetimi ile hürriyet döneminde geliştirdiği yakınlık etkili olmalıydı.
Kafkas cephesinde iki ay kadar şiddetli çarpışmalar yaşandı. Meşhur Sarıkamış taarruzu yapılmadan önceki günlerde, III. Ordu’nun 15 km kadar geri çekilmesi üzerine, yöre halkından toplanan Aşiret Süvari Alayları, ailelerini kurtarmak fikri ile dağılmışlardı. Bediüzaman’ın bunlara nasihatı tesirsiz kaldı.[i]
Bu cephede yaptığı hizmetler Van Valisi Cevdet Bey tarafından takdirle karşılanmıştı. Kendisine verilen vesikada, “Van fırkasının görmüş olduğu hizmet, tamamıyla Said‑i Kürdî'nin maddî ve manevî himmetiyle olduğu” özellikle vurgulanmıştı.[ii]
Sarıkamış Cephesinde özel katibi Molla Habip te Bediüzzaman’ın yanındaydı. Sipere döndükleri vakit, Molla Habib ile "İşârâtül-İ'caz"[iii] namındaki tefsirini tamamlamak için çalışıyorlardı.
Bediüzzaman Erzurum civarındaki muharebelerine ait bir hatırasını şöyle anlatmıştı: “Eski Harb-i Umumî'de Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber Rusya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir-iki dakika fasıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip yere çakıldı. Arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: "Molla Habib ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim." O da dedi: "Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim." İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlahî bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib'e dedim:
"Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz" dedim”.[iv]
RUS KAZAKLARINA KARŞI SALDIRI BAŞLATTI, 20 TALEBESİ ŞEHİT OLDU
Sarıkamış taarruzuna katılan Bediüzzaman, taarruzun başarısızlıkla neticelenmesi ve her iki ordunun eski sınırlarına çekilmesi üzerine Van’a döndü.
Rusların Ermenilerin desteği ile yürüttükleri şiddetli saldırılar sonrasında Van cephesinin çökmesi üzerine Van'ın tahliyesi gündeme geldi. Bediüzzaman Van kalesine çekilmek ve talebeleri ile şehid oluncaya kadar Rus saldırılarına direnmek fikrindeydi.
Ancak geri çekilen halkın korunması gerekiyordu. Van Valisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vestan kasabasına çekildi. Vestan’da oluşturduğu milis alayı ile geri çekilen halkı takip eden Rus kazaklarına karşı saldırı başlattı. Bu saldırılarda yirmi kadar talebesi ve İşarat‑ül İ’caz tefsirinin kâtibi Molla Habib’i kaybetti.
Bir haftalık direniş, Van halkına yeterli zamanı kazandırmıştı. Çok az bir zayiatla halk tamamen geri çekilmeyi başardılar.
Van’ın tahliyesinden sonra Bitlis’in Hizan kazasında başlayan Ermeni harekatını durdurmak için görevlendirildi. Üç ay süren şiddetli çarpışmalardan sonra Hizan’daki Ermeni ayaklanması tamamen etkisiz hale getirildi.
KADINLAR KÂFİLESİNİ ERMENİLERİN ELLERİNDEN ALDILAR
Hizan’ın köylerini basan Ermeni çetelerin katliama tatbi tuttuğu köyler ile ilgili bir arşiv belgesi, Bediüzzaman’ın Bitlis civarında oldukça etkin bir mücadelenin içinde olduğunu göstermekteydi.
“Önce Kötis’e geldiler burada nâhiye reislerine tezkire yazarak üç cihet teklîf etdiler. Bu reisler arasında şimdilik esîr veyâ telef edildiği şüpheli bulunan ve halk arasında Bediüzzaman Said-i Kürdî adıyla tanınan Molla Said de bulunuyordu. Bu teklîfler arasında ya teslîm olmak ya nâhiyeyi boşaltmak ya da işinize gelirse muharebe etmek vardı.
Bu teklîflerinden dokuz saat sonra 600 mevcûtla karyemize hücum ettiler. Cümlesi şapkalı ve asker elbiseli olduğundan Rus askeri var mıydı, yok muydu fark edemedik. Yalnız garîb insanlar çoktu. Bunlar ya Rus veya Rusya'dan gelen Ermenilerdi. Hiç bir ferd kalmamak üzere çoluk çocuk, erkek-kadın cümlemizi toplayarak Mezraa-i End'e götürdüler.
Sabah oldu. Bizler toplam 33 erkek idik. Seksen kadar kadın kız, çoluk çocuk ayrı bir kafile halinde Müküs'e gittik. Kadınlar kafilesi Çaçvan karyesinde bırakıldı. Erkek kafilesi, erkek çocuklar da dahil olmak üzere bir ferd geri bırakmadan o gece kılıçtan geçirildi.
Beni geri çevirdiler: "Sana çok para vereceğiz. Git, Molla Said’e ve diğer reislere söyle! Orada kalan Ermenileri bize teslîm etsinler ve şurasını da iyi anlat ! Artık boş yere telef olmakda fâyda yok! Zâten her taraf alındı. Ruslar tâ Haleb'e kadar gitdiler. Ermenistan tasdîk olundu. Gelsin bize teslîm olsunlar. Bir de orada asker olup olmadığını gel bize haber ver" dediler. Bunları söyleyen Dilo’ydu. Çeteler onun tarafından idare ediliyordu. Ben geri döndüm Çaçvan'a geldim. Bakdım ki bizim jandarmalar Kürd kuvvetinin reisi ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler. Dört beş saat çarpışmadan sonra kadınlar kâfilesini Ermenilerin ellerinden aldılar. Kadınlar perişan bir haldeydi.”[v]
Bitlis’in kazalarında Ermeni çeteleri ile mücadele eden Bediüzzaman, Rusların Muş merkezine girmesi üzerine karlı dağlara dökülen halkın geri çekilme yollarında güvenlik tedbirleri alınması ve Bitlis savunması için hazırlanmaktaydı.
Van ve Muş bölgesini işgal eden Ruslar üç fırka asker ile Bitlis üzerine hücuma geçtiler. Ellerinde bir tabur asker ve ikibin kadar gönüllü kaldığını gören Bitlis Valisi Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, geri çekilme kararı aldılar.
Bediüzzaman halkın güvenli bir şekilde geri çekilebilmesi için dört beş gün kadar Bitlis’in savunulması gerektiğini aksi halde büyük zayiat verileceğini ileri sürdü. Kumandan, Bitlis müdafaasının ancak Muş’un tahliyesi sırasında yolda terk edilen 30 kadar topun kurtarılması ile mümkün olabileceğini ileri sürmesi üzerine Bediüzzaman topların kurtarılması görevini üzerine aldı.
ÜSTÂD’IN ÖZ YEĞENİ UBEYD BENİM YANIMDA ŞEHİT DÜŞTÜ
Bitlis savunmasında yanında bulunan talebeleri esaret günlerini şöyle anlattılar: “Bitlis'i müdafaa için Muş taraflarında kalmış olan topları kurtarmak üzere, üç yüz kişilik gönüllüleri ile gittiklerinde, ben de içlerinde idim. Muş'un Ruslar tarafından işgal edildiğini, yolda öğrendik. Üstâd Bediüzzaman, bizleri ondörder kişilik mangalara ayırdı, her bir mangayı ayrı bir topu kurtarmak için görevlendirdi. Altı kişilik bir müfrezeyi de cephane kaçırmaya memur etti.
Biz top ve cephaneleri getirip, Bitlis‑Tatvan yolu üzerinde mevzilenmiş bir nizamiye taburuna teslim ettik. Bu arada Ruslar da üç koldan taarruza geçtiler, bizi Bitlis boğazında mahsur bıraktılar. Yedi gün geceli gündüzlü Ruslara karşı müdafaa yapıldı. Üstâd’a, bu harpte bir defada üç mermi yedi. Bunlardan birisi hançerinin kabzasına, diğeri tütün tabakasına, öbürü de sağ omzuna isabet etti.
O gün kumandan Kel Ali, Üstâd’a: “Herhalde hocam size kurşun tesir etmiyor” demişti.
Üstâd ise, “Allah insanı muhafaza ederse, değil kurşun, top mermisi bile onu öldüremez,” cevabını vermişti.
Bir hafta süren şiddetli çarpışmalardan sonra Bitlis’e giremeyeceklerini anlayan Ruslar Tatvan yolu üzerinden geri çekilmeye başlamışlardı. Bu arada Bitlis tamamen boşaltılmış çoluk çocuk kurtulmuştu
Ermenilerin rehberliğiyle geri dönen Ruslar, Bitlis'in güneyindeki Güzeldere yolundan ilerleyip Bitlis‑Siirt yolunu kestiler. Araplar köprüsünü de tuttuktan sonra gece yarısı, Bitlis'e tekrar saldırdılar.
Halk ile birlikte askerler de geri çekilmiş Bitlis’in içinde sadece Bediüzzaman ve yirmi beş kadar gönüllüsü kalmıştı. Gece yarısından sonra, Bitlis'in sokaklarında Ruslarla göğüs göğüse, el ele ateş ediyorduk. Arkadaşlarımız dört kişi müstesna hepsi şehit oldular. Üstâd’ın öz yeğeni Ubeyd benim yanımda şehit düştü”.[vi]
BEN MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİ ALEYHİNE ÇALIŞMAM
“Rus askerleri bizi dar bir çembere almışlardı. Biz dört arkadaş Üstâd’ın arkasından koşuyorduk. Üç dört defa etrafımızdaki çemberi yardık. Şehrin Kızılmescid yakasına geçmek istiyorduk. Önümüze kemer gibi bir duvar geldi. Üstâd o duvardan aşağıya atladı. Karın altında kalan büyük bir taşa çarpan Üstâd’ın bir ayağı kırıldı.
Üstad “Arkadaşlar! Kader bizi esir etti. Allahu a'lem bir bacağım kırıldı. Gelin, beni settareli bir yere götürün” dedi.
Biz hemen toplandık, Üstâd’ı üstü kapalı bir su arkının içine götürdük. Soğuk, kar, açlık, uykusuzluk, korku ve hiddet karışımı bir halet içinde 34 saat geçirmiştik. Kurtuluş umudu kalmayınca ruslara teslim olduk.
Bitlis Hükûmet konağında toplam yirmi yedi gün kadar kaldık. Orada yirmi beş kadar yüksek rütbeli subay ve memurlarımızın da esir edildiğini gördük”.[vii]
"Rus kumandanı, Üstad'a 'Siz tanınmış ve nüfuzlu bir kumandansınız. Aşiretlere birer mektup yazın, silâhlarını teslim etsinler. Anlaşma yapalım. Yine buraları onlara bırakıp gideriz' deyince, Üstad 'Siz Ermenilerin silâhlarını toplayın, onlar bizim himayemize girsinler, o zaman sizinle anlaşırız' dedi.
Rus kumandanı: 'Bitlis ve Muş civarında otuzbeşbin silâhlı Ermeni var. Bunların hepsinin silâhlarını toplamak imkânsızdır' dedi. Üstad hiddetlenerek, 'Biz bunlara bu kadar hürriyet verdiğimiz halde, başımıza bu felâketi getirdiler. Çoluk çocuk dinlemeden katliâm yaptılar. Geri kalan insanları da, çeşitli hilelerle onlara kırdırmak mı istiyorsunuz? Bütün dağ-taş senin askerlerinle dolsa, bundan sonra Deliklitaş'ı geçemeyeceksiniz' dedi.”[viii]
“Bitlis’ten Van’a getirilen Bediüzzaman’a Ruslar aşırı derecede hürmet ediyorlardı. Bunun sesebi onu Kürtlerin başına geçirerek doğuda kendilerine alet olacak bir yönetim kurmaktı. Ruslar bu niyetlerini Rus yanlısı bazı Kürt ağaları aracılığıyla Bediüzzaman’a açtılar. “Bitlis'te ayağı kırılıp esir düştüğü zaman, Sibirya'ya nakli için Van'a götürülen Bediüzzaman’a; Ruslara iltihak etmiş bazı ağalar, “Biz seni Rus kumandanından alırız. Fakat bize reis olup davamızı yürütecek isen...” dediler.
Bediüzzaman: “Ben Müslüman Türk milleti aleyhine çalışamam. Esareti riyasete tercih ederim” diyerek onları susturdu”.[ix]
BU GÂVURUN GÜLLELERİ BİZİ ÖLDÜRMEYECEK
Rusların siyasi oyunlarına alet olmayan Bediüzzaman, Van’dan Celfa, Tiflis, Kiloğrif, yoluyla Kosturma'ya sevk edildi. Bedüzzaman, eski Said diye adlandırdığı ilk hayatı ile ilgili çok az hatıra bıraktı. Bunlardan birkaç satıra burada yer verildi:
“Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus'un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek gibi bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan Kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler. "Aman çekilsin veya sipere otursun!" dedikleri halde; "Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek" dediğim ve hiçbir ihtiyat ve tedbire ehemmiyet vermeyerek o gençlik zamanında o zevkli hayatımın muhafazasına çalışmadım....”[x]
“1333’te harb‑i umumide en müthiş bir vaziyete giriftar olmuştum. İşarat‑ül İ’caz’ın müsvedde‑i evvelisi düşmanın elinde parça parça olmuştu. Bir defada dört mermi vücuduma isabet etti. Yaralı, ayağım kırık, su ve çamur içinde otuz dört saat ölüme muntazır kaldım.”
KOSTURMA’DA ESARET HAYATI
Tiflis üzerinden Sibirya içlerinde bulunan Kosturma’ya sevk edilen Bediüzzaman, bu bölgede iki buçuk sene kadar kaldı. Esaret günlerini anlattığı bir yazısında Kosturma’daki hayatından önemli kesitler sundu.
“Rusya'da Kosturma'da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: "Bu Kürd gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin." İki gün sonra geldi, dedi:
"Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle" dedi izin verdi.[xi]
“[Kamptaki] zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: "Neden bu haksız tedbiri yaptın?" Dedim: Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır”[xii]
"BEN MÜSLÜMAN ÂLİMİYİM. ONUN İÇİN KIYAM ETMEDİM.”
Bir gün Rus Başkumandanı Nikola Nikolaviç esirleri teftişe gelmişti. Bediüzzaman'ın önünden geçerken onun hiç ehemmiyet vermeden oturması, Başkumandanın dikkatini çekti.
Nikolaviç, tercüman aracılığı ile sordu
“Beni tanımadılar mı?”
“Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çar'ın dayısıdır. Kafkas cephesi başkumandanıdır.”
“O halde ne için hakaret ettiler?”
“Hâyır, affetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.”
“Mukaddesat ne emrediyormuş?”
“Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.”
“Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve Çar'ı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harb kurulunda sorgulansın”
Bu emir üzerine divan-ı harb kurulur. Rus Çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden hakkında idam kararı verilir. Ancak Bediüzzaman’ın pervasız ve asil tavırlarından etkilenen Nikolaviç, onun yüksek bir iman taşıdığı kanaatine varır.
“Beni affediniz! Sizin bana hakaret için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz. Tekrar tekrar rica ediyorum beni affediniz diyerek hadiseyi kapatır.[xiii]
Bu hadise 30 yıl sonra gazetelerde yayınlandığında Bediüzzaman olayın aslını doğrular. “O esaret hâdisesi aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga beni idam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus kumandanı tarziye için Rusça bir şeyler söyledi, ben bilmedim. Demek hazır bulunan ve bu hâdiseyi gazeteye ihbar eden Müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar "Affet" demiş”[xiv]
RUSYA'DA SAİD NURSİ'YE 'DİYANET REİSİ' DİYORDUK
Bediüzzaman, Kosturma’da geçen günlerine dair diğer bir kısım hatıratını da sonradan kaleme aldığı Lem’alar’da şöyle anlatır: “Harb-i Umumî'de esaretle, Rusya'nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri'nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri'nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt'asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri'nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî'yi gören ihtiyardır. Güya[xv] ‘öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırır’ sırrına mazhar olarak, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me'yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur'an-ı Hakîm'den imdad geldi; dilim[xvi] “hasbünallahu ve ni’mel vekil” dedi, kalbim de ağlayarak
“Garibim, kimsesizim, zaif ve güçsüzüm, af istiyor, eman diliyorum Allahım senin dergahından meded bekliyorum” dedi.
Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî[xvii] gibi dedim:
"Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp, Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost! diye, dostları arıyordu. Her ne ise... O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za'f u aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za'f u aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya'ya uğrayarak İstanbul'a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim”.[xviii]
Bediüzzaman esaret kampında da yüksek bir dava adamına yakışan tavırlar sergiledi. Şartların değişmesi O’nun davranışları üzerinde olumsuz bir etki yapmıyordu. Esaret kampını birlikte paylaştıkları bir asker onu şöyle anlattı.
"Havalar çok soğuktu. Orada gece-gündüz belli olmuyordu. Güneş batmazdı. Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına rağmen geceleri dersler veriyor, değişik kamplara gidip kitap okuyordu. Gündüzleri namazları bize kendisi kıldırıyordu. Önce müdahale edip, kıldırmadılar. Sonra Üstad onlara bir şeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz Ona 'Diyanet Reisi' diyorduk. O Rus nöbetçilerine bile din anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla Said Efendi, bize hep moral veriyor, 'üzülmeyin, kurtulacağız’ diyordu. Ben Üstad'ın Sibirya'da geceleri uyuduğunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir şeyler not ediyordu”.
Bediüzzaman’ın esareti ile zamanın İttihat ve Terakki[xix] hükümeti yakından ilgilendi. Osmanlı Hilal‑i Ahmer Cemiyeti aracılığı ile kendisine bir miktar para gönderildi.[xx]
Bediüzzaman da Rusya’nın içten içe kaynamakta olduğunu ve Bolşevik ihtilalinin yakınlaştığını bir vasıta ile Enver Paşa’ya duyurdu. Bu bilgiler o günler için oldukça önemliydi.
ESARETTEN KURTULUŞU
İmam Bediüzzaman, esaretten kurtuluşunu bazı yakınlarına şöyle anlattı:
“Ben Rusya’da esirken, firar edeceğim günlerde, her zaman kamp içine girip çıkan Arap kıyafetli bir adam bana bir gün dedi ki; “Sen buradan kaçmak ister misin?”
Ben dedim: “İsterim ama nasıl kaçayım? Kampın etrafındaki surdan nasıl çıkarım?”
O dedi: “Bu iş kolay. Ben sana elbisemi veririm, giyersin ve çıkarsın, kimse sana bir şey demez. Surun dışında buluşur, sana yolu târif ederim,” dedi.
Ben onun elbisesini giydim ve surun kapısından çıktım. Kimse bir şey demedi. Sonra o zat geldi, elbisesini iade ettim. Bana yolu tarif etti, gittim, gittim. Bir ormanın içine daldım, orada yolu ve yönü kaybettim. Sonra orada otlayan bir ineğe rast geldim. Bu hayvan herhalde insanların olduğunu gösterir diye, hayvanı yürüttüm, ben de arkasından yürüdüm. Biraz gittik, bir mağaraya geldik. Hayvan mağaraya girdi. Bende arkasından girdim. İçerde pir‑i fani ihtiyar bir zat vardı. Selam verdim. O da benim ismimi, künyemi, lakabımı söyleyerek “Ve Aleykümüsselam!” dedi. Beni oturttu, “herhalde karnın açtır” dedi. “Ama benim yiyeceğim ekmeğim bitmiş. Ben sana şu ineğimden biraz süt sağayım, onu içersin” dedi. Sütü içtikten sonra, bana dedi ki: “Büyük musibetler, felaketler gelecek. Bunları def'edecek üç şey vardır:
Birincisi: Her yerde seslice Ezan‑ı Muhammedî okumak.
İkincisi: Cemaatle namaz kılmak.
Üçüncüsü: Kur’ân derslerini vermek ve almak.”
Daha sonra, o ihtiyar zat bana yolu tarif etti, izin isteyerek ayrıldım.”[xxi]
ESARET DÖNÜŞÜ İSTANBUL HAYATI
Leningrad'dan Almanya sınırına gelen Bediüzzaman bir müddet Alman askerî karargâhında kaldı. Petersburg, Varşova ve Viyana’ya uğradıktan sonra Sofya üzerinden trenle 1918 Haziran ayında İstanbul'a geldi.[xxii]
İstanbul’a döner dönmez kendisine haber verilmeden, Meşihat dairesindeki "Dar’ül-Hikmet’il İslâmiye"[xxiii] âzalığına tâyin edildi ayrıca “Mahreç” [xxiv] payesi ile taltif edildi. Esarette çok sarsılmış ve sinirleri yıpranmıştı uzun bir süre görevine başlayamadı.
Bediüzzaman’ın İstanbul’daki son günleri, altı yüz yıllık İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun da son günleriydi. Ardı ardına yıkılışlar, çöküşler, kopuşlar yaşanıyordu. Gerek aydın kesimde, gerekse halkın vicdanında büyük bir karamsarlık hakimdi.
Bediüzzaman’ın etkin muhalefeti karşısında İngilizler kurumu kontrol altına alamadı
30 Ekim 1918’de yapılan mütareke ile Osmanlı Orduları silah bıraktı. Bu tarihten sonra İslam topraklarının büyük kısmında olduğu gibi İstanbul’da da işgal günleri başladı. Bu dönemde İngilizlerin nüfuzu oldukça kuvvetliydi. Sair devlet kurumları gibi Darulhikmet’i de siyasî amaçları doğrultusunda kullanmak istiyorlardı. Ancak Bediüzzaman’ın etkin muhalefeti karşısında İngilizler bu kurumu kontrol altına alamadılar.
Mütareke döneminin karmaşası içerisinde her unsur, her azınlık ana gövdeden bir şeyler koparmak için çalışmaktaydı. Rum, Arap, Acem demeden bütün azınlıklar ayaklanmıştı.
KÜRT-ERMENİ İTTİFAKINA KARŞI ÇIKTI
Bu günlerde İstanbul gazetelerinde bir haber neşredildi. Habere göre Paris merkezinde Kürtlerle Ermeniler ittifak anlaşması imzalamıştı. İkdam gazetesi 22 şubat 1336 (7 Mart 1920) tarihli nüshasında konu ile ilgili bir anket yayınladı ve okuyucularının görüşlerini sordu.
Bu haber üzerine Bediüzzaman ile iki arkadaşı aynı gazetede olayı protesto ettiler. Protesto yazısı aynen şöyleydi:
"Sayın İkdam Gazetesine
Önceki gün gazetelerde Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni Heyeti Başkanı Boğos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan’ın birleşmesine yönelik bir anlaşmanın imzalandığı haberleri yayınlandı. Ve Kürt halkının bu konudaki düşünceleri soruldu.
Dört buçuk asırdan beri İslâmiyetin emrettiği birlik içerisinde İslam’ın fedakâr ve cesur bir hadimi ve taraftarları olarak yaşamış ve dinî ananesine sadakati, hayatlarının gayesi bilmiş olan Kürtler, henüz beşyüzbine yakın şehitlerinin kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarının acı hatıralarını üzüntü içinde anarken; İslâmiyet’in zararına olarak, tarihî ve hayatî düşmanlarıyla birleşmek suretiyle; dine bağlılıklarındaki kuvvetin aksine ayrılıkçı bir düşünce takip edemezler
Kürt kavmi millî vicdanlarında yaşayan hissiyatlarına aykırı hareket eden bu zatları tanımazlar. Onların yegâne emelleri dinî ve millî birliklerini muhafaza etmektir. Konunun bu şekilde kamuoyuna duyurulmasını gazetenizden istirham ederiz.
Sadat‑ı Berzenciyeden Dava Vekili Ahmed Arif ;
Hizan Sadat‑ı Kiram’ından, İhtiyat Binbaşısı Muhammed Sıddık;
Ulema‑yı Ekrâddan Said‑i Kürdî [xxv]
İkdam gazetesinde yayınlanan bu protesto yazısı zaman zaman Bediüzzaman aleyhinde ileri sürülen ayrılıkçı - Kürtçü iddialarına güzel bir cevaptır.
Bediüzzaman’ın ayrılıkçı bir düşüncesi olması durumunda bu düşünceyi açıklamanın en uygun zamanı mütareke dönemiydi. Zira Osmanlı devleti parçalanmış, azınlıkların her biri kendi devletlerini kurmanın sevdasına kapılmışlardı. Bütün şartların hazır olduğu böyle bir dönemde ittifaka vurgu yapması ve Kürt milletinin kaderini, Türk milletinin kaderi ile ortak görmesi Bediüzzaman’ın bu tarihten sonra ortaya koyacağı misyonu tarif eden en en orijinal örneklerden birisidir.
PAPAZIN KÜSTAH SORULARINA CEVAP VERDİ
İşgal kuvvetleri ile İstanbul’a gelen Angilikan kilisesine mensup bir papaz, küstah bir şekilde bazı sorular sormuştu. Bu zor günde konuşmak yine Bediüzzaman’a düştü:
“Ben o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye'nin âzası idim. Bana dediler: "Bir cevap ver." Ben de dedim (...) O devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün merhametsiz yüzüne!.." [xxvi]
İstanbul hükümetinin Anadolu’da başlatılan Milli Mücadele aleyhindeki tutumu dikkate alındığında onun bu türden davranışlarının değeri daha iyi anlaşılır. Bu ve benzeri çalışmaların etkisi ile Saray erkanını elde eden İngiliz siyasetinin, İstanbul’u Anadolu’dan koparma planları başarısız kalacaktır.
İngilizler desiseleriyle Şeyh-ül-İslâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman, "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti ile; İngilizlerin Âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki sömürgecilik siyaseti, entrikaları ve tarihî düşmanlığı üzerinde durmuş, Anadoludaki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemişti. Saray çevresinden Anadolu hareketi aleyhinde yayılan haberlere itimat edilemeyeceğini şöyle vurgular. “Alem-i İslamı Anadolu için, Anadolu’yu İstanbul için, İstanbul’u da saltanat için feda etmek gibi bir ihaneti değil Vahdeddin gibi dindar bir zat, belki halife unvanını taşıyan en facir bir adam da isteyerek yapmaz, “demek, [Vahdeddin] mükrehtir. (tehdid altındadır) O halde ona itaat, adem-i itaattir (itaat etmemektir)”[xxvii]
İngiliz işgalinin siyasî baskısı altında bulunan Meşihat Dairesi’nin, Millî Mücadele aleyhinde bir fetva yayınlaması üzerine gazetelerde şu mealde bir beyanatı yayınlandı:
“Sual: Anadolu aleyhinde çıkan fetvaya ne dersin?
“Sebep ve sonuçları itibarıyla genel bir hüküm olsa fetva sayılabilir ve bir özür teşkil ederdi. Fetvanın hüküm vermekten (kazadan) farkı mevzusunun genel olması, belirli şahıslarla ilgili olmayıp, belirli taraflar arasında bağlayıcı bir hüküm taşımamasıdır. Kaza ise, tarafları bellidir. Ve sonuçları bağlayıcıdır.
Şu fetvada ise, taraflar bellidir. Kim görse kastedilenleri hemen anlar. Hem halkı onların aleyhine sevk etmek için verildiği açıktır
Madem ki, şu fetva yalnız bir fetva değil aynı zamanda bir hükümdür (kazadır). Bu durumda iki tarafı da dinlemek zorunludur. Siyaset bilimciler ve alimlerden kurulu bir heyet her iki tarafın da iddialarını ve delillerini dinlemeli, İslamiyet’in yararı dikkate alınarak bir karar verilmeliydi.
Zaten şimdi bazı hakikatler suret değiştirmişler. Zıtlardan biri diğerinin ismini almış... Zulme, adalet, Cihada, isyan... Esarete hürriyet namı veriliyor.”[xxviii]
BEDİÜZZAMAN’IN DÜNYA SAVAŞI HAKKINDAKİ GENEL DEĞERLENDİRMELERİ
Yukarda genel hatları ile ortaya koyduğumuz, Bediüzzaman’ın cihan harbi ile ilgili hatıralarından ayrı olarak, onun cihan harbi hakkındaki genel değerlendirmeleri üzerinde durmak, konunun tamamlanması açısından önemlidir.
Osmanlı devletinin Cihan harbine girişini eleştirenlere kesin olarak katılmaz. "Haksız olarak harbe girildi. Hasmımız haklı idiler. Cihad değildi" şeklinde ileri sürülen bir iddiayı “Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek meş'umdur. (uğursuzluktur) Öyle ise iki milyon evliyaullah olan şühedayı inkâr etmek ve kanları heder saymak meş'umların en meş'umudur. Zira bu hüküm iki milyon şühedanın şahadetini inkârdır.” [xxix]
“Mağlubiyet biliniyordu, en azından biz biliyorduk. Bizi bilerek belaya attılar” şeklindeki bir görüşe de "Acaba Hindenburg gibi dehşetli -askerî dehalar- nazarında nazarî kalmış olan gaye-i harb, sizin gibi acemilere nasıl mâlûm ve bedihi olabilir?” diye sorar. Muhaliflerin fikir olarak ileri sürdüğü düşüncelerin siyasetin çirkin ve zalim yöntemlerinden birini ortaya koyduğunu ima eder. Siyasetçi muhalifinden intikam almak arzusu ile, devletin, milletin mahvolmasını arzu eder. Sonuçta kendi haklılığını iddia edebilsin ister. Kendi ikbalini, devletin batmasında görenlerin arzularını, fikir olarak ileri sürdüklerine vurgu yapar. Bu tür siyasetçilerden birinin intikam hırsıyla bir kere ağzından çıkan 'İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak' sözünün doğruluğunu göstermek için İslâm’ın perişaniyetini arzu edip alkışladığını düşmanın vurduğu darbelerden lezzet aldığını ileri sürer. [xxx]
Osmanlı devletinin felaketi İslam aleminin istikbaldeki saadeti ile telafi edilecektir
Harpten sonra ittihatçıların acımasızca eleştirilmesine de karşı çıkar. İstanbul’a hakim olan İngiliz siyasetinin kıyasıya İttihatçı liderleri eleştirdiği günlerde daha tutarlı bir davranış ortaya koyar. İngiliz siyaseti onların azim ve sebatlarını, vatanın savunması için ortaya koydukları olağan üstü gayretleri ve İngilizlerle işbirliği yaparak İslamiyet aleyhinde bir rejiminin Müslümanlara kabul ettirilmesi siyasetine alet olmadıkları için eleştirmektedirler. Oysa bunlar onların iyilikleridir. Böyle bir durumda onları eleştirmek İngilizlerin hesabına geçer. Bediüzzaman bu görüşünü “Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam, nazarımda vuran da sefildir" cümlesi ile özetler.
İslam aleminin cihan harbindeki mağlubiyetini bütün bütün musibet olarak görmez. Bazı musibetlerin neticesinin saadet olduğuna vurgu yapan Bediüzzaman, Osmanlı devletinin felaketi İslam aleminin istikbaldeki saadeti ile telafi edilecektir der. Bu büyük musibet İslam milletlerinin hayat pınarı olan, İslam kardeşliğinin inkişafına sebep olacaktır.
Osmanlı devletinin harpten galip ayrılması durumunda İslam alemini fıtratına aykırı olarak, batı medeniyetinin semavi kanunları inkar eden esaslarını kabul etmeye zorlayacağı, batının müstebid bir ortağı olacağı tesbitini yapan Bediüzzaman, bu medeniyetin ömrünün kısa olduğunu ileri sürer. İslam alemi kısa olan hazır zamanı kaybetmiş ancak geniş olan istikbali kazanmıştır.
Dr. Ramazan Balcı
[i] Süleyman İzzet Yeğinatı, Aşiret Süvari Alayları
[ii] Badıllı, aynı eser, s. 375 (Abdülmecid Nursî’den nakil)
[iii] Bediüzzaman için cihadın büyüğü cehalete karşı karşı yapılan cihaddır. Yeri geldiğinde silaha sarılan İmam Bediüzzaman bu esnada da kalemi elinden bırakmamıştır. Harp cephesinde yazılan bu harika tefsir ilk defa 1918 yılında İstanbul’da Evkaf-ı İslamiye matbaasında basılmıştır. Takip eden yıllarda bir çok baskısı yapılan eser Türkçe’ye çevrilmiş. 1974 yılında Beyrut’ta, 1987 yılında da Irak’ta yayınlanmıştır. İşarat’ül- İ’caz halen Ezher Üniversitesi’nde ders kitabı olarak okutulmaktadır.
[iv] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, II, s. 14
[v] HR.SYS. 2872/2, BELGE 167-175
[vi] Erdem, Rahmi, Davam, Timaş, İstanbul 1993, s. 195-196
[vii]Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, s. 391
[viii] Molla Münevver, Şahiner, 1/71
[ix] Badıllı, c. I, s. 293, (Kardeşi Abdülmecid’in not defterinden)
[x] Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s.13
[xi] Bediüzzaman, Şualar, s. 527
[xii] Bediüzzaman, aynı eser, s. 321
[xiii] Abdürrahim Zapsu, “Bediüzzaman’ın Akıllara Hayret Veren Bir Seciyesi”, Ehl-i Sünnet Mecmuası, 15 Teşrin-i Evvel 1948
[xiv] Bediüzzaman, Şualar, s. 523
[xv] "Çocukları ihtiyarlatan bir gün." Müzzemmil Sûresi, 73/17.
[xvi] "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir." Âl-i İmrân Sûresi, 3/173.
[xvii] Niyazi Mısrî, (1618-1694 m.) Türk tasavvuf tarihinin önde gelen isimlerindendir. Malatyalıdır. Tahsilini Mısır’ın el Ezher Medresesinde tamamladığı için “Mısrî” lakabını aldı. Divanı ve Risalet’ül-Hasenenyn, Mevaid’ül-irfan ve Avaıd’ül-ihsan, Hediyye’tül-ihvan gibi eserleri vardır.
[xviii] Bediüzzaman, Lem’alar, Envar Neşriyat, İstanbul 1996, s. 235
[xix] İttihad ve Terakki, "Terakki ve ittihad" ismiyle ilk defa l890 tarihinde ve İstanbul Askeri Tıbbiyesinde Doktor Abdullah Cevdet, İshak Sukutî ve İbrahim Temo tarfından kurulmuştur. Örgüt alınan bütün tedbirlere rağmen yirmi yıla yakın bir sürede ordu içindeki örgütlenmesini tamamlamış ve İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinde etkin bir rol üstlenmiştir. Sultan Abdülhamid’in hal’ine sebep olan 31 Mart olayından sonraki siyasî gelişmelerde cemiyetin rolü artarak devam etmiştir. Nihayet 23 Kanunusani l9l3 Perşembe günü yapılan Bab-ı Âli baskını ile kanlı bir şekilde hükümeti ele geçirmiştir. İttihad ve Terakki bu tarihten sonra üzerinde çok tartışılan kararlar almıştır. Acımasız bir şekilde sürdürülen siyasî istibdad ve muhalifleri sindirme hareketi, Sultan Abdülhamid’in zayıf istibdadını gölgede bırakmıştır. Birinci Cihan Harbine girme ve savaşta alınan sonuçlardan bu parti sorumlu tutulmaktadır. Nihayet l4 Teşrinievvel l9l8 Pazartesi günü yapılan ateşkes anlatması üzerine önde gelen liderleri ülkeyi terk etmiştir.
İttihat ve Terakki bir bakıma imparatorluğun insan mozayiğini yansıtır. İçlerinde her biri kendi ırkı için çalışan çok sayıda etnik grup vardır. Avrupa’dan gördüğü dış desteğe paralel olarak teşkilat içerisinde masonların etkisi de artmıştır. Enver Paşa ve Niyazi Bey gibi dindar milliyetçi kesimin etkileri sınırlı kalmıştır. Günümüze, askerî ve sivil komitelerle, demokratik hakların engellenmesi geleneğini miras bırakmıştır.
[xx] Badıllı, , C I, s. 410
[xxi] Badıllı, C I, s. 418
[xxii] Şahiner, Bilinmeyen Tarafları ile Bediüzzaman Said Nursî, s. 181
[xxiii] Dar’ul-Hikmet, 25 Ağustos 1918 tarihinde açılmıştır. Açılış nutkunda dairenin görevi “Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere dinin ruhsat ve müsaadelerini araştıracak, aynı zamanda dinin esas ve zaruretlerinden ve İslam’ın yüce hükümlerinden sapmayı önleyerek insanları Allah’ın metin ipine sarılmaya teşvik etmek” olarak tarif edilmişti. Devrin tanınmış alimlerini bünyesinde toplayan daire bir İslam akademisi hüviyetindeydi. 1922 yılında lağvedildi. (bkz. Albayrak, Sadık, Son Devrin İslam Akademisi, Şamil Yayınevi, İstanbul 1972)
[xxiv] Mahreç payesi, İlim adamlarına verilen rütbelerden birinin adıdır. Kibar-ı müderrisinden büyük; Mısır, Şam, Edirne, Bursa, Filibe (bilad-ı hamse) kadılıklarından küçük sayılırdı.(bkz. Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C II, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s. 385)
[xxv] Mufassal, s 517 (metin sadeleştirilmiştir)
[xxvi] Bediüzzaman, Mektubat, s.. 417
[xxvii] Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Nesil yay, s. 2057
[xxviii] Bediüzzaman, Sunuhat, Tuluat, İşaret, Envar Neşriyat, İstanbul 1996, s. 81(Metni sadeleştirmek istedimse de tam olarak beceremedim. r.b.)
[xxix]Bediüzzaman Sunuhat, Tuluat, İşaret, s.109
[xxx] Aynı eser, s. 217