Risale Haber-Haber Merkezi
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Tunus, Mısır ve Libya ile başlayan hürriyet hareketlerini değerlendirdi. Bediüzzaman Said Nursi'nin görüşleri ışığında değerlendirmeyi yapan Akgündüz, Bediüzzaman ve talebesi Zübeyir Gündüzalp'in "Birleşik İslam Devletleri" hedefine dikkat çekti.
İşte Prof. Akgündüz'ün yazısı:
İSLAM ĀLEMİNDE MAYDANA GELEN OLAYLAR VE BEDİÜZZAMAN’IN TESBİTLERİ
Son zamanlarda İslam âleminde meydana gelen olaylar herkesin dikkatini çekmekte ve farklı kesimler tarafından bazı tahliller ve tesbitler yapılmaktadır. Biz iman ediyoruz ki, Mevlānā Hazretlerinin dediği gibi, havada uçuşan okları gördüğün zaman o okların tesadüfen uçuştuğunu sanma ve onları nişan alıp atan okçuyu düşünmeden geçme.
İslam âlemindeki olaylar bu uçuşan oklara benziyor ve inanıyoruz ki, bu hadisat perdesinin altında kader-i ilahinin hikmetleri ve sırları gizlidir. İşte bu hikmetlere ve sırlara bu makalemizde, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin nazarıyla bakmaya çalışacağız.
1. 21. Asır’da Tamamıyla Akıl ve İlim Hükmedecek; Hâkim, Hükümlerini Akla ve İlme Tesbit Ettiren Kur’an olacaktır
Bediüzzaman, 1911 yılında aralarında 100’den fazla alimin de bulunduğu Emeviye Camisindeki 10.000 kişinin üzerindeki cemaate şu müjdeyi vermektedir: "….akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.’’[1]. Gerçekten de başta Mısır olmak üzere Libya, Tunus ve benzeri İslam ülkelerinde meşveretin yani günümüz ifadesiyle demokrasi ve insan haklarının yolunu açan en mühim kapı, Twitter, Facebook ve benzeri Second Life yani İkinci hayat tabir edilen teknoloji ve bilimin meyveleri olmuştur.
Mısır’daki askeri idarenin başbakan değişikliğini dahi Facebook yoluyla ilan etmesi manidardır. Artık dünyada hiçbir şey gizli kalmayacaktır. Diktatörlükler devri böylece kapanacaktır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle biz Müslümanlar "hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi' san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa'ya’’ [2] asla karşı olamayız. Adalete ve hakkaniyet hizmet eden insanlığın sosyal ve siyasi hayatına faydalı sanatlar arasında ikinci hayat diye özetleyebileceğimiz, Facebook ve Twitter’lar da girmektedir.
Bu konuda en önemli bir gelişme de şudur: Hem 2008’de yaşanan global ekonomik kriz ve hem de Türkiye ve Malezya gibi Müslüman devletlerin endüstride, teknolojide ve fen bilimlerinde Avrupa ile yarışır hale gelmesi, İslam alemiyle alakalı ümitleri daha da kuvvetlendirmektedir. Bedizüzzaman Hazretleri, bir tesbitinde, "Biz fakiriz, hafifiz; Avruplaılar şimendifer ile yürüdüler ve bizi geçtiler; ancak biz balona uçup onları geride bırakacağız.’’ diye haykırmaktadır.
Gerçekten de teknolojinin bazı altyapılarında, on yıllık Avrupa altyapıma dayanarak söyleyebilirim ki, Türkiye çok ileri adımlar atmış ve çoğu Avrupa ülkelerini geçmiştir. Alman Başbakanı Merkel’in 2011 Cebit Fuarında bakanımıza hitaben söylediği, "Bu teknolojiler sizin mi?’’ cümlesi de bizi teyit etmektedir. Bunu vurgulayan Bediüzzaman "Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san'at silâhıyla i'lâ-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.[3]
2. Risale-I Nur, İslam Alemi ile Türkiye Arasında Köprü Olmuştur
Risale-i Nuru okuyanların hatırlayacağı üzere, Risale-i Nur’un iki ana hedefi bulunmaktadır:
Birincisi; "Hıristiyan dînini mağlûb eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı mânevî istilâsına mukabil Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir.’’[4] Eğer Türkiye, bütün dünyayı inim inim inleten ve milyonların hayatına mal olan komünizm belasından kurtuldu veya az yaralar ile bu belayı savuşturduysa, bunda Risale-i Nur adlı eserlerin payları elbetteki büyüktir.
İkincisi: "Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek’’ ve "eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmek’’ noktalarında Risale-i Nurun oynadığı rol ortadadır. [5] Mevcut beşerî medeniyetler, cemiyeti teşkil eden fertler arasındaki bağı ırkçılık ve menfî milliyet olarak görür. İslâm'ın getirdiği medeniyette ise, cemiyet fertlerini birbirine bağlayan bağlar, din ve vatan birliğidir. Menfî milliyet ve ırkçılığın neticesi, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüz ve zulümdür. Amerika'da Kızılderili ve Zencilere, Güney Afrika'da Zencilere ve Rusya'da ise Slav kökenli olmayan insanlara reva görülen zulümler, bunun en bâriz ve çirkin misalleridir.
İslâm medeniyeti, fertleri kaynaştıracak ve birleştirecek en sağlam bağın din bağı olduğunu ilan ettiğinden dolayı, İslâm kardeşliği gündeme gelmiş ve on dört asırdır yaşanan olaylar da bu kardeşliğin bütün dünya Müslümanlarının bir milletin efradı gibi aynı çatı altında topladığını isbat etmiştir.
1989 senesinde Hacc münasebetiyle görüşme fırsatını bulduğum Sudan Şeyhülislamı ile aramızda geçen şu muhâvere, İslâm kardeşliğinin hâlâ bizler için en mühim bir tesânüd sebebi olduğunu açıkça göstermektedir: Bana sordu: Yeni Cumhurbaşkanınız ne zaman seçilecek? Ekim sonunda cevabını verince, şu soruyu yöneltti: “Acaba seçilmesini istediğiniz birisi var mı? Varsa ismini verebilir misiniz?” Bu sorular karşısında şaşkınlıkla sordum; neden bu kadar ısrarla soruyorsunuz? Neden? Cevap çok
manidar: “Gece namazlarında ve sabah namazlarından sonra dua edelim diye soruyorum; zira bu mesele sizin kadar bizi de ilgilendiriyor. Siz bin senedir âlem-i İslâm'ın bayraktarı ve bizim ağabeyimiz idiniz. Şu anda 60 senedir biz sahipsiz kaldık.”
Bu hadise tarihde yaşanan binlercesinden bir tanesidir. Tarih boyu, ne zaman Avrupa devletleri bize iğne batırsa, alem-i İslâm bağrına hançer saplanmış gibi tepki göstermiştir. Bazı istisnaî olaylarla bu manayı inkâr etmek mümkün değildir. Kur'ân buyurmuyor mu “Elbette bütün müminler kardeştir”[6] diye.
Şu anda İslam âlemi bu kardeşliğin yeşerdiğini yaşamaktadır. Hatta hem Avrupalılar ve hem de İslam âleminin kahir ekseriyeti, Türkiye’nin rol model oluşunu olumlu manada tartışmaya başlamışlardır. Başta Ezher uleması olmak üzere İslam aleminde alimlerin Risale-i Nura sahip çıkmaları ve Nurların yüze yakın dile tercüme teşebbüsleri bunun en canlı misalleridir.
3."Birleşik Müslüman Devletler Topluluğunu" Gerçekleşeceğini Bediüzzaman Meşverete Uyulması Şartıyla Müjdelemiştir.
Bildiğiniz gibi İslam’ın tavsiye ettiği belirli bir devlet şekli yoktur. Belki idarede tamamen meşveret prensibi hâkimdir. İslam âleminin kurtuluşu ancak bugün demokrasi veya hukuk devleti diye ifade edilen ve İslamiyet’te meşveret prensibi olarak bilinen usulle mümkündür. Bediüzzaman’ın meşveret ile kastettiği de budur: "Asya kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz belki dört yüz milyon İslam’ın
ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüt eden hürriyet-i şer'iyedir.’’[7]
Devletin işlerinin yürütülebilmesi için İslam’ın öngördüğü bir “şûrâ meclisi” vardır. Devlete ait önemli işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an âyetleri ve hadisler, gayet kesin ve açıktır. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. İslâm hukukçuları, “şûrâ meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığı içindedirler. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. Ancak Kur’an’ın bu müesseseye verdiği önem ortadadır.[8]
Sosyal münasebetlerin çoğalması, devlet işlerinin artması ve her sahada mütehassıs kimselere ihtiyaç duyulması sebebiyle “şûrâ” görevinin, branşında uzman olanlardan seçilmiş üyelerden meydana gelen milletin kalbi hükmündeki bir meclis tarafından ifa edilebileceği görüşü, Tanzimat sonrasında ağır basmış ve Osmanlı Meclis-i Mebusanının kurulması ve Meşrûtiyetin ilanında bu görüş şer’î bir dayanak teşkil etmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivinde konuyla ilgili çok kıymetli vesikalar bulunmaktadır.[9]
Bediüzzaman bu noktayı Sünühat adlı eserinde vuzuha kavuşturmuştur; yani İslam hukukunun da birkaç
kişiden oluşan şura meclisleriyle devam edemeyeceğini ve bunun daha umumi bir meclise bırakılması gerektiğini vurgulamıştır: "Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta'dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona uygun olup, bir şûra-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı
müstakime sevk edebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.’’[10]
Bediüzzaman 1915’li yıllarda ve bugün İslam Konferansı Teşkilatına bağlı 56 Müslüman devlet yokken bunların doğacağını ve bu doğuşun aslı İslamın bayramı olacak Birleşik İslam Devletlerine mukaddime
teşkil edeceğini söylemesi de çok manidardır. Ben bu kargaşalı olayların, İslam’ın bayramı olacak büyük hadisenin doğum sancıları olduğuna inanıyorum. Şu tesbitleri tekrar tekrar okumak gerekiyor: "çok zamandanberi esaret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâm'ın
büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde; Hind'de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye (Pakistan’ın kasdediyor), Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye (Endonezya’yı kasdediyor) ve Arabistan'da dört-beş hükûmet (henüz o tarihte var olmayan Suudi Arabistan, Ürdün, Irak, Suriye, Lübnan, Yemen, Mısır ve Körfez Ülkelerini kasdediyor) bir cemahir-i müttefika gibi, Arap birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâm'ın bu büyük bayramının mukaddemesini’’[11] teşkil etmektedir.
Bediüzzaman’ın bu İslam âleminin büyük bayramının tahakkuku için bütün Müslümanlardan isteği şudur: "Hikmet ezel ufkundan kaderin parmağını kaldırmış, size emrediyor ki: Tefrika ile her tarafa dağılarak
kuruyan ve buharlaşan su gibi, katre katre zayi' olan hamiyet ve kuvvetinizi İslâmiyet milliyeti ile birleştiriniz İslamın haşmet ve şevket güneşini cemahir-i müttefika-i İslâmiyenin (Birleşik İslam Cumhuriyetleri) tarzında tahakkuk ettirip koruyunuz."
Şu cümleler, sanki bugün İslam aleminde esaret ve tahakküm altında ezilen Müslüman milletlere açıkça seslenmektedir: "Hem de hürriyet-i şer'iye denilen ve sosyal hayatınız için zaruri olan, Sübhan ve Ağrı Dağları gibi istikbalin zirvelerinde ve tepelerinde ayağa kalkmış, nefsin esareti altına girmeyi yasak etmiş ve gayre tecavüzü tecviz etmeyerek İslam’a dayanan hürriyet-i şer'iye, yüksek sadâ ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve dağınık insanlara fen ve san'at silâhıyla "cehalet ve fakirliğe hücum ediniz" emrini veriyor.’’[12]
50 yıldır bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, kendi içinden diktatörlerin elinde mazlum durumuna düşen Müslüman Arap kardeşlerimizi mevcut halini 100 sene önce öngören Bediüzzaman, özellikle Araplara farklı bir şekilde seslenmektedir:
"Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi yeryüzünün yarısında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.’’
Üstad’ın bu sözlerini yorumlayan Zübeyir Ağabey de aynı manayı haykırmaktadır: "Ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslam Cumhuriyetleri) de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.’’[13]
Avrupa ve Amerika’nın korktuğu da budur. Ancak onların da korkmasına gerek yoktur; zira İslam’ın bu büyük bayramında onların da payı olacaktır.
DİPNOTLAR:
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 27 vd.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 17. Lem’a, Beşinci Nota.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 28 vd.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 494.
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 494.
[6] Kur’ân, Hucurât., 10.
[7] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, sh. 60, Altıncı Kelime.
[8] Kur’an, Al-i İmran, 159; Şûrâ, 38; Nebhan, 161-162; Ebu Fâris, 79-92.
[9] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Evrakı Tasnifi, No: 23-1516, 1515; 14-1610; 14-154; Alûsî, Ruh’ul-Maânî, c. 28, sh. 20-22; İbn’ül-Kayyım, İ’lâm’ül-Muvakkıîn, 4/373 vd.
[10] Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat.
[11] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 521.
[12] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, sh. 50-51.
[13] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 521.