Atilla Yargıcı'nın yazısı
Hür Adam’ın Cumhuriyet anlayışı
Said Nursî dindar bir cumhuriyetçidir. Risâle-i Nurları okuyup istifade edenler de öyledir. Ancak, o, cumhuriyetin lâfta kalmasından, isimde ve resimde kalmasından şikâyetçidir. Eleştirisi bunadır. Adam gibi cumhuriyet olsun derdindedir bu hür adam.
İstibdad-ı mutlak diye ifade ettiği diktatörlüğe cumhuriyet ismi verilmesinden çok rahatsızdır. Bu yüzden mücadelesini, eliyle değil, diliyle, kalbiyle ve kalemiyle yapmaya karar verir. O bir muhaliftir. Cumhuriyetin içini boşaltıp komünizme perde yapanlara muhaliftir.
Dr. Duzi’nin inkâr kokan eserlerini serbest bırakıp İman ınkılâbına dair olan Risâleleri yasaklayanlara muhaliftir. Cumhuriyet adı altında bu milletin imanını tutuşturup yakmak isteyenlere muhaliftir.
Ama o, müsbet hareketi kendisine şiâr edinmiş ve asla başkaldırı düşüncesi içinde olmamış, hatta bu konuda kendisine teklif getirenleri şiddetle reddetmiştir. Her ülkede muhalifler bulunabilir. Bu çok normaldir. Hükûmet ve mahkemeler dile değil, kalbe değil, ele bakmak zorundadır.
O dindar bir cumhuriyetçi olmasından çeker bütün bu sıkıntıları. Cumhuriyet ilân edildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında da bu milletin dininin İslâm olduğu yazılıdır. Bu yüzden Cumhuriyet dindar olarak doğmuştur. Ama bu dindar bebek, kundağında öldürülmüştür.
Eskişehir mahkemesinde dindar bir cumhuriyetçi olduğunu söyleyen Said Nursî, Hulefa-i Râşidîn’in de dindar bir cumhurbaşkanı olduklarını ifade eder:
“Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirâma elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Said Nursî, Şuâlar, Sözler Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, s. 304)
Diğer taraftan Said Nursî, meşrûtiyetle aynı kategoride gördüğü cumhuriyetin özelliklerini sayarken, “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet”i zikretmektedir. (26 Şubat 1909, Volkan, sayı 70) Bunun yanında, cumhuriyetin “fikir ve vicdan hürriyetini en geniş mânâsıyla tatbik ettiğini ve demokrasi kanunlarını içinde barındırdığını” ifade etmektedir. (Said Nursî, Emirdağ Lâhikası II, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1959, s. 192)
Buna göre Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” anlayışının ana umdeleri de ortaya çıkmış olmaktadır. Bu umdeler din ile cumhuriyet arasında bir paralellik olduğunu da göstermektedir.
Âdil cumhuriyet
Her şeyden önce, cumhuriyetin dayanması gereken en önemli prensip “adalet”tir. Bir devletin zulümle payidâr olması mümkün değildir. Adaletin kelime anlamı, eğri olan bir şeyi doğrultmak demektir. Buna göre adalet toplumda meydana gelen ve hukuk dilinde haksızlık olarak nitelendirilen “eğrilikleri” doğrultmak anlamında kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak adaletin esas amacı, kanun önünde herkesi eşit hâle getirmektir, fertlerin veya yöneticilerin kimseye haksızlık etmemesi, mahkemelerin adalet dağıtmasıdır. Birilerine zulmedildiği zaman da bu zulme taraftar olmamak, zalimin değil mazlûmun yanında yer almaktır.
Bediüzzaman’ın cumhuriyetin temel bir niteliği olarak zikrettiği bu adalet kavramının, Kur’ân’ın temel kavramlarından biri olduğunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Cenâb-ı Allah Kur’ân’da adaleti emretmektedir. (Nisa/58, Nahl/90) Zulüm ise Allah’ın sevmediği bir sıfattır. (Al-i İmran/57) Kur’ân’a göre Allah, zalimleri hidayete erdirmez. (Al-i İmran/86)
“Bir kişinin hatasıyla başkası sorumlu tutulmaz” anlamındaki âyet, adalet-i hakikiyeyi ifade etmektedir. Buna göre, toplum için ferdin fedâ edilmesi, bir cani için bir geminin yakılması veya batırılması mümkün değildir. Hatta doksan dokuz caninin yanında bir masum dahi olsa, yine masuma zulmedilip, “kurunun yanında yaş da yanar” denilerek onun hakk-ı hayatı elinden alınamaz.
Cumhuriyetle idare edildiği iddiâ edilen bir ülkede, bir kaç cani yüzünden bir köyün yakılmaması gerekir. Eğer yakılıyorsa, Cumhuriyetin adalet prensibi işlemiyor demektir. Terörün alt yapısını oluşturan unsurlardan birisi de adaletin gerçek anlamda uygulanmamasıdır. Terörist kimse ona ceza verilir. Onun köyüne, akrabalarına, eşine dostuna zarar vermek adalete ve insafa uymaz ve bu insanları devlete karşı başkaldırmaya, devlete düşmanlık beslemeye teşvik eder.
Meşverete dayalı cumhuriyet
İkinci olarak cumhuriyet, meşveret esasına dayanmalıdır. Kur’ân’da iki âyet meşvereti teşvik etmektedir. (Şûrâ/38, Al-i İmran/159) Meşveretin nasıl olacağı, meşveret edilecek kişilerin sayısı ve niteliği örfe bırakılmıştır. Önemli olan meşveret prensibini ihyâ etmektir. Dindar bir cumhuriyet idaresi diyebileceğimiz Hulefâ-i Râşidîn döneminde, tıpkı Peygamberimiz (asm) zamanında olduğu gibi meşverete gerekli ehemmiyet verilmiştir. Ancak Emevî döneminden itibaren bu meşveret yaşatılmadığı için, kendi başına buyruk idareciler çıkmıştır ve zulümler de eksik olmamıştır.
Kur’ân’a uygun olan cumhuriyetin bu meşveret prensibi, diktatörlüğü engelleyici bir özellik taşımaktadır. Bu sistemde fertlerin ağızlarından çıkan kanun değildir. Kanunlar bir danışma organında alınan kararlarla ortaya çıkar. İdareciye ise o kanunları icrâ etmek düşer.
Bu sebeple meşveret keyfî idarenin önünde bir sed oluşturmaktadır. Burada şunu da ifade etmekte yarar vardır: Cumhuriyetin önemli bir prensibi olan meşveretin, yani danışmanın toplumun bütün tabakalarında yerleştirilmesi gerekir. Meşveretin toplumsal altyapısı oluşmadan tam olarak uygulanabilmesi mümkün değildir.
Bunun için meşveretin edebiyatını yapmak yetmemektedir. Bunun aileden başlayarak uygulanması önem arz etmektedir. Bir ailede ortak alınan kararların uygulanabilirliğinin daha fazla olduğu ve aile fertleri arasındaki dayanışmayı arttıracağı da bilinmelidir. Hazret-i Peygamber’in (asm), meşveret edenin pişman olmayacağını bildirmesi bu açıdan önem arz etmekte ve evrensel bir özellik taşımaktadır.
Kuvvetin kanunda olduğu bir cumhuriyet
Diğer taraftan cumhuriyetin üçüncü bir prensibi de, kuvvetin kanunda olmasıdır. Buna göre böyle bir sistemde kuvvetli olanlar haklı değil, haklı olanlar kuvvetlidir. Çünkü kanunlar haksızdan yana değil, haklıdan yana olmak mecburiyetindedir. Bu sebeple burada haklı olanın üstünlüğünü ve rahatlığını görmek mümkündür. Kuvvetin kanunda olması prensibinin, adalet ve meşveret prensipleriyle bir bütünlük arz ettiği de anlaşılmaktadır.
“Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdad tevzî olunur” sözü iyi tahlil edilmelidir. Cumhuriyet idaresi, kanunlara istinat etmezse, o ülkede en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün birimlerde keyfîlik ve istibdad hükümferma olur. Böyle bir ortamda herkes kendisine verilen küçücük yetkileri, istibdada âlet etme cüretini gösterebilir. İslâmın da insanlara keyfî muâmeleyi onayladığı söylenemez. Cezaların hepsinin bir dayanağı vardır. İslâm baştan sona bir kurallar manzumesidir.
Demokratik cumhuriyet
Cumhuriyetin dördüncü ve beşinci prensipleri de, fikir ve vicdan hürriyetini esas alıp, demokrasi kanunlarını içinde barındırmasıdır. Bunun için cumhuriyet idareleri demokrasiyi benimsemek, demokratik bir yapıya sahip olmak zorundadır. Demokrasisiz bir cumhuriyet tasavvur dahi edilemez. Demokrasi ise gerekli bütün hak ve hürriyetlerin kabul edilmesini gerektirmektedir.
Demokrasi, Allah’a kul olunan, Allah’tan başka kimseye kul olunmayan bir sistemdir.
Bir cumhuriyette din ve vicdan hürriyeti teminat altına alındığı halde, insanlar ibadet hürriyetinden mahrum ediliyorsa, ibadet yapanlara da “mürtecî” damgası vuruluyorsa, burada tam bir demokrasiden ve cumhuriyetten bahsetmek mümkün değildir. Demokrasiyi benimseyen bir cumhurî idarede, herkesi tek tip kafa yapısına sahip kılmaya çalışmanın ne kadar saçma bir davranış olduğunu ve bunun demokrasi, cumhuriyet adı altında katı bir istibdadın uygulandığını gösterdiğini görmemek için kör olmak lâzımdır. Bunun için zorla fikirlere ve vicdanlara kelepçe vurmak, cumhuriyetin prensipleriyle bağdaşmaz.
İslâm da bu esasları benimsemiştir. İslâm bir fıtrat dinidir. İnsan fıtratı hiçbir zaman baskı ve zorlamalara tahammül etmemektedir. Allah insanların inanmaya icbar edilmemesini istemektedir. (Bakara/256) Onlara bir irade hürriyeti vermiştir. Dileyen iman eder, dileyen etmez. İsteyen mü’min olur, isteyen kâfir. (Kehf/29) Bunun dışında farklı inançtan olan insanların da İslâmın ruhuna uygun olan cumhurî sistemde yeri vardır. Ve onların hayatları da, namusları da, dinleri de vergilerini vermeleri karşılığında masun kılınmıştır.
Cumhuriyetin uygulanış biçimi
İşte bu prensiplere dayanan cumhuriyet, gerçek bir cumhuriyet olma niteliği kazanabilir. Ne yazık ki cumhuriyet, ülkemizde başlangıçtan itibaren büyük istismarlara maruz kalmış ve incitilmiştir.
Said Nursî’nin ifadesiyle siz, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını verir, irtidad-ı mutlakı rejim altına alır, sefahat-i mutlaka medeniyet ismi verir, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takarsanız” (Nursî, Şuâlar, s. 242) o nazenin cumhuriyeti üzmüş, incitmiş, hasta etmiş olursunuz. Elbette ki kanun hakimiyetinin olmadığı, diktatörlüğün izleri görünen ve dinsizliğin dine tercih edildiği ve adaletin yerine zulmün ikame edildiği bir cumhuriyet, gerçek cumhuriyet olma hüviyetinden uzaklaşmış demektir. Said Nursî, gerçek hüviyetini kaybeden böyle bir cumhuriyete muhalefet etmenin (muhalif olduğunu söylemenin) de suç teşkil etmeyeceği kanaatindedir. Ona göre böyle bir muhalefet hiçbir hükümette de suç sayılmamaktadır. (Nursî, Emirdağ Lâhikası, II, Sinan Matbaası, İstanbul, 1959, s. 127) Burada vurgunun cumhuriyetin kendisine değil, uygulanış biçimine olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Yoksa cumhuriyet ve demokrasinin gelişmesi, olgunlaşması, gerçek rayına oturtulması imkânsız hale gelir. Bu ülkenin cumhuriyetle idare edilmesini gerçekten arzu eden kimselerin, cumhuriyetin eksik uygulamalarına karşı fikrî muhalefet içinde bulunan ve bunları seslendiren kimselere karşı tahammül göstermesi gerekir.
Yeni Asya