Roman türü bize Batıdan gelmiştir. Fransızca bir sözcük olan 'roman', Latince 'romance'den türemiştir.
Roman için, genel olarak şu anlamlar veriliyor:
"(1) Roma İmparatorluğu'na bağlı olan halkların kullandığı konuşma dili olan halk Latincesi ile yazılmış manzum ve mensur hikayelere, Roman dilinde kaleme alınmış manzum ya da mensur, gerçek veya uydurma bir olaya 'roman' deniyordu.
(2) Yazarın, töreleri, serüvenleri ya da tutkuları tasvir ederek okuyucuların ilgisini çekmeye çalıştığı, mensur olarak kaleme alınmış, uydurma hikâye.
(3) Roma'da yaşayanlar ve Roma devletine bağlı olanlar.
(4) Uzun macera.
(5) 12. yüzyılda Latince'den Romancaya (halkın konuşma dili) çevrilen eserlere 'roman' deniyordu." (Nurullah Çetin, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2003)
POZİTİVİST, MATERYALİST, AKILCI, SEKÜLER BİR ANLAYIŞ
Batı edebiyatının ürünü olan roman Rönesans, Reform hareketleri, Aydınlanma Felsefesi'nin sonucunda ortaya çıkan pozitivist, materyalist, akılcı, seküler bir anlayışın egemen olduğu bir dünya görüşüne yaslanarak ortaya çıktı. Romanın 1789 Fransız İhtilâli'nden sonra burjuva sınıfı ile feodal sınıfın mücadelesi sonucunda burjuvaların üstün gelmesiyle oluşan atmosferde doğduğu kabul edilir. Roman 17. yüzyılda ortaya çıkmış, ilk örneklerini Cervantes'in Don Kişot (1.cilt: 1605, 2.cilt: 1614) ve Daniel Defoe'nun Robinson Crusoe (1719) adlı eserleriyle vermiştir.
SANATIN DİNİN YERİNİ ALMA ÇABASINI ELEŞTİRİR
Bediüzzaman Said Nursi, sinema ve tiyatroyu da roman kategorisine sokar söylemi itibariyle: "Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenâsühvârî, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevî romanlarıyla hiç de utanmaz."
Burada roman, sinema ve tiyatronun "ilâç" olarak sunulması, Batı âleminde ve kısmen bizde bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde algılanması sorununa parmak basan Bediüzzaman, hikmetsiz bir sanatın karşısına çıkmanın yanı sıra, sanatın dinin yerini alma çabasına da bir eleştiri getirmektedir.
MEDENİYETİN EDEBİYAT VE BELAGATI DA KUR'AN'IN EDEP VE BELAGATINA KARŞI NİSBETİ
Batı sanatına ve edebiyatına karşı eleştirel bir söylem getiren Bediüzzaman, bu edebiyatı Batı uygarlığının bir parçası, bir sonucu olarak görür. Buraya Sözler'den bir alıntı yapalım:
"Hem, nasıl medeniyeti hâzıra, hikmeti Kur'an'ın ilmî ve amelî i'cazına karşı mağlup oluyor; öyle de medeniyetin edebiyat ve belagatı da Kur'an'ın edep ve belagatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkârane bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârane kasâidi vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edep ve belâgat, tesiri üslûp itibariyle ya hüzün verir, ya neşe verir. Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü'lahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dâlaletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, fırakü'l ahbaptan gelir. Yani ahbap var; firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşan Kur'an'ın verdiği hüzündür. Amma neşe ise, o da iki kısımdır: Birincisi nefsi hevesata teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neşe nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maaliyata, vatanı aslilerine, makarr-ı ebedilerine, ahbabı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur'an-ı Mu'cizü'l Beyan'ın verdiği neşedir." (25. Söz)
SANAT TÜRLERİNE CEPHE ALMAMAKTA İÇERİĞİNİ SORGULAMAKTA
Çok kuşatıcı bir düşünsel derinlikle böyle bir tahlil ve karşılaştırma yapan Bediüzzaman, genel anlamda Batı medeniyetini "tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyet" diye vasıflandırmaktadır. Kanaatimizce Üstad burada adı geçen sanat türlerine cephe almamakta, bu tür eserler vererek çevreye "yetimane hüzün" saçan, "tabiatperest" bir anlayışı telkin eden, insanı "gafletpîşe" uçurumlara atan, nefsi "hevesat"a teşvik eden sanatçıları sorgulamaktadır.
Bu edebiyat, "beşerin ağzına 'yalancı bir dil' koymuş, insanın yüzüne 'fasık bir göz' takmış, dünyaya 'âşüfte fistanı' giydirmiştir. Şayet güneşi gösterse onu 'sarı saçlı güzel bir aktristi' hatırlatarak tasvir eder. Böyle bir anlayışın amacı, sefahatin kötü, zararlı olduğunu göstermek, bunun insanlara yakışmadığını telkin etmektir. Ne ki, sefahet öyle anlatılır ki 'ağız suyu akıtır, akıl hâkil kalamaz."
İman boşluğunu sanatla doldurmaya çalışan böyle bir anlayışın karşısına, İlahî ilkelerle çıkarak beşeri asıl vatana, uhrevî dostlara, rü'yet-i Cemalullah'a yönlendiren, insana bu konudaki ihtiyacını hissettiren müsbet eserlerin önemini ve işlevini vurgulamaktadır.
Risale-i Nur Enstitüsü