RİSALE HABER-Prof. Dr. Ahmet Akgündüz tarafından yayına hazırlanan “Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” adlı eserin beşinci cildinin tanıtımı Osmanlı Araştırmaları vakfında yapıldı.
Tanıtım toplantısına Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin talebelerinden Abdullah Yeğin ağabey de katıldı.
Eserin beşinci cildi ile ilgili geniş bilgi veren Akgündüz; kitabın yayına hazırlanma safhalarından, kaynaklardan ve esere katkıda bulunanlardan da bahsederek herkese ayrı ayrı teşekkür etti.
Eserin sekiz bölümden oluştuğunu belirten Akgündüz; bölümler ile tafsilat verirken bazı belgeleri de örnek olarak sundu. Basın mensuplarına da verilen metin şöyle:
“Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” adlı eserimizin Beşinci cildini tamamlamaya muvaffak eden Allah’a hamd ve O’nun şanlı Peygamberi ile ashâbına salat ü selam olsun.
Kitabın bu cildi Bedîüzzaman’ın 1949-1957 yılları arasındaki hayatını ve daha önemlisi de bu dönem Cumhuriyet tarihini doğrudan ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman’ın 2. 12. 1949 günü Emirdağ’a getirilişinden 25.10.1951 tarihine kadar süren İkinci Emirdağ Hayatını; 3.10.1951-16.11.1951 tarihleri arasındaki İkinci Eskişehir Hayatını; 16-11-1951/17-05-1952 tarihleri arasında devam eden Üçüncü Isparta Hayatını; 21.01.1952/15.05.1952 tarihleri arasında kısa bir süre devam eden Yeni Said’in Birinci İstanbul Hayatını; 17-05-1952/12-11-1953 arası süren İkinci Emirdağ Hayatını; 20-04-1953/17-07-1953 arası kısa süren İkinci İstanbul Hayatını; 18-07-1953/12-11-1953 arasında devam eden Üçüncü Emirdağ Hayatını ve 12-11-1953/01-01-1957 arasındaki Son Isparta Hayatının Birinci Kısmını kapsamaktadır. Diğer ciltlerde olduğu gibi, yine sağlam kaynaklara ve en önemlisi de doğrudan devletin arşiv belgelerine dayalı bir çalışma olmuştur. Risâle-i Nur Külliyâtından yaptığımız iktibaslar ise, Envar Neşriyâtın yayınları esas alınarak yapılmaya çalışılmıştır.
Evvela Mehmed Çalışkan’ın müjdesini tekrarlayalım:
"Yakında büyük bir Tarihçe-i Hayat yazılacak"
"Üstad neşredilen Tarihçe-i Hayat'tan sonra 'İnşaallah yakında büyük Tarihçe-i Hayat yazılacak' demişti.
Yine bir defasında, 'Siz kimin talebesi olduğunuzu, kime hizmet ettiğinizi, nasıl bir şahısla konuştuğunuzu bilmiyorsunuz. Ayrıca yakında bu Risâle-i Nur mekteplerde okunacak. ' cümlesini tekrar tekrar söylemişti. [1]
Bayram Yüksel Ağabey anlatıyor:
“Tarihçe-i Hayat’ı okumayan, Risâlelerden tam feyiz alamaz”
“Tarihçe-i Hayat’ı kim yazdı? İlk hayatını Üstad’ımızın yeğeni Abdurrahman Ağabey’in yazdığını biliyoruz, acaba aynı onun ifadeleri mi?”
Bayram Yüksel ve İbrahim Fakazlı Ağabeyler:
“Onlar kısaydı. Sonra Zübeyr Ağabey yazdı, Sungur Ağabey yazdı, biz yardım ettik. Sonra Ağabeyler Üstad’a takdim ettiler. Üstad kendine ve kerametlerine ait kısımları çıkarttı. Üstad üç kere okudu. Tarihçe-i Hayat için ‘On ordu kuvvetindedir’ derdi. Tarihçe-i Hayat’ı okumayan, bilmeyen, Risâlelerden tam feyiz alamaz. [2]
Mustafa Sungur anlatıyor:
“Sungur, bu hizmetin meyvesini sen göreceksin!”
Risâleler basılırken Üstad ‘Artık vazifem bitmiştir’, ‘Sözler’i bekliyorum’ derdi. Sözler basılır, ‘Mektûbât’ı bekliyorum’, Mektûbât basılır, ‘Şu’âlar’ı bekliyorum’ derdi. ‘Bu, Risâle-i Nurların bayramıdır; söyleyin Hüsrev’e, Isparta’da kapıyı açsın. Şimdi okumak zamanıdır’ diye söylemiştir.”
Risâle-i Nurlar matbaalarda basılırken Üstad çok sevinçliydi. Bir gün bana, ‘Sungur! Sen göreceksin, bu hizmetin meyvesini sen göreceksin, kabrime gelip bana okuyacaksın…’ demişti. Ben birden heyecanlandım, ‘Üstad’ım, siz de göreceksiniz’ dedim. ‘Hayır, ben görmeyeceğim’ diye cevap verdi. [3]
Çalışmamızın bu cildi, Sekiz Bölümden oluşmaktadır:
Birinci Bölüm:, Bedîüzzaman Said Nursî’nin İkinci Emirdağ Hayatı (02-12-1949/25-10-1951) ile alakalıdır. Üstad Said Nursî, Afyon Hapsinden tahliye edildikten sonra, yanındaki Talebeleriyle beraber Emirdağ’a gitti (2 Aralık 1949). İki sene kadar Emirdağı’nda kaldı. 1371 yılının Muharrem ayında Eskişehir’e geldi (Ekim 1951) ve bir buçuk ay kadar Yıldız Oteli’nde ikamet etti. Üstadın bu gelişi manidar idi. 1950’ye kadar nefyedildiği mahallerden, hiçbir yere çıkmamıştı; esasen çıkmasına müsaade edilmemişti.
Emirdağ’ına getirildikten tahminen yedi sekiz ay sonra, 1950 Ramazan-ı Şerîfi sonlarına doğru, yani Temmuz ayı içinde Bedîüzzaman’ı burada yeniden zehirlediler. Altı okçu CHP zihniyetinin dikta rejimi yıkıldığı halde, fakat memlekette Vâli, kaymakam gibi büyük memurlar ve bürokratlar kitlesinin alışmış oldukları diktatörlük yine kısmen devam ediyor ve hatta bir nevi CHP yine hâkim durumundaydı.
Afyon Mahkemesi’nin duruşmaları devam ediyordu. Bedîüzzaman Hazretleri, 30 Eylül 1949 tarihinde Yargıtay’ın bozma kararı sebebiyle tahliye edilmiştir. Buna rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi, hem henüz hapiste iken ve hem de hapisten çıktıktan sonra yargılamalara aynı hız ve şiddetle devam etmektedir. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti iktidara gelince, Af Kanunu çıkmış ve bu kanunun kapsamına giren Risâle-i Nur dosyalarının kapanması ve eserlerin iadesi lazım gelirken, Afyon Mahkemesi Af Kanununu hiçe sayarak Risâle-i Nurların müsâderesine karar vermiştir. Duruşmalara da devam kararı alınmıştır. Bunun üzerine Bedîüzzaman Hazretleri, yargılamanın yapılmaması gerektiği konusundaki 23 Temmuz 1950 tarihli şikâyet dilekçesini yetkili makamlara takdim eylemiştir.
Bedîüzzaman Hazretleri, Afyon’daki da’va tamamlanmadan tekrar Şapka ve Kisve Kanununa muhâlefetten mahkemeye verilmiş ve hakkında aşağıdaki suçlu fişi hazırlanmıştır ve suçun işlendiği tarih olarak 2 Nisan 1951 tarihi gösterilmektedir.
Bedîüzzaman’ın “Kur’ân bizi siyâsetten men’ etmiş” hükmü ve düsturu değişmediğine, yani “Birisinin hatasıyla, günahıyla başkası mes’ul olmaz.” hakikati 1950’den sonra dahi Üstâd’ın ictimaî hayat düstûrlarındaki derslerinde sık sık tekrarlanarak ders verilmiş iken, onun siyâsete girmesine, yani tarafgirlik hissiyâtına bina edilmiş şimdiki mevcud siyâsetler şekline girmesine imkân ve ihtimali bulunmamaktadır. Fakat buna rağmen, bazı çevreler, Bedîüzzaman’ın vefatından sonra, güya onun efkâr ve harekâtını mukayese ediyor ve neticeyi çıkarıyor gibi, bir eda ve bir pozisyonla: “Tek partili, çok partili dönem” gibi safsatalara tatbik eder göründüler.
Hem eski zamanlarda, hem de sonraki zamanlarda, hem de DP iktidarı döneminde, Üstâd’ın yaptığı iş, ettiği nasihat ve söylediği dersler, sadece ve sadece bir yol göstermek, ikaz etmek, hamiyet ve fedakârlık derslerini vermek ve bunların yanında sinsi düşmanların ve gizli komitelerin çevirdikleri oyunlarını ibret dersleriyle göstermek vesaireden ibarettir. Üstâd’ın o içtimâ’î fikirleri ve hâdiseler sebebiyle yaptığı değerlendirmeleri, ikaz ve irşadları her zaman ve her devirde olmuş, yapılmış ve lüzumu kadar söylenmiş ve yazılmıştır.
Bir tek fark vardır ki, 1923’den 1950’ye kadar Türkiye siyâsetini elinde tutanların belli bir istikamette, tek re’y, tek sistem, nasihat kabul etmez ve dinlemez, inatçı ve herşeyi o yolda feda eder adamların diktacı tutumlarını çok iyi bildiği için, aynı zamanda bu adamların kendisine karşı düşüncelerini, uyguladıkları muamelelerle çok kesin şekilde anladığı için, yirmi sekiz sene zarfında hükümet ricalini ikaz ve irşad eden müdâfa’a kabilinden iki üç mektubundan başka “herhangi bir şey” söylememiş, yazmamış ve bildirmemiştir. Bildirmesini de lüzumsuz ve faydasız görmüştür. Amma bu arada Talebelerini, hâdiseler karşısında, tenvir ve irşad edici değerlendirmeli tahlilleri yapmaktan da geri kalmamıştır. Bu irşad ve ikaz dersleri içinde, hâdiselerin değerlendirmesini de ihmal etmemiş ve zaman zaman yazmış ve Talebelerine bildirmiştir.
Bu arada çok ehemmiyetli bir husus daha vardır ki, Bedîüzzaman 1926-1950 arası dünya hâdiseleri üzerinde, münasebet geldiği zaman yaptığı değerlendirmelerini, ilk önce Talebelerinin zihin ve fikirlerini lüzumsuz zararlı günlük politik atmosferden çekip çıkarmasını temin ettikten ve safî, nuranî olan Kur’ân hizmeti ve Nur mesleğinin berrak fezasına çıkardıktan sonra yapmıştır. Böylece hâdiselerin yağını ve ruhunu ve hakikat olarak bize temas eden zarurî cihetlerini ve Kur’ân ve iman hizmeti ve Âlem-i İslâmın gerçek menfaati noktasından onları süzmüş ve zararsız menfaatli yönlerini göstermiştir.
1950’den sonra ise, iktidar partisi içindeki bazı dindar ve ciddî hamiyetkârların meydana çıkmalarıyla ve Demokrat Parti’nin az da olsa kapılarını açmaya muvaffak oldukları bazı müsbet hizmet ve icraatlarının eserleri görünmesiyle, onları tebrik ve teşvik içinde, yol gösterici ikaz ve irşadkâr nasihatları etmiştir. Buna ise, çok partili dönemde siyâsete girdi denilemez.
Celâl Bayar, Şark Üniversitesi’nin, Van’da kurulmasına daima taraftardı ve bunun Mustafa Kemal’in bir arzusu olduğunu ileri sürmekteydi. Halbuki Bedîüzzaman 1922’lerde Ankara’ya geldiği zaman, Van’da Medreset’üz-Zehrâ nâmıyla bir üniversitenin kurulması için çırpınmış ve en başta Mustafa Kemal Paşa’yı ikna etmişti. Meclise kanun lâyihası sunuldu, iki yüz meb’usdan yüzaltmış yedi meb’usun imzasıyla kabul edilen kanunla, yüz elli bin lira tahsisat aynı kanunda mevcuttu. Ancak malum sebeblerle Bedîüzzaman bütün bunları bırakarak Van’a çekildi. Bunlar, Celâl Bayar’ca da bilinen şeylerdi. Reis Celâl Bayar’ın bu Üniversitenin Van’da kurulmasını çok arzu etmesine rağmen; “DP’liler Said Nursî’nin medresesini yapıyorlar” diye CHP’liler ve yandaşları ve basın bunu meş’um bir şekilde ellerine dillerine doladıkları için çekindiler. Van’da kurulması kararlaştırılmışken, Van’dan Erzurum’a aldılar ve adına da “Atatürk Üniversitesi” ismini koydular.
DP hükümetinin müsbet ve menfaatlı ve mühim icraatlarından birisi, Doğu Üniversitesini vücuda getirmeleridir. Hazret-i Üstâd bu meseleyle çok yakından ilgilenmeye ve takip etmeye başlamıştır. Evvelâ Celâl Bayar 1951’de Van’daki konuşmasında bu meseleyi açtı. 4 Ağustos 1951’de Van’da yaptığı konuşmayla, orada bir üniversitenin kurulacağını va’d ederek söylemesi ve sonra meclisteki konuşmasıyla onun ehemmiyetini dile getirmesi üzerine, Üstâd Hazretleri Celâl Bayar’ın Meclis konuşmasının, Şark Üniversitesi bölümünden bir parçasını bir lâhika mektubu gibi neşrettirdi. Bedîüzzaman, Reis-i Cumhur Celâl Bayar’la Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’ye bu konuda tebrik mektupları yazmıştır.
İkinci Bölüm, Bedîüzzaman Said Nursî’nin İkinci Eskişehir Hayatı (03-10-1951/16-11-1951) ile alakalıdır. Bedîüzzaman, ancak yirmiyedi sene sonra kendi rey ve ihtiyârıyla yapabildiği bu ilk ve birinci seyahatını, Emirdağ’dan hemen yanı başındaki Eskişehir Vilâyeti’ne yaptı. Bu ilk tecrübe mahiyetindeki seyahat 3 Ekim1951 gününe rastlıyordu. Üstâd’ın bu ilk seyahati çok ma’nidardı. 1371 Hicrî yılbaşısıyla dünyada ve Türkiye’de yeni bir devre başlıyordu. Rumî 1327’de Şam’da verdiği Şam hutbesinde, 1371’de vuku’ bulacak olan müjdeli, saadetli haberleri, ta o zaman hemen vuku’ bulacak gibi müjdelemiş, aradaki kırkbeş senelik fetret ve keşmekeşlik zamanını nazara almamıştı. 6 Eylül 1951’de “Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar” başlıklı yazısıyla Türkiye Cumhuriyeti siyâsetinde pek mühim mes’eleleri, tedbirleri ve atılacak adımları bildirmektedir.
Bu arada DP İktidarı büyük bir hata yaparak Mustafa Kemal’i Koruma Kanununu çıkarıyor. Eskişehir Vâliliği 9 Kasım 1951 tarihli yazısıyla, Bedîüzzaman’ın Eskişehir’deki son halleriyle alakalı rapor sunuyor ve adım adım takip ediyor. Bütün bunlara karşı Bedîüzzaman’ın haykırdığı hakikatlar şunlardır:
Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar
Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyân var:
Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyânı. Bu cereyân yüzde otuz-kırk adama zarar verebilir.
İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on-yirmi adamı bozabilir.
Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini[4] İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyân yüzde belki binde birisini, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.
Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyâna karşı daima Kur’ân hakikatlerini muhâfazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyâsete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki:
Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyâna karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyâna mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyâna bir yardım ediyorlar. Madem o cereyânın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünki İngiliz ikiyüz sene zarfında tahakküm ettiği ikiyüz milyon İslâm'dan ikiyüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez.
Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyâset namıyla üçüncü cereyâna yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyân-ı azîmenin durmasında ve def'etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir.
Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhâfaza etmeye Kur’ân menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyâna siyâsetlerince muârız oldukları parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip "Aman çabuk hakikat-ı İslâmiyeye yapışınız" ihtar ediyoruz ki; vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakâik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün Âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dörtyüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyet'le olabilir.
Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet'e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi Âlem-i İslâmda pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risâle-i Nur'u, müsâderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar.
Said Nursî. [5]
Üçüncü Bölüm, Bedîüzzaman Said Nursî’nin Üçüncü Isparta Hayatına (16-11-1951/17-05-1952) tahsis edilmiştir. Bu dönemde de hükümetin bütün birimleri, Bedîüzzaman ve Talebelerini takip etmişlerdir. 16 Kasım 1951 tarihinde Isparta’ya gelen Bedîüzzaman’a Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvirlik teklif etmişse de, bunu kabul eylememiştir. Bu dönemdeBedîüzzaman ve Talebeleri hakkındaki Takip Raporlarından Önemli İşler Müdürlüğünün Kasım 1951 Raporları ile yine Önemli İşler Müdürlüğünün Aralık 1951 Raporlarını okuyuculara sunmaya çalıştık. Bedîüzzaman’ın Isparta Emniyet Müdürlüğüne Dilekçesi (1 Aralık 1951) veNur Talebeleri aleyhinde Zafer Gazetesi tarafından yapılan bir ihbar (2 Aralık 1951) bu bölümün konuları arasındadır.
Hilâl Gazetesi ve Sâlih Özcan’ın Nurlar hakkındaki hizmetleri ile Mektûbât adlı eserin basımı üzerine koparılan fırtınalar (Aralık 1951) yine önemli konular arasındadır.
Bedîüzzaman, Başbakan Adnan Menderes’e kıyafetine müdahele edildiği için şikâyet dilekçesi (2 Ocak 1952); Abdullah Yeğin’in Ankara Üniversitesindeki faaliyetleri ve takibi (Ocak 1952); Yargıtayın, Nurları af kapsamına alması ve Afyon Ağır Cezanın Müsâdere kararını bozması (28 Şubat 1952) 1952 yılının önemli olayları arasında yer almaktadır.
Bu arada takipler durmamıştır. Diyarbakır’da yayınlanan Yeni Şark Gazetesindeki lehte yayın üzerine açılan soruşturma (1 Nisan 1952); ve Gençlik Rehberi da’vasının başlama emareleri (Ocak-Mart 1952); Eminönü İkinci Sulh Hâkimliğinin haksız kararı (23 Ocak 1951) üzerine Bedîüzzaman’ın İstanbul’a gidemeyecek kadar hasta olması hasebiyle Hey’et-i Sıhhıyeye müracaatı ve nihayet Bedîüzzaman’ın Eskişehir’de ifadesinin alınması için müracaatı (17 Ekim 1951) önemli konular arasındadır.
Bu arada 1950-1953 yılları arasında nurların te’lifi, tercümesi ve yapılan ilhaklar üzerinde de durulmuştuır: Leme’ât adlı eser nurlara ilhak edilmesi; Arabî İşârât’ül-İ’câz’ın nura ilhakı ve tercümesi; Arabî Mesnevî’nin tercümesi; Asây-ı Musa, Hutbe-i Şâmiye ve Gençlik Rehberi’nin Arapça’ya tercümeleri bu bölümün konuları arasındadır.
Bedîüzzaman her gün ne yapardı? Kimlerle görüşürdü? Onlarla ne konuşurdu? Bütün bu soruların cevaplarını hükümetin ajanları her gün yazarak üstlerine rapor etmişlerdir. Bunu yapan devletin kuruluşu, Önemli İşler Müdürlüğü yani istihbârat idi. Şimdi bu aydaki raporlara bakalım. 29 Kasım 1951 tarihli Nur Talebeleri ile alakalı bir listeye nazar edelim:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 1951-13311-22-15
Dördüncü Bölüm, Yeni Said’in Birinci İstanbul Hayatı (Gençlik Rehberi da’vası) (21-01-1952/17-05-1952) ile alakalı bilgi ve belgelere ayrılmıştır. Bedîüzzaman Said Nursî, mahkeme için İstanbul’a çağrılmıştı. 21 Ocak 1952 tarihinde İstanbul’a gelen Bedîüzzaman, Sirkeci‘de Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti. Yıllardır İstanbul‘a gelmemişti. İstanbul’a ve İstanbul’daki binlerce dostlarına yıllarca hasret kalmıştı. Hâlbuki o İstanbul’u çok severdi. Burada uzun yıllar kalmış, dine ve vatana çok büyük hizmetleri olmuştu. Bedîüzzaman’ın yüzlerce eski dost ve Talebeleri akın akın, grup grup gerek Akşehir Palas‘ta, gerek daha sonraki haftalarda kaldığı Fâtih‘teki Reşadiye Oteli’nde her gün yüzlerce insan Bedîüzzaman’ı ziyâret ediyordu. Nur Talebelerinden Kâmil’in İstanbul’a Hoş Geldiniz mektubu manidardır. Gençlik Rehberi da’vasının başlaması, da’vanın İstanbul Sorgu Hâkimliğine gelmesiyledir (4 Haziran 1951). Ankara Nur Talebeleri Sorgu Hâkimliğine itiraz etmişler ise de Gençlik Rehberinin Tab’ eden Muhsin Alev hakkında soruşturma başlatılmıştır (5 Nisan 1951).
İstanbul Savcılığı kendine havale edilen Gençlik Rehberi ve diğer Risâleleri, Bedîüzzaman ve Nur Talebeleri konusunda zaten peşin hükümlü olan üç hukuk doçentine havale eylemiştir. Bunlar, Ceza Hukuk ve Ceza Usûl Hukuku Doçenti - Nurullah Kunter, Umûmî Amme Hukuku Doçenti - Tarık Zafer Tunaya ve Ceza Hukuku ve Ceza Usûl Hukuku Doçenti Sahir Erman’dır. Ehl-i Vukuf Raporuna Nur Talebelerinin itirazları olduğu gibi, Bedîüzzaman’ın Ehl-i Vukuf Raporuna cevabı da gecikmemiştir. Bütün hazırlıklar başladıktan sonra, duruşmalar başlamıştır. Birinci Duruşma, 22 Ocak 1952 (Salı) tarihinde; İkinci Duruşma: 19 Şubat 1952 tarihinde yapılmış ve bu arada Bedîüzzaman zehirlenmiştir.
Bu da’vada başta Bedîüzzaman olmak üzere, üç avukatı da kahramanca ve ehl-i vukufun raporunu çürüten müdâfa’alarını mahkemeye takdim etmişlerdir. Gerçekten Bedîüzzaman’ın Müdâfa’aları; Avukat Mehmed Mihri Helâv’ın müdâfa’ası; Avukat Abdurrahman Şeref Lâç’ın müdâfa’ası ve Avukat Seniyyüddin Başak’ın müdâfa’ası birer şeref levhasıdır. Gençlik Rehberi da’vası Üçüncü Duruşmada berâatla sonuçlanmıştır (5 Mart 1952).
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-18 1956-57
Ticânîlik da’vasına Nurların karıştırılmak istenmesi üzerine, Bedîüzzaman Hazretleri, bu konu hakkında şu beyânlarda bulunmuştur:
Adnan Menderes'e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimâ’î hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini takdim ediyoruz:
Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû'-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticânî mes'elesini Dindar Demokratlara yüklememek ve Âlem-i İslâm'ın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: Ezan-ı Muhammedî'nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya'yı, beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâm'da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine Âlem-i İslâm'ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmisekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâatine karar verdikleri Risâle-i Nur'un resmen serbestîsini Dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit Âlem-i İslâm'ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyâsete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım.
Said Nursî. [6]
Beşinci Bölüm, Bedîüzzaman Said Nursî’nin İkinci Emirdağ Hayatı (17-05-1952/20-04-1953) ile alakalıdır. İstanbul’daki da’vadan hemen sonra Bedîüzzaman yeniden Emirdağ’a gelmiştir (17 Mayıs 1952). Ancak burada da kendisini rahatsız etmeye devam etmişlerdir. 30 Mayıs 1952 tarihinde Afyon Duruşması yapılmış ve bu münasebetle neşredilen Büyük Doğu’da neşredilen Makalesi takibe uğramıştır. İstihbârâtın 1952 Yılı Raporları da devam etmektedir. Bu takipler ve işkence derecesine varan baskılar üzerine Demokrat Nur Talebeleri Başbakan’a mektup yazmşlardır (3 Temmuz 1952). 15 Ekim 1952 tarihinde yine Afyon Duruşması yapılmıştır. Baskılara rağmen Diyânet bir Müsbet Raporu daha hazırlamıştır (8 Aralık 1952). 18 Aralık 1952 tarihli Kitab ve Mektubların İadesine Aid Kararnâme Nur Talebelerine bayram yaptırmış ise de, istihbârât ve emniyetin takipleri sürmüştür.
Emniyet tarafından hazırlanan Türkiye’deki ileri gelen Nur Talebeleriyle alakalı şemayı görelim:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-16
1950'li yıllarda Demokratları sıkıntıya sokan, Demokratlarla dindarların arasını bozmaya, hatta dindarları Demokratların aleyhine sevk etmeye matuf mürettep bazı hâdiselerin vukua geldiği anlaşılıyor. Bunlardan biri, Risâlelerde de bahsi geçen Ticânîler Meselesidir. Önemli bir diğer hâdise ise, 1952 yılı sonlarında yaşanan—ve yine Risâlelerde zikri geçen—Malatya Hâdisesidir (Ahmed Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez tarafından vurulma meselesi). Devlet, bütün gücüyle Malatya Hâdisesi, Büyük Doğu ve İslâm Demokrat Partisi ile Bedîüzzaman’ın alakasını araştırmıştır.
Malatya Hâdisesi sebebiyle Dindarlar Avı başlatılmış; Malatya Hâdisesi ve Nur Talebeleri; Malatya Hâdisesi ve Necip Fâzıl ilişkileri kurulmaya çalışılmıştır. Bu konuyla alakalı Önemli İşler Müdürlüğünün Raporu “Büyük Doğu Ve İslâm Demokrat Partisi Kurucularının, Milliyetçiler Derneği Ve Nurcuların Faaliyetlerinden Meydana Gelen Hâdiseler (1952)” ünvanıyla hazırlanmış ve sapla saman birbirine karıştırılmıştır. Hatta Nurcular ile komünistler arasındaki işbirliğinde bile söz edilmiş ve New York Times Gazetesine bile haber olmuştur.
Malatya da’vası hakkında basının çarpıtmaları üzerine Samsun’daki Büyük Cihad Gazetesi’nde Bedîüzzaman ve Nurlar lehinde yayınlanan yazılar bahâne edilerek Samsun da’vası açılmıştır (25 Aralık 1952). Gerçekten “Muhterem Milletvekillerine Açık Mektup” adlı Bedîüzzaman’a ait makale Büyük Cihad Gazetesinde yayınlanmıştır (4 Ocak 1952) ve daha sonra da Nurlardan parçalar ve mektuplar neşri de devam etmiştir. İlk etapta Büyük Cihad Gazetesi Sahibi Mustafa Bağışlayıcı, Bedîüzzaman’la irtibatlandırılıp soruşturma açılmış ve neticede Savcılığın Takipsizlik kararı ile olay kapandı gibi görünmüştür. Ancak Gazete “Fâtih Sultan Mehmed Han Konuşuyor!” başlıklı makale yayınlayınca Adliye yeniden harekete geçmiştir (11 Nisan 1952). “En Büyük İspat” başlığıyla Bedîüzzaman’ın Müdâfa’ası yayınlanınca (20 Haziran 1952) yeniden kıyamet kopmuştur. Gazetenin vakarlı tavrı üzerine Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’nde Bedîüzzaman ve Büyük Cihad Gazetesi aleyhinde da’va açılmıştır (24 Aralık 1952). Bedîüzzaman’ın Samsun Sorgu Hâkimliğinin Celpnâmesine verdiği cevap üzerine, Samsun da’vasının ilk duruşmasına hastalık sebebiyle Bedîüzzaman’ın katılamamıştır (25 Aralık 1952).
Anadolu’nun her tarafında Nurlar aleyhindeki baskı maalesef sürmektedir. Peygamberler şehri Urfa’da Hüsnü Bayram ve Abdullah Yeğin Ağabeylerin yeşerttiği iman da’vası, ehl-i dalaleti rahatsız etmiş ve Urfa da’vası başlatılmıştır (Aralık 1952). Urfa da’vasının Hazırlıkları tamamlanınca, konuyla alakalı menfî rapor hazırlayan ehl-i vukufa karşı Bedîüzzaman’ın Ehl-i Vukufa Cevabı yetişmiştir. Abdullah Yeğin Ağabey’in kahramanca müdâfa’ası ve Hüsnü Bayram’ın Müdâfa’asıkadar Kahraman Urfalıların başta Başbakan olmak üzere devlet ricaline gönderdiği telgrafları da dikkat çekicidir. Maznun Nur Talebeleri, Urfa’da tevkif edildikleri sürece mahkemeye çıkarılmayıp bekletilirler. Ardından soruşturmayı Isparta Savcılığı yürüteceğinden buraya gönderilirler. Çok uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra Isparta’ya geldiklerinde yine mahkemeye çıkarılmayıp üç ay beklemek durumunda bırakılırlar. Nihayetinde mahkeme günü gelip çatar: “Isparta savcısı dedi ki ‘Biz, evraklarınızı istedik, sizi gönderdiler. Bize evraklar lazım. Ben kitapları biliyorum. Okudum da. Bunlarda suç diye bir şey yok. Mahkeme iade etmiş. Bir suçunuz yok. ’ Mahkemenin iade ettiği kitapları tekrar tekrar alıyorlardı.”
1953 yılında da İstihbârâtın ve Vâliliklerin Nurlar ve Nur Talebeleri hakkındaki raporları elimizdedir. Bu arada Samsun da’vası duruşmaları devam etmekte; Samsun Vâliliği’nin durumu özetleyen Raporları (Ocak 1953); 2 Ocak 1953 tarihinde yayınlanan Nur Talebelerinin makalesi; 9 Ocak 1953 tarihli irticâ ithamlarına karşı Bedîüzzaman’ın cevapları; 23 Ocak 1953’de Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’ne verilen dilekçe; Gazeteci Yılmaz Çetiner’in çarpıtmaları ve Nur Talebelerinin cevapları; 30 Ocak 1953 tarihinde Samsun Mahkemesi Duruşması; Adâlet Bakanlığı’nın Savcılığa Talimatı ve Mustafa Bağışlayıcı’ın Mektupları; 26 Mart 1953 tarihinde Samsun Mahkemesi Duruşması; Mustafa Sungur Ağabey’in suçu üzerine alması, tevkifi ve 2 Nisan 1953 tarihli Mustafa Sungur aleyhinde hazırlanan İddianâme ve Mustafa Sungur’un İddianâmeye karşı cevabı (2 Haziran 1953) bu bölümün önemli konuları arasındadır.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 1953-13311-22-16
Altıncı Bölüm, Bedîüzzaman’ın İkinci İstanbul Hayatı (20-04-1953/17-07-1953) hakkındadır. Bedîüzzaman, 20 Nisan 1953 tarihinde Eskişehir’den İstanbul’a gelmiştir; 15 Temmuz 1953 tarihinde İstanbul’dan Eskişehir’e seyahat başlamıştır. Buna göre bu seyahatinde Bedîüzzaman 3 aya yakın bir zaman İstanbul’da ikamet eylemiştir. İstanbul Vâliliği’nin 7 Mayıs 1953 tarihli yazısı, Bedîüzzaman’ın bu İstanbul seferinde nerede ve ne kadar kaldığını, tartışmalara son verecek şekilde, açıkça ortaya koymaktadır. Şöyle ki, Bedîüzzaman, Beyazıt’taki Marmara Palas’ta kalırken, Kısıklı’da 1-2 ay kalmak üzere kiralık bir ev aramış ve ancak bulamamıştır. Bunun üzerine, Fâtih Çarşamba Fethiye Caddesi’ndeki 47 nolu ve Fethi Uraz’a ait evi, kiracısı olan Naci Güleç’ten ayda 80 lira ücretle kiralamış ve bir aylığını da peşin ödemiştir. [7]
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 1951-13311-22-16
Bu arada Samsun duruşmasına celbedilmek istenen Bedîüzzaman Bezm-i Âlem Guraba Hastahânesinden Rapor almıştır. 25 Mayıs 1953 tarihinde Samsun Mahkemesi duruşması yapılmış ve 24 Haziran 1953’de Son Celsede Kararnâme açıklanmıştır. Samsun Vâliliği de 1 Temmuz 1953 tarihli yazısıyla Samsun Mahkemesi’nin kararını İçişleri Bakanlığı’na bildirmektedir:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 1953-54-55-13311-22-16
Ayrıca bu bölümde, Bedîüzzaman’ın Fetih Kutlamalarına katılması; Abdülhamid aleyhinde yapılan yayınlara tepkisi; Şeyh Alâaddin Haznevî’nin Bedîüzzaman’ı ziyâret etmesi; Fener Patriği ile görüşmesi İstanbul Vâliliği’nin Bedîüzzaman’ın bu ziyâretiyle alakalı yazıları ele alınmıştır.
Yedinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın Üçüncü Emirdağ Hayatı (18-07-1953/12-11-1953) ile alakalıdır. Bedîüzzaman tekrar Emirdağ’ındadır (18 Temmuz 1953) ve Samsun da’vası duruşmaları devam etmektedir: 6 Ağustos 1953; 25 Ağustos 1953. 7 Eylül 1953: Samsun da’vası sonuçlanmıştır ve Bedîüzzaman’a berâat kararı verilmesine rağmen iki talebesi cezalandırılmıştır. Bu haksız tecziye yani Samsun da’vası Temyîzde bozulmuştur (3 Şubat 1954).
Bu arada Bedîüzzaman siyâset konusunda Nur Talebelerini ikaz etmiş ve Eşref Edib’e bu konuda cevap bile vermiştir. Bedîüzzaman’ın ziyâretçiler için kapısına yazı asması (Ağustos 1953); Nur Talebelerinin Afyon Mahkemesi’ne müracaatları; Bedîüzzaman’ın Eskişehir’e gelmesi (19 Ekim 1953) ve nihayet Bedîüzzaman’ın tekrar Emirdağ’a gelişi ve Isparta’ya seyahati (12-13 Kasım 1953) belgelerle açıklanmıştır.
Bu Bölümün en önemli konularından biri de, Bedîüzzaman ve Talebelerinin Vatan Gazetesi aleyhine da’va açmalarıdır. Duruşma tarihleri ve sayıları uzayıp gitmiştir: 22 Temmuz 1953; 26 Ağustos 1953; 16 Eylül 1953; 7 Ekim 1953; 4 Kasım 1953; 2 Aralık 1953; 23 Aralık 1953 tarihlerinde duruşmalar tekrarlanıyor. Bu arada Bedîüzzaman’ın kıra çıkması bile olay oluyor (Eylül 1953); Anadolu’nun her yerinde nurcu avına çıkılıyor; Diyânet İşleri Başkanlığı yeniden müsbet rapor veriyor; ama hâlâ nurlar suç âleti olarak görülüyor (31 Mart 1953); Çivril-Homa’daki tevkifler başlıyor (Temmuz 1953); Eğirdir İlçesinde de Nur Talebeleri takibata maruz kalıyor (2 Nisan 1953) ve Serik’te bir garip da’va açılarak El-Hüccet’üz-Zehrâ kitabı Hüccet’ül-İslâm adiyla müsâdere ediliyor (Nisan 1953).
Bedîüzzaman Eskişehir’e geliyor; Yeşilyurt Gazetesi müsbet haberler neşrediyor (23 Ekim-15 Kasım 1953) ve nihayet bu bölümde İhvân-ı Müslimîn ve Nur Talebeleri münasebetleri ele alınıyor.
Sekizinci Bölüm, Bedîüzzaman’ın Son Isparta Hayatı/I başlığıyla Bedîüzzaman’ın 12-11-1953/01-01-1957 tarihleri arasındaki hayat safhalarına tahsis edilmiştir. Bedîüzzaman Isparta’ya geliyor (12 Kasım 1953) ve bu arada Bedîüzzaman’ın bütün dosyası Isparta’ya getiriliyor. Bedîüzzaman yine zehirleniyor. Bu arada Nurların teksiri hızlanmış ve derleme bazı eserler vücuda getirilmiştir. Tılsımlar Mecmuası; İsm-i A’zam İle İnsan ve Kâinat Tılsımlarının Miftahı ve Zeyli; Hakikat Nurları; Miftâh’ul-İman Risâlesi; Tiryak Risâlesi; Emirdağ Lâhikası I-II ve Küçük Tarihçe-i Hayat (1952) gibi.
Bedîüzzaman hakkında hazırlanan MAH Raporu (Temmuz 1954) ve Vatan Gazetesi da’vasının bu yıldaki duruşmaları ve karar safhası bu bölümün konuları arasındadır. Duruşmalar, 27 Ocak 1954; 10 Şubat 1954; 3 Mart 1954 ve nihayet Vatan Gazetesi da’vasının Karar Celsesi ve berâat kararı 24 Mart 1954 zikredilmesi gereken konulardır. Bedîüzzaman tekrar zehirleniyor. Gergin olan 1954 seçimlerinde Bedîüzzaman kardeşliği teşvik ediyor.
DP iktidarının ikinci senesinde, yani 1952 baharında vuku’ bulan Ticânî hâdiseleri ve 10 Temmuz 1952’de ağır hükümlerle mahkûm olmalarıyla çalkalanan umûmî tedirginlik üzerine, daha sonra da bu hâdisenin te’sirinden gelen bir heyecan ile Demokrat Parti’den ayrılıp, 1 Ağustos 1952’de kurulan “İslâm Demokrat Partisi” ve altı ay sonra da, bu partinin mahkemece kapatılması; 22 Kasım 1952’de Malatya’da gazeteci Ahmed Emin Yalman’a yapılan su-i kasd ile yaralanması üzerine, DP iktidarı, CHP’nin saldırılarına dayanamıyarak, korku ve evham içine girdi ve Türkiye çapında milliyetçi, dindar hürriyetçilere baskılar uygulanıp mahkemelerle rahatsız edildiler. Bunun üzerine Millet Partisi mensublarıyla, DP mensubu bazı dindar kimselerin iş birliği ve fakat CHP’nin tahrikleriyle kurulan ve aynı meselelerin bir uzantısı olan 20 Aralık 1955’de Hürriyet Partisi hâdiseleri ve benzeri hâdiseler üzerine, Hazret-i Üstâd Demokratlara müteveccih olmuş ve onlara acıyarak içtimâ’î ve siyasî olan bu mes’elelerin esasında yatan hususları değerlendirerek açıklamalarda bulunmuştu. Hazret-i Üstâd bu yazısını tahminen 1954 başlarında kaleme almıştır. Onun bir eki olan haşiyesini ise, daha önce Ticânî hâdisesi üzerine kaleme almışlardı. [8] Üstâd’ın o yazısı aynen şöyledir:
Kalbe ihtar edilen içtimâ’î hayatımıza ait bir hakikat
Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâm'dır.
İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dini, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dini siyâsete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.
Halk Partisi ise: Hakikaten acib ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmisekiz senelik bütün cinayatıyla başkaların cinayatı ve İttihadcıların mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galib hükmündedirler. Çünki ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrudçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde; bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrudçuluk ile nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acib cinâyetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyâtıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki bir cihette manen Demokratlara galib geliyorlar. Halbuki İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsi olan hadîs-i şerifte سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ yani: Memuriyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet'in bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünki kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad mutlak keyfî olur.
Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâm'daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat'ın ma’nasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, Âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz'î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.
Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za'fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başa geçerse; ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakikî Türklerin hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünki İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime: وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى dır. Yani, birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes'ul olmaz. Halbuki ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünki "Bir masumun hakkı, yüz câniye feda edilmez" diye İslâmiyet'in bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mes'ele-i vataniyedir ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.
Madem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyâde maddî ve manevî cazibedar nokta-i istinad olan hakâik-i İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri, nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlub etmeye bir ihtimal-i kavî ile hissettim ve İslâmiyet namına telaş ediyorum.
(Haşiye): Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve sû'-i istimalleri neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticânî mes'elesini ve ağır cezalarını Dindar Demokratlara yüklememek ve Âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Nasıl Ezan-ı Muhammedîye'nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve Âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine Âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de berâatine karar verdikleri Risâle-i Nur'un resmen serbestiyetini Dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit Âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.
1954 yılı içinde Isparta Cumhuriyet Savcılığı soruşturma başlatıyorsa da bu safhada hemen Men’-i Muhâkeme (takipsizlik) kararı veriliyor. Bunun üzerine Bedîüzzaman Barla, Bedre ve Eğirdir gezilerine başlıyor.
1955 yılının en önemli olayı, daha önce takipsizlik kararı verilmesine rağmen, Isparta da’vasının yeniden açılmasıdır ki, ikinci kez takipsizlik kararı ile sonuçlanmıştır ve bu Nurun büyük bayramı kabul edilmiştir. Gerçekten evvela Bedîüzzaman ve 88 Nur Talebesi hakkında Isparta Sorgu Hâkimliği Âmme da’vası açıyor (15 Ocak 1955); Menfî gazeteler adâleti ve hükümeti tahrik ediyor; Savcının İddianâmesi (25 Mart 1956) Ve Bedîüzzaman’ın İtiraznâmesi (1 Mayıs 1956); Nur Talebeleri adına Tâhirî Mutlu ve Zübeyr Gündüzalp yetkili makamlara dilekçeler yazıyorlar ve Üstad’ın Müdâfa’alarını göndermeleri; Hüsrev Altınbaşak’ın Isparta Sorgu Hâkimliğine yazdığı dilekçe ve sonunda Isparta Sorgu Hâkimliğinin Men’-i Muhâkeme Kararı (11 Eylül 1956) bunları takip ediyor. Bedîüzzaman Adnan Menderes’e ikaz edici bir mektup gönderiyor.
Bedîüzzaman 1956 yılında da adım adım takip ediliyor ve zehirleniyor. Ancak bu yıl Nurların resmen intişarı ve serbestlik devri sayılıyor. Diyânet eliyle neşrinin akim kalması Üstad’ı üzüyor. Nihayet Latin Harfleriyle Nurların neşri başlıyor. Bedîüzzaman Emirdağ’a geliyor Ve Demokrat Partililer ona yine sahip çıkıyor. Bütün bu güzellikleri, Temyîz Mahkemesi’nin lehde bozma kararından sonra Afyon Ağır Cezanın Berâat Kararı vermesi ve Nur Talebelerinin Tebrik Beyânnâmeleri; Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin Berâat Kararı ve Diyânet’in olumlu raporu (23 Haziran 1956) takip ediyor. Burada Üniversite Nur Talebelerinin yayınladıkları broşür (21 Nisan 1956) fırtınalar koparıyor.
Bu yılın önemli olayları arasında Diyarbakır da’vası ve Mehmed Kayalar’ın müdâfa’ası (Şubat 1956) bulunmaktadır. Mehmed Kayalar’ın Diyarbakır İkinci Sulh Ceza Mahkemesi’ne sunduğu dilekçe sonrası eserler iade ediliyor.
Diyarbakır’daki Nur Hizmetlerinin temelini, Nur’un rükünlerinden Mehmed Kayalar, Çermikli Hoca diye bilinen Abdülkadir Ekinci ve bunlara yardımcı olan Mehmed Hanefî Erdil teşkil etmektedir. Hayrettin Karaman’ın Nurlarla tanışması da Diyarbakır’da olmuştur. Diyarbakır Vâliliği’nin 19 Ocak 1956 tarihli İçişleri Bakanlığı’na sunduğu Diyarbakır Nur hizmetleriyle alakalı raporundan şunları öğreniyoruz:
Mehmed Kayalar Ağabey’in 17 Ağustos 1955 tarihinde evi aranmış ve elde edilen kitap ve mektuplar Cumhuriyet Savcılığına teslim edilmiştir. 5 Ocak 1956 tarihinde ise Mehmed Hanefî Erdil’in evi aranmış ve elde edilen dökümanlar adâlete teslim edilmiştir. Yazının sonunda zikredilen şu cümle manidardır: “Nurcular, bugünkü medenî ve soyal yâsâyişı temsil eden Masonların aleyhindedirler”. Şimdi yazıyı okuyalım:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 13311-22-18 1956-57
Kitabımızın kaynaklarını her ne kadar bütün ayrıntılarıyla bu cildin sonunda verdik ise de, ana hatlarıyla burada açıklamakta fayda bulunmaktadır. Bu cildin en önemli özelliği, Bedîüzzaman’ın hayatına ait eski Tarihçelerde yer almayan çok sayıda belge ve olayın yer alması ile birlikte, özellikle hayatı ile alakalı tarihlerin bazan yıl bazında değişmesidir.
Birinci derecede kaynaklarımız, Bedîüzzaman’ın eserleri, lâhika mektupları ve Talebelerinin mektuplarıdır. Şu anda mektuplarının tamamına yakınının orijinalleri elimizdedir diyebiliriz. Neşredilenler kadar, neşredilmeyen eserlerden ve lâhika mektuplarından da istifade ettik. Şu gökkubbe altında hiçbir şey gizli kalmasın istedik. Envar Neşriyâta, Hizmet Vakfına ve Nesil Yayınclık grubuna müteşekkir olduğumuzu bu konuda ifade etmekle mükellefiz. Elimizde 2000’in üzerinde Risâle-i Nur Külliyâtının yazma nüshaları bulunmaktadır. Bu yazmalar, Abdülkadir Badıllı Ağabey Arşivindekiler, Millî Kütüphânedeki nüshalar, Necmeddin Şahiner Ağabey’in elindeki kitaplar ve en önemlisi de bu konuda en zengin arşive sahip olan Hizmet Vakfı arşivindeki 1600 küsur nüshadan müteşekkildir.
İkinci derecede kaynaklarımız, Necmeddin Şahiner Ağabey’in Son Şahitler ve Aydınlar Konuşuyor gibi kıymetli eserleridir. Bunlar olmasaydı, bu eser çok zor telif edilirdi. Bu muhalled eserler, asır yeniden yaşanmadan kaleme alınamayacak eserlerdir.
Üçüncü derecede kaynaklarımız, Abdülkadir Badıllı Ağabey’in başta Mufassal Tarihçe olmak üzere kaleme aldığı eserlerdir. Kendileri bizzat bu eserlerin dijitallerini bize verdiğinden, çoğu kere aynen iktibasta bulunduğumuzu şükranla yad ediyoruz. Ömrünün tamamını bu hizmete vakfetmedikçe ve Nurlara tam vâkıf olmadıkça, bu eserlerin kaleme alınamayacağını mütâla’a edenler idrâk edebilirler. Allah rahmet eylesin.
Bu arada Himmet Koçoğlu’nun Isparta Kahramanları adlı eseri ile Ömer Özcan’ın Ağabeyler Anlatıyor isimli altı ciltlik muhteşem eserleri, önemli kaynaklarımız arasına girmiştir. Ömer Özcan Ağabey, adı geçen eserin altı cildinin de Word dökümanlarını bize gönderme lütfunda bulunarak, bize aylar kazandırmıştır.
Dördüncü derece kaynaklarımız, Abdülkadir Aksu ve merhum Turgut Özal’ın yardımlarıyla elde ettiğimiz Emniyet Genel Müdürlüğündeki arşiv belgeleri; sayıları 18. 000’i bulan Kürd Te’âlî Cemiyeti ve 1980’li yıllara kadar Nur Cema’atine ait devletin farklı arşivlerindeki muhtelif resmî belgeler; Cumhurbaşkanlığı Arşivindeki belgeler ve nihâyet Osmanlı Arşivindeki belgelerdir. Bu belgelerde anlatılanların her zaman doğru olduğunu söylemek zordur; zira özellikle bazı raporlarda sapla saman birbirine karıştırılmıştır.
Kaynaklar konusunda hatırlatmamız gereken bir nokta: Bu eserin en önemli kaynaklarından biri olan Abdülkadir Badıllı Ağabey’e ait Mufassal Tarihçe’den nakiller yaparken, mutlaka kaynak verdik ve cilt ve sayfa numaralarını dipnotlarda açıkladık. Ancak kendisinden de izin alarak, aldığımız iktibasları kısmen hülasa ederek, bazan tadil ederek aldığımızdan küçük puntolarla değil, normal kitap yazısı şeklinde bir format kullanmayı tercih ettik.
[1] Şahiner, Son Şahitler, c. II, sh. 360.
[2] Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c. I, sh.105.
[3] Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c. I, sh. 265 vd.
[4] Purutluk: Protestan mezhebi ma’nasınadır.
[5] Emirdağ Lâhikası-2, sh. 208-209.
[6] Tarihçe-i Hayat, sh. 622.
[7] Krş. Badıllı, Mufassal Tarihçe, III, sh. 1831 vd.; Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla, sh. 381.
[8] Badıllı, Bedîüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. III, Sh. 1929 vd