Said Nursi’nin yolu, bu ülkede büyük değişim ve dönüşümlerin sancılı dönemlerinde hep İstanbul’a düştü. 1907 yılının sonunda İstanbul’a adın attığı zaman, Devlet-i Aliye’nin payitahtı kaynıyordu. İttihat ve Terakki’nin yurt dışından başlattığı hareket, artık bütünüyle İstanbul’a mal olmuştu.
Gösteriler ve hadiseler birbirini takip ediyordu. Ülkede büyük bir baskı ve ümitsizlik havası vardı. Sultan II.Abdülhamid, bu kargaşadan bir çıkış yolu bulmak için çırpındıkça, işler daha da çıkılmaz hale geliyordu.
Bu hadiseler II. Meşrutiyet’in ilanına kapı açtı, fakat ortalık bir türlü durulmadı. İşte Said Nursi bu sıralar İstanbul’daydı ve ‘’gaye-yi hayalim’’ dediği Medresetüzzehra’nın inşası için bazı teşebbüslerde bulunmak için gelmişti.
Fakat olağanüstü gelişmeler ve tabir caizse dehrin hadiseleri, o kadar farklı bir kulvarda fırtına gibi esiyordu ki, Said Nursi bir anda kendini hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarının tam ortasında buldu. Bu zemin, O’nun yepyeni ve tecdit niteliğindeki fikirlerini ifade edebilmesi için çok iyi bir vesile oldu.
Bu fikirler Eski Said’in fikri yapısının çok önemli bir karakteristiğini oluşturdu. Divan-ı Harbi Örfi,Muhakemat,Münazarat ve Hutbe-i Şamiye, böyle başdöndürücü bir tartışmanın ortasından, O’nun ilginç düşüncelerinin şaheser fikri manifestosunu oluşturan eserler olarak ortaya çıktı.
Sonra Van’a dönüş ve aşiretlerle yaptığı soru-cevap tarzındaki görüşmeler. Bu görüşmeler, İstanbul’da yakılan hürriyet ve meşrutiyet meşalesinin Kürtlere mal edilmesi ve müfsit düşünce sahipleri tarafından Kürtlerin yanıltılmalarının önüne geçme çabası olarak ortaya çıktı. Bu gayretinde de çok önemli mesafeler aldı.
Sonra yepyeni bir tecdit hareketinin İslam âlemine dönük yüzü için çalıştı. Fikirlerini çok farklı bir vizyon ve perspektifle süslendirerek Şam Emevi Camisinde verdiği hutbe, hürriyet ve meşrutiyetin İslam’ın asıl bir malı olduğu görüşünden hareketle heyecan verici ifadelerle takdim ediliyordu.
İstanbul’a ikinci gidiş, Osmanlı’nın Avrupa’da tutunma çabalarının son ve yetersiz bir dönemine denk geldi. Sultan Reşad’ın ve diğer hükümet yetkililerinin yaptığı teşebbüsler sonuçsuz kaldı. Ardından Van’a dönüş ve dehşetli, her şeyi savuran ve bütün dengeleri değiştiren bir dünya savaşının ardından üçüncü sefer geldiği İstanbul’da çok farklı bir dünya ile karşılaştı.
Bu dönemdeki tartışmalı noktaların başında Said Nursi-Enver Paşa ilişkileri gelmektedir. Elbette bu konuda önemli ve derinlemesine ilmi çalışmalar ve tartışmalar yapılmalıdır. Fakat bana göre bu birlikteliğin en önemli muharrik sebebi, ideolojik olmaktan ziyade konjuktüreldir. Osmanlı Devletini, mevcut vahim durumdan en az bir zararla çıkarabilme gayretleridir. Asgari müştereklerde bir arada bulunma çabasıdır. Fikri bir beraberlikten bahsetmek mümkün değildir. Çünkü her iki şahsiyet de, farklı görüşlerin savunucularıdır.
Bu üçüncü geliş de, yeni bir inkılap ile neticelenmiştir. İstiklal Mücadelesini ve Ankara’da Büyük Millet Meclisinin açılması ile neticelenen gayretleri ve bu dönemde yapılan çakışmaları Said Nursi desteklemiştir. Yeni yapıyı, milletin inançları noktasında yönlendirmek ve katkı sağlamak amacıyla gittiği Ankara’da çok farklı bir durumla karşılaşmış ve siyaset yolu ile mücadele etmenin imkânsızlığını teşhis ederek Van’a çekilmiştir. Sonraki gelişmeler de, Said Nursi’nin bu öngörüsünü doğrulamış, ülke tek partili despot bir yönetimin ‘’astığı astık-kestiği kestik’’ uygulamaları ile yirmi yedi yıl geçirmiştir.
1925 yılındaki Şeyh Said Hadisesinin ardından, başlatılan zulüm ve sürgün furyası ile birlikte vatanından edilen ve inzivada bile rahat bırakılmayan Said Nursi’nin yolu, kaderin garip bir cilvesi olarak yeniden İstanbul’a düşmüştür. Her büyük değişim ve dönüşümün arifesinde olduğu gibi İstanbul’a gelen Said Nursi; bütün bir vatan, din, manevi değerler, dini kurumlar ile birlikte sürgüne gönderilmiş, bu değerlerle birlikte hep beraber uzun yıllar devam edecek bir husumetin odağına oturtulmuştur.
Sonra aradan geçen yirmi altı sürgün ve zulüm yılı. Hapishaneler, mahkemeler, sürgün diyarları, zehirlenmeler, suikastlar, baskı ve tarassut ile geçen yıllar. Demokratik bir yönetim devrinin başlamasının ardından açılan Gençlik Rehberi mahkemesi için 1952 yılında İstanbul’a geliş ve mahkeme heyetinin oy birliği verdiği beraat kararı.
Fakat dehşetli komiteler ve bunların uzantıları boş durmayacak ve yeniden baskı ve provokasyonlarına devam edeceklerdir. 1953 yılında Emirdağ’da biraz nefes almak için kırlara doğru gittiği bir sırada, kara çehreli zalim ağalarından talimat alan dört askerin, Said Nursi’nin sarığına yaptığı fiili bir müdahalesinin ardından ortaya çıkan gelişmeler sonucu yeniden İstanbul yolu görünür.
Bu durumu bir mektup yazarak İçişleri ve Adalet Bakanlıklarına duyurmak isteyen Said Nursi, bu mektubu ilgili makamlara ulaştırmaları amacıyla Ankara’daki talebelerine gönderir. Bir nüshası Ankara Nur Talebeleri tarafından Samsun Büyük Cihad Gazetesinde neşredilir. Bunun üzerine Samsun’da açılan dava neticesinde Üstad Samsun’a gitmek amacıyla 1953 yılında yeniden İstanbul’a gider.
Bu son iki İstanbul seyahatini beraberce değerlendirmek gerekir. Çünkü açılan davalar sonucu İstanbul’a gelinmiştir. Bazı mahfillerin ısrarlı gayretleri ve Demokrat hükümeti halk nezdinde itibar kaybına uğratmak amacıyla hazırlanan fitne tezgâhı amacına ulaşmaz ve mahkemelerden istedikleri sonucu almazlar.
Bu mahkemelerin sonucu olarak Risale-i Nurların artık rahat bir şekilde ve serbestçe neşredilmesinin yolu açılır. Sözler’den başlamak üzere diğer bütün kitaplar, Üstad hayatta iken ve 1953’ten sonra açılan hürriyet zemininde bazı zorluklarla da olsa neşredilir ve Üstad, adeta bir bayram yaşar. İşte bu son iki İstanbul seyahatini de bu açıdan bir büyük inkılabın başlangıcı olarak kabul etmek mümkündür.
Sonra araya yaklaşık yedi yıllık bir fasıla girer. 1959 yılının ikinci yarısından itibaren Üstad gelmekte olan büyük bir fırtınayı görür ve ilgilileri ve özellikle ‘’İslam Kahramanı’’ dediği Adnan Menderes’i ikaz etmek için çeşitli teşebbüslerde bulunur. Defalarca Ankara’ya gider, milletvekilleri ile görüşür, ilgilileri uyarır. Bu seyahatler, gelmekte olan meş’um bir ihtilalin, Üstad’da meydana getirdiği bir ruh darlığının sonucu olarak ortaya çıktı desek, doğru olacak kanaatindeyim.
Bugünlerde basında tahrik edici haberler arka arkaya çıkıyor ve ihtilalin zemini hazırlanıyordu. 1 Ocak 1960 gününde İstanbul’a gelen ve Piyer LotiOteli’inde bir gece kalan Üstad, burada basın mensuplarının çok yoğun ve adeta rahatsızlık boyutuna varan ilgileri sonucu İstanbul’dan ayrılıp, yeniden Ankara’ya gidiyor. İlginçtir, Üstad Said Nursi, bir hafta sonra 11 Ocak 1960 günü yeniden Ankara’ya gidiyor.Fakat yine bir muhatap bulamıyor ve Isparta’ya dönüyor. Bütün bu gayretler, elbette takdir-i İlahi’nin bir neticesi olarak, ihtilali önlemeye yetmiyor.
Bu son İstanbul seyahati de yine mühim bir inkılabın arifesine denk deliyor. Üstad’ın vefatından yaklaşık iki ay sonra bir ihtilal daha yapılıyor. Milletin meşru ve seçilmiş temsilcileri, darağacına gönderiliyor. Ülke yeniden bir baskı ve zulüm kıskacına sokuluyor.
İşte Üstad’ın İstanbul seyahatlerinin hemen akabinde meydana gelen altı büyük inkılap ve değişim üzerinde, belki biraz daha durmak ve araştırmak gerekiyor. Bu durum, İstanbul’un bu ülkenin yönetimindeki ehemmiyetini göstermesi ve Üstad’ın da İstanbul’a verdiği önemin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Elbette her şeyin en doğrusun Rabbimiz bilir.