Özgün Duruş Gazetesi'nden Abdulaziz Tantik'in Zehra Yayınları sahibi Osman Tunç ile yaptığı röportaj...
Said Nursi, ölümünün 50. yılında yeniden bir değerlendirmenin kaçınılmaz zorunluluğunu dayatıyor. Çünkü her büyük âlim ve entelektüel gibi o da üzerine çokça söz söylenen biri olageldi. Lehinde ve aleyhinde onlarca, yüzlerce çalışmalar yapılan biridir. Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in kuruluşundan 1960’lı yıllara kadar siyasi ve kültürel hayata önemli ölçüde etkide bulunmuş ender kişilerden biridir. Kendi namına Türkiye’de mevcut cemaat ve bu cemaatin birkaç parçaya bölünmesini de hesaba katarsak, en yoğun insan kitlesine sahip olduğu söylenebilinir.
Tarih, kalıcı olanların öyküsü ile anlam kazanır. Said Nursi, kalıcılığı hak eden bir münevver olarak halen Türkiye’deki kültürel ve siyasal dokuyu etkilediği gibi İslam dünyasındaki kültürel dokuya da nüfuz etmeye başladı. Kitapları ve üzerine yapılan çalışmalar ile birçok dilde tanınmaya ve okunmaya başladı.
Zehra Yayınları sahibi olan ve Risaleler üzerine ciddi çalışmaları ve emeği olan biri olarak Osman Tunç’la Bediüzzaman Said Nursi üzerine enine boyuna, derinlemesine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşinin birinci bölümü…
Said-i Nursi’nin 50. ölüm yıldönümü içinde bulunuyoruz. Türkiye’de en çok tartışılan, görüşleri paylaşılan veya reddedilen, yaşarken sürekli kovuşturma ve takibe maruz kalan biri. Bugün ise milyonlarca seveni ve takip edeni var. Bu vesile ile sizden kısa ve öz olarak “Said-i Nursi kimdir” sorusunun cevabını alalım…
Bediüzzaman Said-i Nursi, son dönemlerde sıkça gündeme gelmeye başladı. Bildiğiniz gibi daha önceleri rejim tarafından yasaklı bir isimdi. Hem yazdığı kitapları hem de ismi yasaklıydı. Son dönemlerde bu yasak aşılmaya başlandı. 1925’te sürgüne gönderildiği tarihi esas alırsak yarım asrı aşkın süre içinde sakıncalı bir isim olarak anıldı.
SÜRGÜNDE BİR MUHALİF
Bu yasaklamanın nedeni neydi?
Halkın nazarında bir İslâmi mütefekkir iken hiçbir fiili hadiseye karışmadığı ve teşebbüs etmediği halde niçin bu kadar takibe ve kovuşturmaya maruz kaldı? Sadece fikirleri ile gündeme geldiği halde bu kadar yasaklı duruma düşmesinin altında Cumhuriyet öncesi, Meşrutiyet dönemlerinde kendisini çok iyi tanıyan, neler yapabileceğini iyi bilen kişilerin yeni iktidarda yer almaları ile ilişkili olabileceğini düşünüyorum. Cumhuriyet’i kuran İttihatçı kadrolar 1908 Meşrutiyet döneminde Said-i Nursi’nin ataklığına, cevvaliyetine ve neler yapabileceğine şahit olanlar, onun bu yeni dönemde “bir şey yapmıyor görünse de etkili bir muhalefet gösterebilir” diye düşündükleri muhakkaktır. Gerçekten de Bediüzzaman Said Nursi sürgünde bir muhalif olarak yaşamını sürdürdü.
Bir muhalif olduğu tartışılmaz bile. Kültürel muhalifliği daha baskın gibi görünüyor değil mi?
SAİD NURSİ, ÇOK GÜÇLÜ ÖNSEZİYE SAHİP BİRİ
Said-i Nursi’nin hayatı, hem kültürel hem de siyasi açıdan bir muhalefeti içeriyor. Onun çok güçlü bir önseziye sahip olduğunu görüyoruz. 1950 Demokrat Parti dönemine kadar fikri ve siyasi muhalefet yapıyor. Sistemin sahip olduğu açmaz ve çıkmazlara işaret ediyor. Bugün biz onun işaret ettiği hususların teker teker çıktığını görebiliyoruz. O, Cumhuriyet’in kuruluşundaki ulus devlet yaratma ülküsünün ve buna bağlı diğer etnik grupları, özellikle Kürtleri yok sayma ve asimilasyona tabi tutmanın ilerde zorunlu olarak terk edileceğini öngörmüştü. Ulusçuların kendi aralarında bile bu sorun yüzünden ikiye bölünebileceklerini dile getirmişti. Bugün bunları bizzat yaşıyoruz.
O, küçücük odasında ezan ve kameti Arapça yaptığı için sorgulanıyordu
Bediüzzaman hayatı boyunca rejimle hiçbir şekilde barışık olmadı. Rejimin yanlışlarını mahkemelerde, yazılarında ve konuşmalarında sürekli dile getirdi. Türkçe ezan okunmasının zorunlu olduğu dönemlerde, münzevi bir hayat yaşıyordu. Onun küçücük odasında bile Arapça ezan okuduğu ve kamet getirdiği için sorgulandığını biliyoruz. O rejime muhalefet etmekle onu red etmeyi birbirinden ayırıyordu. O şuna inanıyordu: Hangi sistem olursa olsun, ona muhalif olanlar çıkacaktı. Fikir ve düşünce özgürlüğü açısından bu meşru ve mümkün olmalıydı. Said Nursi bu konudaki görüşünü şöyle dile getiriyordu: “Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne kuvvetimiz var, ne düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır. Amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasaraya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, amel etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.”
Söz konusu Said-i Nursi ise hemen Eski ve Yeni Said ikilemi gündeme gelir. Bu durum konjonktürel bir durum mu? Yoksa şartların değişimi ile başlayan yeni bir tutum alma biçimi mi? Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
İSTİBDADA KARŞI HÜRRİYETİ SAVUNUYOR
Her mütefekkirin hayatında bu tarz dönemler olmuştur. Büyük İslam mütefekkirlerinin de hayatlarında farklı dönemler olmuştur. Bediüzzaman’da da bunu görüyoruz. Eski Said diye nitelendirilen dönem, Osmanlı imparatorluğunun son dönemine tekabül ediyor. Abdülhamit döneminden Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar Said-i Nursi, imparatorluğun yıkılmaması için gerekli olan ne varsa onu yapmaya çalışıyor. İttihatçıların ulusçuluk serüvenine karşı çıkıyor. Eserlerinde bu ulusçuluğun kaynağının Batı olduğunu ve frengi bir illet olduğuna vurgu yapıyor. Aynı zamanda milliyetçiliği müspet ve menfi olarak ikiye ayırıyor. Menfi milliyetçiliğin gaflet, riya ve zulümden ibaret bir macun olduğunu belirterek sakıncalarını da ayrıca sürekli dile getirmeye devam ediyor. Balkanlar ve diğer yerlerdeki toprak kaybı, ayrılmalar, kopmalar yaşanırken Bediüzzaman’ın himmeti, bu dağılmayı nasıl durdurulabileceği üzerinde yoğunlaşıyordu. Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini bizzat yaşamış olan Said Nursi, her dönemde istibdadı ve baskıyı eleştiriyor. İstibdada karşı devamlı olarak hürriyeti savunuyor. Hürriyet dönemlerinde herkes kendi görüşünü serbestçe dile getirir ve sorunlar ancak bu şekilde çözülebilir, diye düşünüyor. Baskı ile yasaklamalarla sorunların çözülemeyeceğini her dönemde dile getiriyor.
Said-i Nursi, bu anlamda tam bir demokrat ve özgürlükçü duruyor, değil mi?
BEN ONLARDAN AYRILMADIM, ONLAR BENDEN AYRILDILAR
Özgürlükten ve hürriyetten yana tavır alıyor. Bu yaklaşımı ile ilk anda sanki İttihatçıların safındaymış gibi bir görüntü veriyor. Bunu dile getiren kişiler de var, ama yanılgı şurada: Bediüzzaman, ortada bir doğru varsa, o doğruyu dile getiren kim olursa olsun, o fikri destekliyor. Fakat İttihatçılar, ulusçuluğa yönelerek, etnik kimlikleri reddederek tek etnik kimliğe, yani Türkçülüğe yöneldiklerinde Bediüzzaman onlardan ayrılıyor. Kendisine sorulan “siz İttihatçılar ile beraber idiniz, niye onlardan ayrıldınız” sorusu üzerine, “Ben onlardan ayrılmadım, onlar benden ayrıldılar” diyor.
İmparatorluğun dağılma sürecinde sorunların çözümü noktasında bütün fikir adamları ve entelektüeller İslamcısı, Türkçüsü, Batıcısı bazen aynı kefede görünebiliyorlar. Ancak sorunların çözümü netleştikçe de ayrılmalar başlıyor, Bediüzzaman’da da durum bu mudur?
Tabii ki dert aynı, çözüm yolları farklı, ama çözüm yollarının farklılaşması sürece bağlı olarak geliştiği için aynı cephede bulunma normal görülmelidir. İttihadı İslam projesi, İkinci Abdülhamit’in benimsediği siyasi bir proje idi. Osmanlı hinterlandını korumaya yönelik bir proje idi.
Bu görüşün arkasında başka kim vardı?
ARKA PLANDA CEMALETTİN AFGANİ VARDI
Arka planda Afgani vardı. Ama Afgani’nin atraksiyonu ve hareketliliği Abdülhamit için fazla geldi. Afgani, Namık Kemal, Ali Süavi gibi şahsiyetler İslam birliği (İttihadı İslam) projesini savunuyorlar. Abdülhamit bu fikri sahiplendi ama Afgani’yi de İstanbul’da gözaltında tutarak...
Afgani ve Bediüzzaman arasında bir ilişki var mıdır?
MARDİN’DE AFGANİ’NİN İKİ TALEBESİ İLE BULUŞMA
Afgani, çok hareketli, güçlü bir şahsiyet ve etkileyici bir duruşu var. O yüzden sultan onu istemiyor. Bediüzzaman’ın da İttihadı İslam noktasında Afgani ile bir bağı var. Bediüzzaman daha İstanbul’a gelmeden önce Mardin’e uğruyor ve orada Afgani’nin iki öğrencisi ile tanışıyor. Hayatını anlatan metinlerde bu iki öğrencinin kim olduğu bilgisi yer almıyor. Ama muhtemeldir ki o iki öğrenciden biri Muhammed Abduh olsun. Ama bu sadece bir kanaattir. Siyasetle ilgilenmesi bu görüşmeden sonra başlar.
Eski Said olarak tanımlanan dönem cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemdir. Cumhuriyet kurulmuş, rejimin kimliği netleşmiştir. Nursi’nin bu kadro ile anlaşması artık imkânsız haldedir. Mustafa Kemal’in kendisine teklif ettiği umumi vaizlik dâhil bütün teklifleri red ediyor. Van’a dönerek inzivaya çekiliyor. Siyaseten artık yapılacak bir şeyin kalmadığını düşünüyor. Fikirlerinin berraklaşması ve neler yapılabileceğini belirlemek için tefekküre yöneliyor.
Bediüzzaman’ın Cumhuriyet döneminde yasaklı olması, İslamcılığı, İttihadı İslam’ı savunması, Afgani’nin siyasi görüşlerinden etkilenmesi, İslam birliği çerçevesinde mücadele etmekten kaçınmaması ve bu konuda neşriyatta bulunması, tüm bunların hepsi Said-i Nursi’yi sakıncalı hale getirmiş olabilir mi?
CUMHURİYETİN KADROLARI BEDİÜZZAMAN’I İYİ TANIYORLAR
Daha önce de söylediğim gibi Cumhuriyet’i kuran kadro Said Nursi’yi yakından tanıyor. Onun sessiz kalmayacağını biliyorlar. İstanbul’un işgalinde İngilizlere karşı nasıl direndiğini, bildiriler kaleme aldığını o kadro biliyor. Onu iyi tanıyorlar. Genç Cumhuriyet, Bediüzzaman’ın büyük kitleler üzerindeki etkisinden çekiniyor. Ruslara karşı gösterdiği cansiperane savaşı biliyorlar. Ama esas üzerinde durdukları, ilerde “Bediüzzaman muhalif bir hareket başlatarak karşımıza çıkabilir” endişesidir. Oysa Bediüzzaman, siyaseti çoktan bırakmıştır. Siyasetin çirkin yüzüne yakından tanık olmuştur.
Bediüzzaman’ın Teşkilatı Mahsusa ile bir ilişkisi olmuş mudur? Bunu dile getiren Cemal Kutay gibi tarihçiler de var.
Bu tamamen mesnetsiz, hiçbir delile dayanmayan ve Cemal Kutay tarafından ortaya atılan temelsiz bir iddiadır. O iddianın niçin ortaya atıldığı da kuşkuludur. Gaye, suyu bulandırmak, zihinleri teşviş etmek olsa gerek.
Teşkilatı Mahsusa, birçok önemli İslamcı ismin içinde yer aldığı ve Osmanlı sınırlarını muhafazaya yönelik, ayrıca İttihadı İslam görüşünü de içeren bir yaklaşımı taşıyor.
KENDİ ESERLERİNDE TEŞKİLATI MAHSUSA’YA DAİR BİR EMARE YOK
Mahiyeti ne olursa olsun, bir insan ya mensuptur veya değildir. Enver Paşa tarafından kurulmuş ve Osmanlı hinterlandı içinde bulunan topraklarda birçok İslamcı âlim ve entelektüeli de barındıran bir teşkilattır. Bu teşkilat ile ilgili yapılan çalışmalar var. Bu çalışmalar sonucu ortaya çıkan isim listeleri var. Bediüzzaman’ın, bu çalışmaların hiçbirinde adına rastlamıyoruz. Ayrıca ben Milli Gazete’de çalıştığım dönemde bizzat randevu alarak birkaç arkadaş ile birlikte Cemal Kuntay’ı Kadıköy’deki evinde ziyaret ettik. Özellikle de Teşkilatı Mahsusa ile ilgili bilgi almak için. Daha biz içeri girer girmez “Ben mason değilim” dedi. Hoşsohbet biriydi. Ama söyledikleri ile ilgili delil ve belge istediğimde kızmıştı. Kendisine Bediüzzaman ile ilgili dile getirdiği iddiayı sorduk, delil istedik. Çünkü o Bediüzzaman’ın bir denizaltı ile Libya’ya çıktığını ve cihat fetvasını dağıttığını da iddia ediyor. Çok köpürdü, kızdı ama ikna edici bir cevabı yoktu. Yaşlı olduğu için fazla sıkıştırmadan kalktık. Ayrıca Bediüzzaman kendi eserlerinde de Teşkilatı Mahsusa ile ilgili en küçük bir atıfta bulunmuyor. İddia edenlerin de hiçbir kanıtı yok, o yüzden havada kalan bir iddiadır. Hatta bir iftiradır diyebilirim.
Yeni Said döneminin en temel vasfı nedir?
ÇOĞULCU VE HÜRRİYETÇİDİR
Eski Said dönemi siyasetle yakından ilişkili olduğu dönemdir. Bu dönemde siyasi toplantılarda konuşmalar yapıyor, eleştirilerde bulunuyor, gazete ve dergilerde görüşlerini dile getiriyor. Yani aktif siyasetin içindedir. Bu dönemde de temel bir özelliği var, istibdada karşıdır ve hürriyet yanlısıdır. Çoğulcu ve hürriyetçidir. Osmanlı dağılıyor, genç Cumhuriyet kuruluyor. Ama Cumhuriyet, toplumu seküler, Batılı ve ulus devlet formu içinde dönüştürmeyi amaçlıyor. Bu dönemde siyasetin artık bittiğini kendi açısından düşünen Said Nursi, siyasetten çekiliyor. Siyasetten çekilmenin temel argümanı, siyaset ile artık millete hizmet etmenin imkânının kalmadığına inanmasıdır. İnzivaya çekilme kararı almıştır. Henüz herhangi bir karara varmamıştır. Van’ın Erek Dağı’nda inzivaya çekiliyor, yaklaşık 3 yıl sürüyor. Bu, kendi iç dünyası için bir muhasebe dönemidir. Şeyh Said hadisesi ile birlikte birçokları gibi onu da alıp potansiyel bir suçlu gibi sürgüne gönderiyorlar. 1925’ten sonra Isparta üzerinden Burdur’a ve oradan da Barla’ya sürgün ediliyor. Artık hayatının sonuna kadar bu sürgün hayatı devam edecektir. Ama hayatının sonuna kadar bir muhalif olarak…
MÜCADELESİNİ SESSİZ BİR KÜLTÜR DEVRİMİ İLE BAŞLATIYOR
İnziva hangi sonucu doğuruyor?
Kendi deyişiyle, “ben inzivaya çekildim, kendi nefsimle baş başa kalayım dedim, ama kaderi ilahi beni sürgün etmekle, sen kendinle baş başa kalamazsın, bu şekilde hizmet olmaz,” diyor. Sürgün üzerine yorumunu böyle yapıyor. Sürgünle birlikte yeni bir hizmet şekli başlıyor. Yeni rejim, seküler kültürü halka dayatıyor, asimilasyoncu, inkârcı ve modernleşmeci çizgiye karşı fikir bazında nasıl bir cevap verilebilir. İşte Said Nursi bu yeni dönemde bunun üzerinde düşünmüş ve mücadelesini sessiz bir kültür devrimi ile başlatıyor. Kültürel yapı üzerine kuruyor. İşte bu kültürel yapı içinde, kitaplar neşrederek, halkalar oluşturarak ve kültürel hamleler yaparak iman vazifesini yerine getirme ve İslam kültürünü yeniden ihyaya çalışıyor. Onun bu çalışmasını bir ihya hareketi olarak değerlendirmek lazımdır. Said Nursi’nin başlattığı tecdid hareketi İslam geleneğindeki ihya hareketinin son halkası olarak yorumlanabilir. Ama bu girişimlerin tümü akim kaldı.
Özgün Duruş