İbrahim Mert'in haberi:
RİSALEHABER-Allah demenin bile yasak olduğu tek parti döneminde kahramanca hizmet eden Osman Yüksel Serdengeçti'yi vefatının 33 yılında rahmetle yad ediyoruz.
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ KİMDİR?
1917 yılında Antalya'nın Akseki ilçesinde doğdu. Asıl adı Osman Zeki Yüksel'dir. İlkokulu Akseki'de, ortaokulu yatılı olarak Antalya'da okudu. Ankara'da Atatürk Lisesi'ni bitirdikten sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ne devam etti. 2. sınıf öğrencisiyken 1944'te meydana gelen olaylara karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş'le birlikte bir süre hapis yattı. Daha sonra ünlü "Serdengeçti" dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı. Kendisine Serdengeçti unvanını kazandıran bu dergi, 33 sayı çıkabildi.
10 KASIM’DA VEFAT ETTİ
1952 yılında "Bağrı Yanık" adlı bir mizah gazetesi çıkardı. Bu yayında inancının mücadelesini esprili bir dille okuyucularına aktardı. Osman Yüksel, 1965-1969 yılları arasında Adalet Partisi Antalya milletvekilliği yaptı. Partiden ayrıldıktan sonra da mücadelesine yine yayınladığı yazı ve kitaplarla devam etti. Son olarak Yeni İstanbul gazetesinde "Selam" başlığı altında günlük yazılar yazan Serdengeçti, 10 Kasım 1983 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Eserleri: "Mabedsiz Şehir", "Bu Millet Neden Ağlar?", "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?", "Ayasofya Davası", "Mevlana ve Mehmet Akif", "Türklüğün Perişan Hali", "Gülünç Hakikatlar", "Kara Kitap", "Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı", "Radyo Konuşmaları" ve "Akdeniz Hilalindir".
SERDENGEÇTİ VE BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Serdengeçti, iki defa Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etmişti. Mukaddesatçı cephenin ateşli kalemlerinden ve imanlı mücadelecilerinden Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti) 1952 yılının Mart ayında, Serdengeçti mecmuasının altıncı sayısında “Said Nur ve Talebeleri” başlıklı bir yazı neşretmişti.
Bu yazı Bediüzzaman’ın Büyük Tarihçe-i Hayat’ında, Bekir Berk’in Mülâkat isimli eserinde, Nurculuk isimli kitapta, ayrıca çeşitili mecmua ve gazetelerde iktibas edilmişti. Nesir ve şiir karışımı bu yazı, çoşkun bir iman ve sevgisinin neticesi olarak Bediüzzaman, Nur Talebeleri ve Nurculuk hakkında yazılmış en güzel yazılardan birisiydi.
Bu şahane makaleden sonra Osman Yüksel Serdengeçti, 1952’de İstanbul’da Fatih semtinde bulunan Reşadiye Otelinde Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret edip, görmüştü. Bu ziyaretin neticesi olarak Serdengeçti, o çoşkun ruhuylla, o berrak üslûbuyla mecmuasını Mayıs-Haziran (15-16) 1952 tarihinde, 7. sayfada “Said Nursî’nin Huzurunda” başlıklı bir muhteşem makale daha neşretti.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ İLE İLK GÖRÜŞME
Bediüzzaman Said Nursî ile olan ilk görüşmesini mezkûr makalede gayet veciz olarak ve bütün teferruatıyla anlatmıştı:
“Bundan birkaç sene evvel, hatırı sayılır bir din adamıyla Said Nursî Hazretleri hakkında münakaşa ediyorduk. Muhatabımın dinî bilgisi ve bu husustaki selâhiyeti münakaşa götürmez bir hakikattı. Fakat bütün bunlara rağmen İslâmın hareket, hamle, heyecan tarafına yanaşmıyordu. O bakımdan Said Nursî’nin mücadeleci hayatı onu fazla alâkadar etmiyor, hattâ bu yaştan sonra onun bu işlerle uğraşmasını doğru bulmuyordu. Bilâkis ben hareket haline gelmeyen, gelemeyen hiçbir imana taraftar değildim. Çok bilmek bir şey ifade etmezdi. İş, bildiğini yapabilmekti. Said Nursî’nin mücadelelerle dolu hayatı, o yılmazlığı, o dönmezliği, bana İlâhî bir heyecan veriyordu. Galiba Hazret o zaman Denizli Hapishanesinde bulunuyordu. Denizli adliyesinde stajyer bulunan bir arkadaşım Said Nur’un harkikulâde hayatından bahsetmiş, bana Nur Risaleleri getirmişti. Eserelerini tam mânasiyle okuyamamakla beraber, kudretli, kurtarıcı bir ruhun karşısında olduğumu görüyordum. Yukarıda da zikrettiğim gibi beni asıl ilgilendiren onun mücadelelerle dolu hayatı.
GÖRDÜĞÜ RÜYA
“Muhatabımı dilimin döndüğü kadar iknaya çalıştım. Said-i Nursî’nin gençlik üzerindeki tesirlerinden bahsettim.
“O gece bir rüya görüyorum: Geniş yeşil bir meydan. Meydanda binlerce, onbinlerce insan. Bu insanlar hem genişliğine, hem derinliğine meydana yayılmışlar. Omuz omuza göklere kadar yükselmişler. O onun omuzuna basmış, o onun omzuna.. Böylece bu muazzam insan yığınından adetâ koskoca bir dağ meydana gelmiş… Bu insanların en yükseğinde de Said Nursî Hazretleri… Sanki minarenin alemi gibi… Sanki kâinata Allah’ın varlığını, birliğini işaret eder gibi, bir heybetle duruyor. Ben karşıdayım. Beni gördü. Gülümseyerek iki eliyle selâm verdi. Selâmını aldım. Başı göklere değiyordu. Saçları rüzgârlara karışmıştı. Bütün insanlar ayaklarının altında idi… Omuz omuza vererek onun dünyadaki mesnetleri haline gelmişlerdi. Rüyada heyecanlanmışım, uyanıverdim.
“Zaman zaman, gördüğüm bu harikulâde rüyanın tesiri altında kalıyordum. Geçenlerde bunu Nur talebelerine anlattım. Çocuklar ‘Ta kendisini görmüşsün Osman ağabey, şekli de tarif ettiğin gibi. Selâm verişi’de’ dediler. Bunun üzerine Serdengeçti’de ‘Said Nur ve Talebeleri’ başlıklı bir yazı yazdım. Bu suretle bu bahtiyar ihtiyara ve onun etrafında toplanan tertemiz din ve iman kardeşlerime hayranlığımı izhar ettim. Yazım, inanmış temiz, mü’min gönüller tarafından heyecanla karşılandı. Birçok tebrik telgrafları, mektupları aldım. Artık Said Nursî Hazretlerini görmek benim için adetâ bir mecburiyetti. Rüyamda gördüğümü, gündüz gözüyle de görmek istiyordum.
O YAZILARI YAZAN SEN?
“İstanbul’a gittim. Aradım, sordum. Fatih’te Reşadiye Otelinde kalıyormuş. Yanımda Teknik Üniversiteden çok sevdiğim genç bir arkadaş var. Duydum ki Hazret, ikindiden sonra kimseyi kabul etmiyormuş. Aksi gibi vakit gecikmişti. Fakat muhakkak görmeliydim. Reşadiye Otelini buluyorum. Otelin kâtibine soruyorum. ‘Üst katta 29 numaralı odada’ diyor. ‘Kabul ederlerse buyurun.’ Onun kapısına kadar varmak bile benim için güzel bir şey’ diyorum. Merdivenleri heyecanla çıkıyorum. İşte ’29’ numaralı odanın kapısındayız. Kapıda kendisine hizmet eden arkadaşlardan bir kaçına rastladım. Onları Ankara’dan tanıyorum. Kendilerine ‘Bu saatte Üstadın kimseyi kabul etmediklerini biliyorum. Acaba ne zaman ziyaret edebiliriz?’ dedim.
‘Evet’ dediler. “İkindiden sonra kimseyi içeri almıyorlar. Amma sizi herhalde kabul ederler. Bir soralım… Buyurun!’ dediler. İçeri girdik. Beni görünce: ‘Sen Serdengeçti Osman?‘ ‘Evet’ dedim. ‘O yazıları yazan sen?‘ ‘Evet’. Ellerinden öptük.
BEDİÜZZAMAN: OĞLUM OLSAYDI ADINI SERDENGEÇTİ KOYARDIM
Bize işaret etti. ‘Oturun.‘ Oturduk. Kendileri yatağın içindelerdi. Sağında solunda kâğıtlar dağılmıştı. Bazı eserlerini tashih ediyorlardı. İlk heyecanım yatıştıktan sonra Üstada iyice baktım. Rüyamda başı göklere değen zat bu zattı. Kıyafetine varıncaya kadar aynısı ve tıpkısı. Hayret ediyordum. Bir anda durakladıktan sonra Üstad bize karşı tekrar döndüler... ‘Ben seni eskiden biliyordum. Emirdağ’da iken mecmuanı getirdiler. Allah ve din yolundan herşeyimden vazgeçtim, ser’imi bu yola koydum, demişsin. Aferin, aferin, maşaallah, maşaallah… Daha çok da genç. Bir oğlum olsaydı adını Serdengeçti kordum’ dediler.
“Sonra etrafındakilere hitap ederek: ‘Bu benim oğlum. Oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim’ iltifatlarında bulundular. Orada bir kitap varmış. O kitapta yanyana iki resim var. Bana gösterdiler. ‘İşte şu benim biraderzadem Abdurrahman. O benim oğlumdu, öldü. Şimdi sensin…’ Fotoğraflara bakıyorum. Bir tanesi kendilerinin gençlik resimleriydi. Diğer biraderzadesi. Ben heyecandan nefes alamayacak bir hale gelmiştim. Talebeler karşısında diz çökmüş oturuyorlardı. Odada soba yanıyordu. Kendisine hizmet edenler var gibi, yok gibi, hayalet gibi insanlardı. Her tarafta insanı saran mânevî bir sükûn vardı. Sonra Üstad tekrar konuşmaya başladılar, bu sefer yanımda bulunan üniversiteli arkadaşa hitap ettiler: ‘Madem ki Serdengeçti getirdi sen… Sen de talebemizsin, Nur Talebesi.’ Nur Risalelerini okumasını söylediler. Nefse hakimiyetten bahsettiler. ‘Vaktiyle ben de gençtim. O zaman da İstanbul’da çıplak kadınlar vardı. Rum kadınları. Ben onların hiçbirine bakmadım. Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın emirlerini yerine getirdim. Mücadele ettim, yılmadım.’ Bu arada Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden bahsettiler. Onun sözlerinden bazı şeyler istihraç ettiler. Fakat pek anlayamadım.
BU DAVANIN YOLCULARI BİRLEŞİNİZ, AYRILMAYINIZ
“Kendilerine yukarıda bahsettiğim rüyayı anlattım. Fevkalâde mütehassis oldular. ‘O bütün insanların üzerinde gördüğün ben değilim. O Nurdur, Nur Risaleleridir. Ben bu dâvanın âciz bir hizmetkârıyım’ buyurdular. Bana mecmuanın kapatılıp kapatılmadığını sordular. ‘Hayır’ dedim. ‘İnşaallah çıkacak. Dua edin efendim’ ‘Mecmuanda şahıslara dokunma. Onların gurur ve enaniyet damarlarına basma. Zarar gelir.’ Parmaklarını birleştirip, ‘Bu dâvanın yolcuları birleşiniz, ayrılmayınız’ dediler.
“Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç tutmuş, şimdi kalem tutan parmaklarına. Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle konuşuyorlardı. Fakat ne söylediklerini mükemmel anlıyorduk. Asliyetinden, yerliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.
“Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pîr-i fânî idi. Fakat fânî olmayan, ezelî ve ebedî bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan mânevî saltanatı oradan geliyordu. Varlığı bu yokluktan, ‘yok’ oluştan geliyordu.
“Soba yanıyor, Üstad bir mürakabe halinde imiş gibi susuyor, etrafındaki talebeleri hayal gibi sessizce dolaşıyorlar, Üstadı’ın hizmetine bakıyorlardı. Sanki bu oda, bu köşe, şu binbir milletin, binbir rezaletin, kaynaştığı İstanbul’da değildi. Ahiretten bir köşe idi… Öyle bir haz içinde idim.
“Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük. O da boynuma sarıldı, alnımdan, yüzümden, gözümden öptü, bana dualar etti.
“Yeniden dünyaya gelmiş gibi, basübadelmevte kavuşmuş gibi bir başka hal içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık.”
MECLİSTEKİ İKİ HATIRASI: KRAVATI BELİNE TAKTI
Mecliste 1965–69 döneminde mebusluk yapan Serdengeçti, aynı yıllarda beline kravat takmakla da meşhurdu. Kravat takmaktan hoşlanmazdı. Milletvekilleri için Meclis'e kravatla gelme mecburiyeti konulunca, ne yapacağını düşündü ve ertesi gün kravatı beline bağlayarak gitti. Kapıda yapılan kontrol esnasında kravat takmadığı görülünce, durdurulur ve içeri alınmak istenmez. O da, bu durum karşısında belinde kuşak gibi bağladığı kravatı gösterir ve şu açıklamada bulunur: “Evet, kravatsız gelinmesin denildi. Bundan haberim var. Fakat kravatın mutlaka yular gibi takılması gerektiği yönünde bir ifade kullanılmadı. Sadece takılsın denildi; eh, biz de böyle taktık işte...”
“MECLİSİN YARISI HIYARDIR”
Osman Yüksel milletvekili olduğu dönemlerde bir mesele ile alakalı meclis kürsüsünde konuşurken CHP milletvekilleri sıra kapaklarına vurarak protesto eder ve konuşmasını engellemeye çalışırlar. Bunun üzerine Osman Yüksel Serdengeçti; “Bu meclisin yarısı hıyar” deyip kürsüden iner. Bunun üzerine CHP’li vekiller, “Meclisin şahs-ı manevisine hakaret söz konusudur. Lütfen sözünü geri al” diye itirazda bulunurlar. Bunun üzerine Serdengeçti yeniden kürsüye gelip şöyle der: “Tamam sözümü geri alıyorum. Bu meclisin yarısı hıyar değil!”
SERDENGEÇTİ'NİN RİSALE-İ NUR'A EKLENEN YAZILARI
Serdengeçti, Risale-i Nur Külliyatının Tarihçe-i Hayat adlı eserinde geçen 'Said Nur ve Talebeleri' başlıklı mektubun ve 'Kal'a gibi dik başın bulutlara yarışsın' diye başlayan 'Bir kahraman bekliyoruz' adlı şiirin de yazarıdır.
Said Nur ve talebeleri
Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a... Onun ulu Peygamberine... Onun büyük kitabına... Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet, ne büyük saadet!
Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta... Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, onun için kurulan idam sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.
Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...
Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu.
O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, din, aşk, iman sayesinde letafetler haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane... Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.