Said Nursi'nin ölüsünden korktular, kaçırdılar

Cemal Tural'ı, Said Nursî'nin mezarının açılıp, naaşının Şanlıurfa'dan kaçırılması için görevlendirmişti

Fatih Vural'ın haberi:

Başbakan Erdoğan'ın Dersim katliamı nedeniyle devlet adına özür dilemesinin ardından, başta Seyit Rıza, o katliamda öldürülen ve cesetleri dahi yok edilen insanlar bir kez daha gündeme geldi. Devletin tarihsel perspektifte, 'öldür ve yok et' listesi oldukça kabarık.

27 Mayıs İhtilali üzerinden iki aydan fazla geçmişti. 10 Temmuz'un öğle vakti, Bediüzzaman Said Nursi'nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul'un kapısı çalındı. Kolordu Komutanı Cemal Tural, İkinci Ordu Komutanı, Konya Valisi Refik Tulga ve Milli Birlik Komitesi üyesi Mucip Ataklı, valilikte kendisini bekliyordu. Ünlükul gelir gelmez, Cemal Tural konuşmaya başladı: "Sizin de iştirakinizle, ağabeyinizin kabrini Urfa'dan alıp İç Anadolu'ya nakledeceğiz." Kardeşi "Ne olur, hiç olmazsa Seyda kabrinde rahat etsin." dediyse de, nafile. İçişleri Bakanı Tuğgeneral Muharrem İhsan Kızıloğlu, Cemal Tural'ı, Said Nursî'nin mezarının açılıp, naaşının Şanlıurfa'dan kaçırılması için görevlendirmişti.

8 Temmuz'da darbeci cuntanın yaptığı Bakanlar Kurulu toplantısı bu konuya ayrıldı. İçişleri Bakanı Kızıloğlu, seçenekleri Emirdağı ve Isparta olarak sunuyor, darbenin başa getirdiği Cemal Gürsel "Bence Emirdağ daha emindir. Isparta'da Nurcular fazladır." diyordu. Gürsel, Urfa'da epey Kürt köyü olduğunu öne sürüyor, "Bunu öyle tertib-i zarifane (incelikli bir tertip) ile yapmalı ki, bir gecenin içinde önce Diyarbakır'a ve sonra da Isparta'ya getirilmiş olsun." sözlerini kullanıyordu sonrasında. Gürsel'e göre basın da bundan haberdar olamazdı, aksi halde "Kardeşi öyle istedi. Isparta'ya nakledildi." denilecekti.

Naaş el feneri ışığında gömüldü

Cuntanın kararıyla, Abdülmecid Ünlükul kendisine zorla imzalatılan belgelerin ardından, askeri uçakla Urfa'ya hareket etti. Sürekli ağlıyordu. Alınan karara göre kimseyle konuşmayacaktı. Milli Birlik Komitesi, Ankara, Isparta, Konya, Diyarbakır ve Urfa'yı da içine alan altı şehirde olağanüstü hal ilan etti. Isparta ve Urfa'daki Nur talebelerinin önemli bölümü gözaltına alındı. Urfa'nın giriş ve çıkışları tutuldu.

Yatsı namazından sonra sıra Said Nursi'nin Halilurrahman Dergâhı'nda bulunan naaşını çıkarmaya geldi. Vurdukları mermer lahitin bir türlü kırılamaması üzerine, ayak tarafından eşerek, Bediüzzaman'ın cenazesini çıkardılar. Kardeşi Abdülmecid Ünlükul ise yaşananlara bakamıyor, ağlıyordu. Çıkarılan tabut, askeri uçağa sığmadı. Cemal Tural bu durum karşısında adeta çıldırmıştı. İkinci uçak istendi. Urfa'daki Halilürrahman Dergâhı'ndan alınan naaş, Isparta'ya getirildi.

Naaşın gömüleceği mezarlık, askerden geçilmiyordu. Gecenin karanlığında bütün araçların ışıkları söndürüldü ve Bediüzzaman'ın naaşı, el fenerlerinin aydınlığında kabre indirildi. Urfa'da delillerin yok edilmesi için her türlü çaba verilse de, Bediüzzaman'ı son anlarında bağrına basan, ağır hastalığına rağmen onu tutuklamak isteyenlere perde olan Urfa halkı, mezarın parçalandığını öğrendi. Ağabeyinin ve üstadının mezarına, bindirildiği askeri aracın camından gözyaşlarıyla bakan Abdülmecid Ünlükul, askerlerin bütün ısrarına rağmen Isparta'da kalmayı reddetti. Devlet emretti, ömrünü hapishanelerde ve sürgünlerde geçiren Bediüzzaman'ın mezarı da parçalandı. Yerini ise pek az kimse bilecekti.

Mustafa Suphi'den Cumartesi Anneleri'ne

Bediüzzaman Said Nursi, devletin dirisinden de, ölüsünden de korktuğu insanlardan sadece biri. Devlet içindeki farklı yapılar tarafından öldürülen ve ölüsünün izi yok edilen, edebiyatçısından siyasetçisine on binlerce insan var. Bu listede Türkiye Komünist Partisi'nin kurucusu olan ve Karadeniz sularında yüzen bir teknede öldürülen Mustafa Suphi de yer alıyor; Şapka Kanunu'ndan 18 ay önce yazdığı kitabı gerekçe gösterilerek idam edilen ve kabri 82 yıl sonra bulunan İskilipli Atıf Hoca da... Dersim'de öldürülen 13 bin 806 kişiden biri olan, idam edildikten sonra yakıldığı iddia edilen ve külleri bulunamayan Seyit Rıza da var; ölümü, kaybolduktan 9 buçuk ay sonra, 12 Ocak 1949'da gazetelere haber olan ve hâlâ cesedine ulaşılamayan edebiyatçı Sabahattin Ali de...

Gazeteci Mahmut Övür'ün dediği gibi "Ağrı'dan Sason'a, 49'lar olayından Sivas Kampı'na, hatta 70'ler ve 90'lardaki kitle katliamlarına kadar..." cenazesi bulunamamış on binlerce insandan bahsediyoruz. 90'larda devlete eklemlenmiş derin yapılarca öldürülen ve literatüre 'faili meçhul' diye giren, resmi sayılara göre 17 bin insan, bu zincirin son halkası. O halkanın ne olduğunu bir nebze anlamak içinse bir cumartesi öğlesi, Galatasaray Meydanı'nda yürürken, Cumartesi Anneleri'ni görmek yetiyor.

Aslında failler meçhul değil

Bir devlet geleneği haline dönüşen 'öldürme ve öldürdüğünü yok etme kültü'nün kökleri, tarihçi Reha Çamuroğlu'na göre epey geride: "Mezarını kaybetmek, eski bir gelenek aslında, devlette: Kurtlar, kuşlar yesin... Barbar bir gelenek ve devlet ölüden de korkuyor! Bu, eski Türklere ve eski Araplara, Moğollara kadar uzanıyor."

Gazeteci ve tarihçi Avni Özgürel de, bu devlet anlayışının göçebelik döneminden geldiğinde hemfikir. Özgürel'in itiraz noktası, 'faili meçhul' ibaresi: "Bu olayların birçoğu faili meçhul değil. Kimi kimin öldürdüğü biliniyor." Öldürdüğünü yok etmenin yanına, devletin öldürdüğünü göstermemesini de ilave ediyor: "Rahmetli Özal dönemine kadar, Yassıada'daki infazların mezarları belli olmasına rağmen, onları ziyaret etmek yasaktı."

Sabahattin Ali'nin ölümünde istihbarat örgütü parmağı olduğunu söyleyen, Seyit Rıza, Mustafa Suphi ve Said Nursi gibilerin mezarlarının olmamasını, devletin korkusuna bağlayan Özgürel, özellikle Said Nursi'nin hikâyesinden çok etkilendiğini anlatıyor: "Beni en çok etkileyen Said Nursi'dir. Kapanmayan bir yara. Ordu geleneklerine de aykırıdır, bu. Şu anda Isparta Eğitim Tugayı Karargâhı'nda bir kışla camii var. O camiinin temelini atması için 1957'de oraya davet edilen, Isparta'ya sürgün edilmiş Bediüzzaman'dı. Oradaki temel atma törenine bütün kuvvet komutanları katıldılar. Suçlandığı biliniyordu. Bilindiği halde, bunda bir sakınca görmediler. Bunun için makbul, doğru ve kutsal addettiler. Aradan birkaç zaman geçtikten sonra 27 Mayıs'a destek verenlerin öfkesine neden oldu."

'Sadece öldürmüyor; itibarsızlaştırıp unutturmaya çalışıyor'

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde görev yapan Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, devletin yüzyıllar süren yöntemini "Muhalefete tahammül edemiyor. Kendisine muhalif olacak isimleri, etkisizleştirmeye çalışıyor. Üçüncü aşamada da bunu sessiz sedasız, gizli kapaklı veya korkutucu biçimde yapmak istiyor." sözleriyle özetliyor. Peki neden gizli ya da sessiz sedasız? "Bunu kendi üzerine gelinmesin diye yapıyor. Hem muhalefeti susturmak, hem de bir korku uyandırmak isteği var." cevabını veriyor, Alkan.

Ünlü tarihçi, 'kahraman çıkarmama kaygısı' terimini atıyor ortaya. Ona göre, bu kaygı, devlet eliyle bir itibarsızlaştırmaya dönüşüyor: "Mustafa Suphi'yi öldürürken, Deniz Gezmiş'i asarken, Said Nursi'nin mezarını kaldırırken, onları aynı zamanda ibret meselesi haline getirip itibarsızlaştırarak unutturmak istiyor."

Devletin öldürme ve öldürdüğünü yok sayma içgüdüsünü besleyen kuşkusuz ki, korkuları. Bu korkuların sürekliliğine atıf yapan Alkan, "Belli bir süre sonra gerçeğin ortaya çıkmasından korkuyor; çünkü o olay, resmi ideolojinin parçası haline geliyor. 'Ölüsünden korkmak' dediğimiz şey, bu. Geçmişle yüzleşmekten korkuyor. Şöyle bir savunmaya geçiyor: O zaman yaptık işe yaradı, artık unutalım." Başbakan Erdoğan'ın devlet adına özür dilemesine rağmen, CHP'nin Dersim katliamına yönelik savunmaya geçişini de böyle görüyor.

Önemli bir ayrıntıyı vurgulamadan geçmiyor, Mehmet Ö. Alkan: "İnsanlar da bir süre sonra buna inanıyor. Devletin yaptığının haklılığına, Dersimlilerin önemli bir kısmı bile inanmıştı! CHP'nin savunma refleksi de, o inandırmanın sonucu. Bu olayı, darbe sonrası köy boşaltmalar ve faili meçhuller, cinayetlerin ardından hatırlayabildik."

Şair Ece Ayhan, 'Meçhul Öğrenci Anıtı' adlı şiirinde şu dizeleri yazar: "Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında-Bir teneffüs daha yaşasaydı-Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür-Devlet dersinde öldürülmüştür..." Ayhan, o şiirinde 'Maveraünnehir nereye dökülür?' sorusundan sonra, "Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine" der. Gündemin şimdilerde odaklandığı Dersim'in şiiri bu olsa gerek! Bu şiiri, daha doğrusu 'yaşlanmış çocukların' öldürüldüğü 'devlet dersleri'ni anlamak için Mehmet Ö. Alkan'ın kaçınılmaz gördüğü noktalar var: "Devlet bu politikayı sosyaliste de, İslamcıya da, Alevi'ye de uyguluyor. Gerçeklerin gün ışığına çıkması ve tarihsel yüzleşmeler içinse, 'açık ve demokratik toplum' olmak zorundayız. Kendimizi ancak böyle bir toplumda güçlü hissedebiliriz. Tarihi tüm çıplaklığıyla konuşacak cesaretimiz olmalı.

Başbakan'ın açıkladığı rakam doğruysa 14 bin ölü, 15 bin sürgün. Bütün bunlar iki, üç gün içinde oluyor. PKK'da 1984'ten bu yana bu kadar ölü olmadı. Dersim olaylarında, Türkiye'deki sağ açısından bir Celal Bayar problemi var mesela. O da işin içinde. Bütün yönetici elit, yapılandan haberdar. Dersim'le yüzleşirken, CHP'yi vurmak, Atatürk ve İnönü'yü küçültmekten ziyade, bugünün barışını ve demokrasisini sağlam biçimde nasıl kuracağımızı düşünürsek, başarılı oluruz. Bunun için de önce karşımızdakinin 'yas'ına saygı duymamız gerekiyor."

Zaman

Bediüzzaman Haberleri