Said Nursi’nin Rüya Konusunda Tespitleri-3

Erdem AKÇA

Üçüncü kısım ki, Rü’yayı Sadıkâdır. O, doğrudan doğruya mâhiyet-i insaniyedeki lâtife-i Rabbânîyye, âlem-i şehâdetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasiyle ve durmasiyle, âlem-i gayba karşı bir münâsebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektûbât-ı kaderiyenin nümuneleri nev’inden birisine rastgelir, ba’zı vakıat-ı hakîkiyeyi görür. Ve o vakıatta, ba’zan hayal tasarruf eder, sûret libasları giydirir. Bu kısmın çok enva’ı ve tabakatı var. Ba’zı aynen gördüğü gibi çıkar, ba’zan bir ince perde altında çıkıyor, ba’zan kalınca bir perde ile sarılıyor.

Hadîs-i şerifte gelmiş ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bidayet-i vahiyde gördüğü rü’yalar; subhun inkişafı gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.

Bu kısımda Bediüzzaman rüya ilminde bir keşif mahiyetinde olarak insanın rüya görme cihazını tanımlıyor ve ismini koyuyor: “Latife-i Rabbaniye.” Bu latife, bir iç kamera gibidir. Tasavvufî adıyla “sır” veya “kalb gözü”dür. Bu tespitiyle Bediüzzaman Alfred Adler, Sigmund Freud, Carl Gustav Jung’un yapamadığı bir tespiti yaparak, rüya ilmi konusunda bir tecdid yapar. İslam âleminde de bu manada rüya gören manevi cihazı tanımlayan bir İslam âlimi henüz çıkmamıştır.

İnsandaki bu latife, insanın derin uyku halinde, dış dünyaya kapandığında gayb âlemi dediğimiz manevi âlemlere karşı bir geçiş kapısı bulur. Bu âlemler iç dünyada kalb ve ruh gibi İlâhî ilim arşivleridir. Ki kalb, ezele kadar, kâinatın başı ve ötesine uzanan bir İlâhî ilim arşivi olup yaşanmış şeylerin ve sırların mezarlığıdır. Ruh ise, ebediyete uzanan İlahî ilim arşivi ve yaşanacak hakikatlerin kabristanıdır. Rüya eğer, tabir isteyen bir boyutta ise, bu arşivlerin yüzeysel boyutlarında ve yakın zamanlı olarak görülür. Eğer te’vil edilecek tarzda ise, arşivlerin derin tabakalarından haber alma mahiyetindedir.

Te’vil edilecek rüyalar tam manasıyla nübüvvet rüyaları gibidir. Geçmiş ve gelecek gaybdan haber getirmedir. Son derece sembolik ve girifttir. Kur’an’ın tabiriyle ilimde rüsuh sahibi olanların anlayabileceği müteşabih manzaralardır. Hz. Yusuf’un (AS) gördüğü güneş-ay-yıldız rüyası, Mısır Kralı’nın gördüğü 7 semiz ineği yiyen 7 cılız inek rüyası te’vil edilmesi gereken rüyalardandır. Hz. Yusuf’un (AS) hapishane arkadaşlarının gördüğü 2 rüya ile, Mısır Kralı’nın gördüğü 7 yeşil başak ve 7 kuru başak rüyaları ise tabir edilecek rüyalardır.

Tabir edilecek rüyalarda rüyanın sureti ile mesaj arasındaki bağ daha rahat anlaşılabilecek derecededir. 7 yeşil başak ile, bolluk ve bereket bağı; 7 kuru başak ile, kıtlık ve fakirlik bağı gibi… Fakat te’vil edilecek rüyalar hakikaten manevi ihtisas isteyen rüyalardır. Ancak peygamberler veyahut onların ilmî vârislerinin anlayabileceği bir dil ile görülürler. 7 semiz ineğin, 7 bereketli yıla gelmesi; 7 cılız ineğin 7 semiz ineği yemesinin yaşanacak 7 bereketli yıldan sonra gelecek 7 kıtlık yıllarında o bereketli 7 yılın yenilip tüketileceğini o rüyadan çıkarmak ancak te’vil ile olabilir. Ki Amon Tapınağı rahipleri ve Mısır rüya âlimleri, bu rüya konusunda âciz düşerler. Ta’bir ve te’vil farkını büyük rüya âlimi Muhammed ibn-i Sîrîn “Tefsîrü’l-Ahlâm” isimli eserinde şöyle açar: Rüya ta’biri kıyas, itibar, benzetme ve zan ile yapılır. Te’vil ise, mânâ ve kelime türemesi açısından yapılır.

Te’vil isteyen rüyalar, çok net, sabah aydınlığı gibi aydın ve ruha çok heyecan verici rüyalardır. Kişi bu tarz rüyalarda soluk soluğa uykudan uyanır. Eğer içerik korkutucu ise, korku ile uyanma olur. İçerik sevindirici ise, mutluluk ve heyecanla uyanma meydana gelir. Bu tarz rüyaları kişi aradan 40 sene bile geçse o günkü gibi heyecanla hatırlar. Tabir edilecek rüyalar insan duygularında az miktarda iz bırakır. Bu açıdan unutulmaları daha kolaydır.

Bu sınıftaki hakiki rüyaların Kader’in bir defteri olan Levh-i Mahfuz’un cilvelerini taşıyan kalb ve ruh arşivlerinde görülebileceğini Bediüzzaman ifade eder. “Bazen de kader defterlerinde latife-i Rabbaniyenin seyrettiği vakalara dayanır” der. Kısa film tarzında bu tarz sembolik rüyalara teknik tabirle “vâkıa” adı verilir. Bunlar yaşanacak bir veya çok sayıda şeyin keşfine dayanır. Bediüzzaman, bu tarz rüyalarda “hayal gücü bazen, görülen şeye uygun bir elbise giydirecek şekilde tasvir yapıp müdahale edebilir” der.

Bu konuya misal Kastamonu Lahikası’nda Bediüzzaman’ın gördüğü ayılı bir rüyadır. Talebesi Mehmed Feyzi Efendi şöyle der:

“İki gün evvel Üstadımız rüyada görüyor ki: Ben, yani Feyzi ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken, birden ben Üstadıma söylüyorum ki: "Burada ben ayının tesbihini toplayacağım." Üstadım da bakıyor ki, beyaz ipler gibi dolaşmış bir şey görüyor. Bu acip güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnat etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda, yirmi otuz defa o hâdise-i nevmiyeyi (uykuya ait hadiseyi) gülerek benimle mülâtefe etti (şakalaştı). Münasebet olmayan bazı şeylerle tâbire çalıştıksa da tâbire münasebet tutmadı.

Sonra ikinci gün âdet-i müstemirrede (süregelen âdette), kendi tecrübesiyle rüya-yı sadıkanın kısmen aynı günde, kısmen ikinci günün aynı saatinde, bana benzeyen bir dost -ki, rüyada Üstadıma benim suretimde görünmüş— Üstadımızın yanına geldi. Dedi ki:

"Ayının yağını toplayanlardan alıp ve müezzin ve tesbih yapan bir adamın tavsiyesiyle mühim bir adama, her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsun?"

Üstadımız da, rüyada güldüğü gibi aynen öyle gülmüş. Birden rüya hatırına gelip bu acip ve aynı aynına tâbiri kemâl-i taaccüp ve hayretle karşılayıp ona demiş: "Sakın istimal etmesin (kullanmasın)."

Bu rüyada Üstad’a soruyu soran fakat Üstad için meçhul olup talebesi Mehmed Feyzi’ye benzeyen kişinin, Mehmed Feyzi Efendi suretinde görünüp ona soru sorması, hayalin rüyanın manasına dair yaptığı tasvirleri gösterir. Bu rüyadan da öğrendiğimiz üzere bir kişi, tanımadığı bir kişiyi ilk defa rüyada görecekse önce hafıza arşivindeki karakteri ona benzeyen bir kişi suretinde onu görür. Fakat detaylarda görülen kişinin eski kişi olmadığına dair belirtiler vardır. Mehmed Feyzi Efendi’nin ayının tesbihini toplayacağını söylemesi gibi… Ayı ile Mehmed Feyzi Efendi’nin bağı olmaz; ayrıca ayının tesbihi dağılmış da onu toplayacakmış gibi bir durum oluşması da rüyayı sembolik yapar. Zaten bu yöne Bediüzzaman gülüyor, ayının tesbih çekmesi… Fakat rüya müezzin olup tesbihçilik de yapan bir kişinin tavsiyesi neticesinde tesbihin daneleri gibi, ayının yağından yapılan ilaçların günlük top top kullanılması rüyada ayının tesbihi olarak rüyada tasvir ediliyor. Yani ayının yağının tesbihi… Bu noktada rüyadan şunu da anlayabiliyoruz: Bir canlının bedeninin bir parçası insan gibi başka bir canlının bedeninin şifa bulmasına yol açıyorsa o canlı, yaratılış vazifeleri olan hamd ve tesbihten, tesbih vazifesine devam ediyor demektir. Rüyadaki ayının tesbihi sözü bunu ifade ediyor. Buna mukabil o canlı eti, sütü ve meyvesi vasıtasıyla başka bir canlıya gıda olabiliyorsa bu durumda hamd vazifesine devam ediyor diye rüyadan bir hakikati ders alabiliyoruz.

Bediüzzaman bu sınıftaki rüyalar hakkında “Bu kısmın çok enva’ı (türleri) ve tabakatı var. Ba’zı aynen gördüğü gibi çıkar, ba’zan bir ince perde altında çıkıyor, ba’zan kalınca bir perde ile sarılıyor” der.

Bu tarz rüyalar, gelecekten, şimdiki zamandan ve geçmiş zamandan haber veren rüyalardır. İnsan ruhunun emniyet arayışına ve endişelerden kurtulma duasına, insan kalbinin selamet arayışına ve üzüntülerden sıyrılma yalvarışlarına Allah tarafından verilen cevaplardır. İlâhî irade kişisel ve sosyal hayata dair mukadder sahneleri sembolik bir dille veya bazen aynen göstererek kişinin gelecek zamana dair endişelerini ve geçmiş zamana dair hüzünlerini izale etmek ister. Bazen de sorguladığı ve içinden çıkamadığı konulara dair çözümler sunar. Bu konuda en çarpıcı bir rüya Tabiîn döneminin en mübarek şahsiyetlerinden biri olan Amr bin Şurahbil’e aittir. Kendisi Sıffîn savaşına iki Müslüman grubun savaşı olduğu için katılmak istememiştir. Savaş sonrası yıllarda gördüğü rüya şu şekilde:

Rüyamda görüyorum ki, sanki ben Cennet’e dâhil edilmişim. Bir de ne göreyim! Dikilmiş kubbeler…

-“Bunlar kim içindir?” dedim. Dediler ki:

-“Zü’l-Kela ile Havşeb’indir.” Bu ikisi Muaviye ile beraber iken öldürülmüştü. Dedim ki:

-“Ammar ve arkadaşları nerede?” Dediler ki:

-“Senin önünde.” Bunun üzerine:

-“Bu nasıl olur? Bunlar birbirleriyle savaşmış ve birbirlerini öldürmüştü” dedim. Denildi ki:

-“Onlar Allah’a kavuştular. Onlar geniş mağfiret sahibi bir Rabbi buldular.” Bunun üzerine Hz. Ali ile Nehrüvan’da savaşan Hâricîleri merak ettim.

-“Nehir ahalisi ne yaptı?” dedim.

-“Şiddetli azapla karşılaştılar” denildi.

Bu rüyanın sâdık olduğunun 2 alâmeti var: Birincisi, rüyayı gören kişi, normal hayatında Müslümanlar arası savaşa karşı biridir. Diğer yön ise, rüya içinde yaşadığı şaşkınlıklar ve meseleyi detaylıca anlamak için her şeyi sorması ve Müslümanların bütün grupları hakkında bilgi almaya çalışmasıdır.[1]

Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi boyutta en ileri rüyalar, gerçeğin birebir temaşa edildiği net rüyalardır. Ki Hz. Peygamber’in (ASM) ilk vahiy aldığı dönem bu tarz rüyalara dayanıyordu. Bediüzzaman bu noktada der ki:

“Hadîs-i şerifte gelmiş ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bidayet-i vahiyde gördüğü rü’yalar; subhun inkişafı (sabahın açılışı) gibi zâhir, açık, doğru çıkıyordu.”

Beşinci Nükte: Rü’yayı sadıka, hiss-i kablel vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablel vuku ise, herkeste cüz’î-küllî vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta bir zaman ben, bu hiss-i kable’l-vukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” nâmiyle aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; hata ederek ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevkediyor.

Meselâ: Kedi gibi ba’zı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

Hem rûy-i zeminin sıhhiye me’murları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm (etobur) kuşlara bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücûdu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kable’l-vuku ilhamiyle ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o saika ilhamiyle döner, yuvasına girer. Hatta herkesin başında çok def’a tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak tahminin fevkınde aynı adam gelir. Hatta Kürtçe durub-u emsaldendir:

 Yâni: “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kablel vuku’ ile, lâtife-i Rabbânîye icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihâta etmediği için; kasden değil ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder.

Bediüzzaman bu kısımda sâdık rüyaların insanın bir ruhani özelliği olan Osmanlı Türkçesinde hiss-i kable’l-vuku, günümüz Türkçesinde “önsezi” denilen özelliğin çok gelişmesine dayandığı tespitini yapar. Önsezi, ruhun şiddetli korkularını hafifletmek için İlâhî şefkatin insan ve diğer canlıların bünyesine yerleştirdiği bir cihazdır ki, yaklaşan olumsuz hadiseleri önceden hissedip ona göre tedbir alsın veya temkinli olsun. Veya olumlu hadiseyi hissedip ona göre bir ferah ve sevinç hissetsin, ümitli ve mutlu olsun.

Bedüzzaman bu önsezinin hayvanlarda dahi olduğunu, bütün canlılarda cüz’î ve küllî boyutta olmasıyla net bir cihaz olduğu tespitini yapar. Bu cihazı besleyen ve yönlendiren 2 hissi, sınırlarını çizerek insanda ve diğer canlılarda tanımlar: Sâika ve şâikaSâika, canlıları sevk edici histir. Milyonlarca kuşun gökyüzünde göçlerinde, milyonlarca balıkların ve özellikle somonların binlerce kilometrelik toplu seyahatlerinde bu sevk ediciliği görebiliyoruz. Bu hisse bilim dünyası sevk-i tabii veya içgüdü adını verir. Bu manada din, Esmaü’l-Hüsna’dan Sâik ismi çerçevesinde, fıtrî bir vahiyle hayvanların idare edilip sevk edildiğini; bilim dünyası ise, İlâhî ilmin genetik kodları olan DNA ve RNA üzerinden hayvanların güdüldüklerini ve idare edildiklerini söylemekle, hakikati ortak şekilde ifade ederler. Bu manada sâika hissi, insanın 6. bir hissidir. Şâika ise, şevk veren, ümitsizliğe düşmekten koruyan histir. Bu his neticesinde milyonlarca insan bir gün kurtulma ümidiyle müebbed hapis cezası yese, köleleştirilse, idamlık dahi olsa intihara kalkışmamış ve o kurtuluş gününü beklemişlerdir. Birçoğunun da ümidi gerçekleşmiştir. Bu noktada saika insanın 7. hissidir diyebiliriz. Hiss-i kable’l-vuku ise bu 2 histen beslenen insanın 8. hissidir. Bediüzzaman yukarıdaki kedi, kartal örnekleriyle hayvanlar dünyasında, kurt ile ilgili atasözünde insanlar dünyasında hiss-i kable’l-vukuun etkisini, sâika ve şâikanın yönlendirmelerini okur. Bu hisse dair ileri boyutlar hakkında şöyle der:

“Ehl-i ferâset ba’zan kerâmet gibi geldiğini beyân eder. Hatta bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hâli bir düstûr içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salâhatta (slih kullarda) ve bâhusus ehl-i velâyette bu hiss-i kabl-el vuku' fazla inkişaf eder, kerâmet-kârane âsârını gösterir.”

Peygamberlerin mucizelerinde, evliyaların menkıbelerinde bu tarz, kişilerin önceden geleceklerini haber verme veya meydana gelebilecek hadiseleri olduğu gibi haber verme hadiseleri gösterir ki kişideki bu yön ne kadar açılırsa kişinin önsezi dairesi o oranda genişler. Kişi şimdiki zamanın dar kalıbından çıkar, bazen 800 sene sonrayı haber verir. Hz. Peygamber’in (ASM) İstanbul’un fethini bazı detaylarıyla birlikte haber vermesi gibi… Bu noktada Said Nursi her insanda bulunan hiss-i kable’l-vukuun kendini gayb veya şehadet âleminde ifade ettiğini vurgular. Şehadet âleminde bu his kendisini ifade ettiğinde kişilerde evliyalık hali sayıldığını söyledikten sonra genel halk kitlesinde bu hissin kendini rüya ve gayb âlemlerinde ifade edebildiğini şöyle ifade eder:

İşte umum avâm için dahi bir nevi velâyete mazhariyet var ki, rü'ya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar.

Genel halk kitlesinin çok sayıda bu tarz gerçekleşecek yakın zamana ait olayları gördüğü sayısız rüyalar bulunuyor. Bu boyutuyla geleceği görebilmeleri onları gayb âleminin evliyası yani bilkuvve evliya yapıyor. Hisleri daha canlı olanlar bu tarz rüyaları daha çok görürler. Özellikle kadınların duyguları erkeklere göre daha canlı olduğundan onların böyle rüyaları daha fazladır.

Bediüzzaman rüyaların geçmişe, geleceğe, şimdiki âna bakan çeşitli yönleri bulunmasıyla, onu gördüğü an insana verdiği heyecan, korku, ümit, sevinç gibi boyutlarıyla bir sinema izlemek gibi olduğunu şöyle vurgular:

“Evet uyku nasılki avam için rü'ya-yı sâdıka cihetinde bir mertebe-i velâyet hükmündedir; öyle de umum için, gâyet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbânîyenin seyrangâhıdır.”

Bu noktada görülecek sinemanın keyfiyetini insanın iç dünyasının psikolojik durumunun belirlediğini, ahlakın güzellik ve çirkinliğinin bu noktada önemli olduğunu vurgulayarak şöyle der:

“Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fenâ ahlâklı fenâ düşündüğünden, fenâ levhaları görür.”

Rüyaların günlük olayların cenderesine sıkışan ve bunalan ruhlar için bir soluklanma penceresi, bir kaçış ve rahatlama yeri vazifesi de gördüğünü de şöyle ifade eder:

“Hem herkes için, âlem-i şehâdet içinde, âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem mukayyed ve fâni insanlar için, sâha-i ıtlak (mutlakıyet ve serbestlik sahası) bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mâzî ve müstakbel, hâl hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır. İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm  nev'indeki âyetlerle, hakîkat-ı nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.”

Bu kısımla ilgili sayısız rüyalar görülmüştür, görülmeye devam edecektir. Genel halk kitlesinden ahlaken bozulan insanların gördüğü kâbuslu rüyalar bu kısmı teyid eder. Rüyalarda birileri tarafından öldürülmeye çalışma, köpekler ve yılanlar tarafından kovalanma, şeytanların ve cinlerin saldırısına uğrama, çok karanlık yerlerden korku içinde geçme, zaman zaman kusma ve şiddetli ağlamalar gibi durumlar ahlâkî bozulmanın rüyalardaki belirtileridir. Psikolojisi düzelen insanların gördüğü yeşillikli, huzurlu, güneşli, akarsuların bulunduğu rüyalar ise güzel ahlakın rüyalara etkisini gösterir. Sanki güzel ahlak, iç dünyadaki Kader defterlerinin Cennet’e ait kodlarını insana açıyor; ahlaksızlık ise Kader defterlerinin Cehennem’e ait kodlarını insana okutuyor. İlk durum insana rüyaları dahi bir lezzet ve nimet haline getirirken; ikinci durum rüyaları da bir manevi azaba ve acıya dönüştürüyor. Bu ince hususu Bediüzzaman Münazarat eserinde şöyle ifade eder: “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” Hayattan lezzet almak ise, mutluluğun ana bir sebebidir. Bu manada hayata mutluluk katan, güzel rüyaları görmektir. Güzel rüyaları görmenin alt yapısı ise, güzel düşünmektir. Güzel düşünmeyi sağlayan sır ise, dış dünya, sosyal hayat ve kendinde olan güzellikleri görüp şükretmek; hafıza arşivlerini, duygu dünyasını güzellik ve olumlu şeylerle doldurmaktır. Güzel rüyaların bu olumlu ve lezzetli halinin insan ömrüne etkisini Alman şairi ve rüya bilgini Novalis şöyle ifade eder: “Rüya, yaşama monotonluğunu ortadan kaldırır. Rüyalar olmasaydı insanlar daha erken ihtiyarlayacaktı.”

[1] Muhammed ibn-i Sa’d, Tabakatü’l-Kübra, Amr bin Şurahbil maddesi.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.