Said Nursi'nin sürgün gittiği şehrin çarşısında kıldığı namaz, günlerce konuşuldu

80 yıl önce bugün... Tek parti diktasının en koyu biçimde yaşandığı bir dönemde, çarşının ortasında, askerlerin gözü önünde...

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1 Ağustos 1944 yılında Emirdağ'a gelmişti.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 15 Haziran 1944 tarihinde beraat kararı verilmiş fakat iki ay Denizli'de tutulmuş sonrasında da Emirdağ'a sürgün edilmişti.

HALK ÜZERİNDE BÜYÜK ETKİ BIRAKTI

Bediüzzaman Hazretleri, iki jandarma eşliğinde askeri jipten iner inmez yere seccadesini serip ikindi namazına durmuştu. Bunu gören halk daha ilk gün Said Nursi Hazretlerini, hayranlıkla takip etmişti.

Tek parti diktasının en koyu biçimde yaşandığı bir dönemde, çarşının ortasında, askerlerin gözü önünde farz namazını kılan Bediüzzaman'ın bu hareketi günlerce konuşulmuş, halk üzerinde büyük bir etki bırakmıştı.

Bediüzzaman, ilk gelişinde üç buçuk sene kalır Emirdağ'da. 17 Ocak 1948 tarihinde Afyon’a getirilir, burada kısa bir müddet bekledikten sonra tutuklanıp Afyon'da hapsedilir.

Daha sonra birkaç defa daha Emirdağ'a getirilmiştir.

EMİRDAĞ HAYATINDAN BİR PARÇA

Tarihçe-i Hayat'ta, Emirdağ hayatına ilişkin şu bilgilere yer verilir:

Emirdağındaki hayatı şöyle hülâsa olunabilir:

Daimî tarassut altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete mâruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi, Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını bazan bir günde Emirdağında çekiyordu.

Üstada yapılan bed muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir. Denizli Mahkemesinin beraati üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına ve Said Nursî’nin hizmet-i imaniyesine sed çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek, hattâ imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plân kat’î idi.

Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü. Emirdağında ilk defa Üstadla yakından alâkadar olan Çalışkanlar hanedanı, kasabalarına nefyedilen bu âlim ve fâzıl ihtiyar zâta yakından dostluk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf lillâh için olan bu irtibatlarını sû-i tefsir edenlerin yalan ve tezviratına aldırmayarak alâkalarını gevşetmemişlerdi. Çalışkanlarla beraber Emirdağında birçok sadık mü’minler Nura talebe olmuşlar, Üstadın hizmet-i Nuriyesine iştirak etmişler, Nur Risalelerini okuyup yazmaya ve etrafa neşre başlamışlardı. Üstadın Emirdağında ikametinden sonra, Risale-i Nur’un dersleriyle halkın mühim bir kısmının ilim, iman, ahlâk ve fazilet bakımından terakki ettiği herkesçe malûm olduğu gibi, resmî zatların ikrarıyla da sabittir.

Emirdağ talebeleri, Üstadın Emirdağ'daki hayatına dair diyorlar ki: Üstad Emirdağında daimî tarassut altında bulunuyordu. Açık havalarda gezmeye çıkardı. Üstadın, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine dönerdi. Kırlara çıktığı zaman, çok defa arkasından takip ettirilirdi. Bazan bekçiler, bazan jandarmalar takip ederdi. Hattâ bir defa arkasından kurşun attırılmış, fakat isabet etmemiştir.

Birgün bir resmî memur, arkasından koşarak, “Dışarı çıkmak yasak! Başına bere koyamazsın, sarık saramazsın!” diye mütehakkimane ve mütecavizane ifadeler kullanmış, Üstad da geriye dönmüştür. Bu tarz muameleler çoktur.

Üstadın Emirdağ'daki hizmeti ve meşgalesi, başka yerlerde olduğu gibi, yalnız bir vazifeye münhasır değildi. Gerek Lâhikalardaki mektuplardan, gerek ziyaretine gelen dostların ve eski ilim arkadaşları ve talebelerinin ihbarından ve gerekse de kendine yakından alâkadar olan talebe, komşu ve halkların müşahedatından anlaşılıyor ki, hakka müteveccih, hakikatten nebean eden müteaddit hizmetleri, vazifeleri vardı ve herbir günde de bu vazifelerini ifaya çalışırdı.

Hakaik-i Kur’âniye nurları olan Sözler, Lem’alar gibi eserlerini telif, tashih ve neşirle meşgul olmakla beraber, kelimat-ı kudret olan masnuat ve mevcudatı seyir ve temaşaya, kitab-ı kâinatı mütalâaya çok müştak idi. Zemin yüzünde yazılan, bahar sahifesinde teşhir edilen rahmet ve hikmetin mu’cizeli eserlerini, eşcar ve nebatat ve hayvanattaki san’at-ı İlâhiyenin harikalarını, simalarında parıldayan tevhid sikkelerini okumaya ziyadesiyle meftun idi. Böylece, hakaik-i imaniyenin, mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında hakkalyakîn mertebesinde kanat açıp geziyordu.

Esasen, Kur’ân’dan aldığı mesleğinin bir esası, tefekkürdür. Eserlerinde insanı daima tefekküre sevk eder ve tefekkürü ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan mârifet-i İlâhiyenin, ruh için kâinat vüs’atinde bir genişlik temin ettiğini ve وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ ايَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ “herbir şeyde Sâni-i Vâhide işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu” ifade eder; تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ (“Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibadetten daha hayırlıdır.”) sırrına göre hareket ederdi.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Bediüzzaman Haberleri