Said Nursi’ye göre din ve vicdan özgürlüğü

Emrullah BEYTAR

Yaklaşık altmış yıl önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak kabul edilen ve insanların doğal olarak sahip olması gereken hakların; ayrımsız herkese tanınması yönündeki bir hedefi, halkların ve ulusların ortak amacı olarak belirlemiştir. Bildirgede, üye devletlerin BM ile işbirliği içinde, insan haklarının ve temel özgürlüklerin evrensel olarak saygı görmesi ve gözetilmesini sağlamayı taahhüt ettikleri ifade edilmiştir.

1 Kasım 1998’de yürürlüğe giren 11 nolu protokol ile değiştirilen insan hakları ve temel özgürlükleri korumaya dair Avrupa Sözleşmesinin 9. maddesinde düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün tanımı yapılarak bu tanım kapsamına giren özgürlükler teminat altına alınmıştır.

Din özgürlüğünün kapsamı şöyle belirlenmiştir: Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğüyle tek başına veya topluca açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir” şeklinde kapsamı belirlenmiş ve bu kapsam çerçevesinde özgürlüğün ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın ya da ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir demektedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11 nolu protokol ile değiştirilip 1998 yılında yürürlüğe giren bu sözleşme, halen aynı şeklini muhafaza etmektedir. 1998 değişikliği ile bugünkü şeklini alan bu sözleşme ile teminat altına alınan düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün muhtevası Said Nursî’nin bir asır önce savunmuş olduğu düşünce, vicdan ve din özgürlüğü standardının altında kaldığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

Said Nursî’nin yaşamış olduğu istibdad, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde gerek gazeteler aracılığı ile gerek mitinglerde ve gerekse de duruşma salonlarında irad etmiş olduğu makale, nutuk ve müdafaalarının muhtevasına baktığımızda Said Nursî’nin hak ve özgürlükler konusundaki tutum, davranış ve düşüncelerinde yaşadığı döneme nazaran bir hayli ileri bir seviyede olduğu gibi, bugünkü insan hakları standardının üstünde insan hak ve özgürlüklerine karşı bir yaklaşım sergilediğini söylemek mümkündür.

Said Nursî’nin yaşadığı mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerindeki özgürlükçü bakış açısıyla onu, küreselleşen insan hakları mücadelesinde önemli bir yere oturtmuştur. O henüz genç yaşta iken İstanbul’a gelir ve irad ettiği makale ve nutuklarla çok kısa zamanda kamuoyunun dikkatini üzerine çeker. Halkın üzerindeki yapay bulutları görmüş ve başta İstanbul olmak üzere diğer İslam coğrafyasında yaşayan toplumların üzerinde mevcut siyasi irade tarafından çekilmiş olan kalın perdenin kalkması için, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi gerektiği kanaatine varmış ve bu amaçla yürüttüğü mücadele uğruna tımarhane ve hapishaneyi bir okul olarak görmüştür.

Said Nursî’nin eşitlik, adalet ve özgürlük kavramlarını dillendirirek insan hakları mücadelesinde aktif bir katılım göstermiştir. Nursi, bu mücadele sürecinde dönemin sıkıyönetim mahkemesi olarak bilinen Divan-ı Harbi Örfi’de de yargılanmıştır. Akıl ve mantık süzgecinden geçirerek yapmış olduğu savunmanın muhtevasına baktığımızda, bugünkü medeni dünyada geçerli olan evrensel insan hakları standartlarının üstünde bir insan hakları persfektifi ortaya koyduğunu görmekteyiz. Ne acıdır ki bugün olduğu gibi o dönemde akla, ifadeye ve hayata husumet besleyen bir merkezci elit kesiminin varlığı Nursi’inin üretmiş olduğu insan hakları persfektifinin hayat bulmasını engellemişlerdir.

Said Nursî’nin hak ve özgürlük alanındaki mücadelesinin kilometre taşlarında biri olan söz konusu savunmasında;“Hükümetin, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa Yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zalimler için yaşasın cehennem!.. Ben bir zemin istiyordum ki efkarımı ondan beyan edeyim. Şimdi divan-ı harp iyi bir zemin oldu” 184 dile getirdiği bu cümlelerle Osmanlının son dönemindeki bürokrasinin hak ve özgürlüklere bakışını veciz bir şekilde ortaya koymuştur. Said Nursî, idamla yargılandığı bu mahkemede “gençleri erdemli bir hayata davet ettiği için yargılanan ünlü filozof Sokrat gibi” kendisinin suçsuzluğunu ispatlamaktan ziyade dönemin siyasi ve sosyal çarpıklıklarını dile getirmiştir. Nursi,  hiçbir hükümetin akla set çekmek gibi bir hak ve yetkisinin olmadığını, akla ve hayata husumet eden hükümetlerin hayat bulduğu toplumlarda akıllı bir insan olmaktansa deli bir insan olmayı tercih edeceğini söyleyerek özgür bir ortamın gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Said Nursî, aynı müdafaasının üçüncü cinayet bölümünde; “istibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah ne vakit peygamberimizin (sav) emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir” diyerek, istibdadın, meşrutiyet ve şeriatla bir bağlantısı olmadığı tespitini yapmıştır. O dönemde padişahın aynı zamanda İslami bir öneme sahip halife sıfatını kullanıyor olmasından dolayı Nursi istibdad ile meşrutiyetin birbirine karıştırılmaması gerektiği vurgusunu yapmıştır. Nursi, aynı zamanda dönemin en üst yönetici konumunda bulunan padişaha hangi şartlarda itaat edeceğini idamla yargılandığı mahkemenin salonunda dile getirmiştir. Nursi, son peygamberin farklı din ve ırklardan müteşekkil Medine toplumunda tesis etmiş olduğu eşit, adil ve özgürlükçü ortamın yeniden tesis edilmesinin gerekliliğini mahkeme huzurunda açık bir dille seslendirmiş olduğu düşüncesindeyim.

Said Nursî “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharri-i hakikat muhabbet iledir. Husumet ise vahşet ve taassuba karşıydı; zaten medeniyet onları tokatlıyordu” diyerek dünyada yaşayan tüm insanlara, -hangi ideolojiye sahip olursa olsun- ancak insanların kendilerine muhabbeti meslek edinerek hakikate ulaşabileceğini vurgulamış ve husumetin vahşet ve taassuba karşı kullanılması gerektiğini vurgusunu yapmıştır. Bugünkü moda deyimiyle de empati, diyalog ve hoşgörüyü hakikatın ortaya çıkmasının ön şartı olarak kabul etmiştir. Dünyanın geldiği nokta itibariyle bu ön şartları tesis eden toplumların kendi iç barış ve huzurunu tesis etmiş oldukları gibi kendi dışındaki toplumlarlada insani ve ahlaki sevyede bir ilişki içerisinde olduklarını görmekteyiz.

İnsanlık tarihinde vahşet ve taassubun hakim olduğu toplumlar teknolojik ve kültürel anlamda kayda değer bir ilerlemeyi gerçekleştiremediğini görmekteyiz. Çünkü böyle toplumlardaki bireyler, siyasi, ilmi ve benzeri istibdadların varlığından dolayı akletme ve düşünme kabiliyetlerini kaybetmişlerdir. Bu toplumlarda düşünceler serbest bir şekilde ifade edilemediğinden Barika-i hakikat dediğimiz gerçekler ortaya çıkamamaktadır. Bu tür baskıların hayat bulduğu toplumlardaki taassubun varlığı beraberinde taklitçiliği doğurmuştur.

Cumhuriyet olarak adlandırılan ve aslında tek parti diktasından ileri gitmeyen dönemi Nursi, “Lafızdan başka cumhuriyetle herhangi bir ilişkisi olmayan” şeklinde tanımlamıştır. Cumhuriyetin lafızdan ibaret kaldığı bu dönemde aslında bir hukuk cinayeti işlenmiştir. Zira Nursi ve talebeleri hakkında açılan yüzlerce davanın hiç birisinde hukuki bir dayanak bulunmamaktaydı. Nursi, kendisini yargılayan mahkemenin huzurunda dile getirmiş olduğu düşünceleriyle insan hakları standartlarının çıtasını yükseltmiştir. Bilhassa ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, adil yargılama ilkesine getirdiği açılımlarla sanki ikibinli yıllarda yaşamış gibi bir izlenim bırakmıştır. 

Said Nursî’nin tesettür risalesinden dolayı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yarıgılandığu sırada mahkeme heyetinin huzurunda dile getirdiği “Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir; elbette hakiki ve kat’i ve reddedilmez kanaat-i ilmiyeyi ve efkar-ı saibeyi (isabetli düşünceler) asayişe dokunmamak şartıyla cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç olarak tanımaz. Evet dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki bütün milleti bir tek kanaat-ı siyasiye de bulunsun” bu sözlerle şiddet içermeyen düşüncenin rahat bir şekilde ifade edilmesi gerektiği vurgusunu yapmıştır. Nursi bu vurgusuyla tek parti yönetiminin cumhuriyete yanlış anlam yüklediklerini ve yükletilen bu yanlış anlam ile halkı baskı yoluyla sindirmeye çalışıldığı, farklılık arzeden toplumu tektipleştirilmek istenildiğini söyleyerek tepkisini açık bir şekilde dile getirmiştir. Nursi, tek partinin toplumu tektipleştirici politikasının dünya gerçekleriyle ve insan fıtratıyla uyuşmadığı uyarısında bulunmuştur.

Said Nursî, yaşadığı dönemlerde insanların dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabilmeleri için bu hakikatleri seslendirirken, dönemin siyasi iradesi ise onu susturmak ve özgürlük yolundaki mücadelesini neticesiz bırakmak için planlar ve senaryolar hazırlatarak onları uygulatmaya çalışmıştır. Dönemin tek parti diktatörlüğü ifade, din ve vicdan özgürlüğüne keyfi ve dünya gerçekleriyle bağdaşmayan bir anlam yüklediklerini, “halbuki imkanat başkadır, vukuat başkadır. Her ferdin çok adamları öldürebilmesi mümkündür. Bu imkanı kabil cihetiyle bunlar mahkemeye verilir mi?” sözleriylede tek parti yönetiminin keyfi ve baskıcı tutumlarını akıl ve mantık örgüsüyle çürütmüştür

Said Nursî, yine vicdan özgürlüğü konusunda, devletin insan vicdanına müdahale etme gibi bir hakkının olmadığını, “çünkü hükümetlerin ele bakar ve zahire dikkat eder. İnsanın kalbine bakmak, gizli ve hususi işlere bakmak gibi bir hakkının olmadığını, herkes kalbinde ve hanesinde istediğini yapabilir, yöneticileri ayıplayabilir, kınayıp beğenmeyebilir” sözleriylede din ve vicdan özgürlüğünün çıtasını yükseltiğini görmekteyiz.

Said Nursî, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü mücadelesini verirken, soyut hayali özgürlüklerden değil, uygulanabilir özgürlükleri talep etmiş, halk üzerinde büyük bir siyasi baskı ve istibdad uygulayan bütün programını batıcılık üzerine kurgulayan dönemin siyasi iradesine karşı “Avrupa’daki rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki hiçbir kanun, dünyayı terk etmiş olanlara, ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez”  söylediği bu sözlerlede onların samimiyetsizliklerini açığa çıkartmıştır.

Said Nursî, “din ve vicdan özgürlüğünün herkese eşit bir şekilde muamele görmesi gerektiğini, bundan dolayı, madem hükümet prensibi, cumhuriyetin serbestiyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahatçilere ilişmiyor, elbette ehli dinden ve ehli takvaya da o prensip hükmüyle ilişemez ve ilişmemelidir” diyerek çifte standartsız bir din ve vicdan özgürlüğü söylemini geliştirmiştir. Aslında Nursi’nin dile getirmiş olduğu sebestiyet batıdaki laiklik anlayışıyla örtüşmektedir. Zira Nursi dönemin siyasi iradesine bütün inançlarının serbest ve özgür bir şekilde yerine getirilebilecek bir ortamın tesis edilmesi talebinde bulunduğu düşüncesindeyim.

Said Nursî, Kurtuluş Savaşında memleketi Bitlis’i Ruslara karşı savunurken esir düşmüş ve Kosturma esir kampına gönderilmiştir. Bu esir kampında iken Rusya’nın Kafkas Cephesi Başkomutanı Nikolaviç ile arasındaki diyalog din ve vicdan özgürlüğünün en güzel örneklerinden bir olduğu düşüncesindeyim. İnancından dolayı Rus komutanın önünde ayağa kalkmayan Nursi önce idama sevkedilmiş, Rus Komutanın Nursi’nin bu hareketinin kendi inancının gereği olduğunu anladıktan sonra idam kararını geri alarak Nursi’den özür dilemiştir. Rus ordu komutanı bu erdemli hareketine muhatap olan Nursi tek parti döneminde çekmediği eza, görmediği cefa kalmamıştır.

Rus Komutanın Nursi’ye söylemiş olduğu şu sözler “Beni affediniz, siz beni tahkir için yaptığınızı zannediyordum Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatınızın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dini salahiyetinizden dolayı şayan-ı takdirsiniz, sizi rahatsız ettim tekrar tekrar rica ediyorum beni affediniz” her erdemli ve vicdanını yitirmemiş kişi tarafından takdirle karşılandığı düşüncesindeyim. Zira esir kampında böyle bir insancıl ve ahlaki muameleye tabi tutulurken ismi cumhuriyet olan tek parti döneminde maruz kaldığı muameleleri“ seksen yıllık hayatımda görmediğim eza çekmediğim cefa kalmadı”  sözleriyle dile getirmiştir.

Said Nursî’nin, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü konusundaki düşünce ve tavrında hayatı boyunca herhangi bir tutarsızlık görülmemiştir. “Hakkın hatırı alidir, hiçbir şeye feda edilmez” ilkesi çerçevesinde, Kosturma kampında, İstanbul’daki tımarhane ve hapishane ortamı, cumhuriyet dönemindeki keyfi muameleler neticesinde sürgün yaşadığı yerlerde, keyfi ve gayri hukuki yollarla yargılanmak üzere getirildiği mahkemelerin duruşma salonlarında, siyasi iradenin baskısıyla mahkemelerin vermiş olduğu hapis cezalarının infazı amacıyla götürüldüğü hapishanelerde çiftestandartsız bir insan hakları mücadelesini vermekten asla içtinap etmemiş, düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün çıtasını yükseltmek için sürekli mücadele etmiştir.

Said Nursî’nin insan hakları alanında irad etmiş olduğu nutukları, söylemleri, duruşu şüphesiz insanlık tarihinin son bir asrında emsaline rastlanmayacak bir mücadele örneği olduğu inancındayım.

Said Nursi’nin yaşadığı mutlakiyet, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde tavrını özgürlük ve çoğulculuktan yana koymuştur. Eşitlik, adalet, özgürlük, ref-i imtiyaz, birey iradesi, şura onun vazgeçilmez sabiteleri olmuştur. Empati, diyalog, hoşgörü, muhabbet hakikate ulaşmanın önkoşulu olarak görmüştür. İşte Nursi’nin bu sabitelerinden ve ön koşullarından taviz vermemiş olması onu mücadelesinde başarıya ulaştıran dinamikler olmuştur.

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.