Risale Haber-Haber Merkezi
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Aytaç Yıldız'ın Taraf'ın "Her Taraf" sayfasındaki "Şerif Mardin ve TÜBA" başlıklı yazısı...
Şerif Mardin’in Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) iki kez başvurmasına rağmen kabul edilmeyişi uzun süre konuşuldu, konuşulmaya da devam edecek. Birkaç gün önce yapılan bir açıklama yeniden konuyu gündeme taşıdı. TÜBA’nın şimdiki başkanı olan Prof.Dr. Yücel Kanpolat, Hürriyet gazetesine açıklamalarda bulunmuş ve Şerif Mardin’in üyeliğine ilişkin fikirlerini beyan etmiş. Şerif Mardin’in 1988’de yayımlanan “Bediüzzaman Said Nursi Olayı: Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim” adlı çalışması nedeniyle kurum üyeliği talebinin reddedildiği herkesçe bilinen bir gerçek! Dünya çapında saygın bir konumu olan bir bilim insanının, böyle bir çalışma yaptığı için maruz kaldığı tutum, sert biçimde yüzlerce akademisyen tarafından eleştirilmişti. TÜBA’nın şimdiki başkanı Yücel Kanpolat, herhalde kurumun bu yüz kızartıcı tavrına atfedilen gerekçenin “tuhaflığından” rahatsızlık duymuş olmalı ki, yeni bir açıklama yaparak meseleye kendince açıklık getirmeye girişti. Fakat yaptığı açıklama, tek kelimeyle “kaş yapayım derken göz çıkarmak”tan başka bir şeye benzemiyor.
Profesör Kanpolat’a göre bir bilim adamı istediği her konuda elbette çalışabilir. Bu konuda özgürdür. Dolayısıyla demek istiyor ki, Mardin’in üyeliğinin reddedilmesi Said Nursi’yi akademik bir çalışmanın konusu yapması değildir! Pekâlâ, nedir o zaman? İşte kaş yapma ile göz çıkarma arasındaki ilişki de bu andan itibaren başlıyor. Kanpolat, Şerif Bey ile kurum arasındaki asıl problemin, Said Nursi’yi “parlatması” olduğunu söylüyor: “Üzerinde çalıştığım kişinin sadece iyi yanlarını yazarsam bu bilim ahlakına sığmaz, Şerif Bey bu konuda taraf gibi davrandı” (Hürriyet, 12 Nisan). Tıp doktoru olan Yücel Kanpolat’ın açıklaması, her şeyden önce, o çok savunur gözüktüğü “bilimselliğin” tam karşısında durduğu için sorunludur. Sosyal bilimlerde bir insanı “cilalamak” (bu da benim “parlatmak”dan sonra literatüre ikinci katkım olsun) ne anlama gelir bilmiyoruz ama daha vahimi, sayın tıp doktorunun, ne Şerif Mardin’i ne de çalışmasını hiçbir biçimde anlamamış olmasıdır (hatta muhtemelen okumamıştır bile!). Avrupa’da en yetkin formuna Weber’le kavuşan “din sosyolojisi” sahasının Türkiye’deki öncü isimlerinden olan bir bilim adamını, “taraflı davranmış”, “parlatmış”, “kötü yanlarını niye yazmamış” gibi “bilimsel“ bir üslupla eleştiren bir zihniyetin, bilimin özüyle bir ilgisi olabileceği düşünülebilir mi? (Tabii bilim denince akıllarına sadece tıp gelmiyorsa!). Taha Akyol’un ifadesiyle “...demek bizim TÜBA’ya kalsa, Max Weber’i de ‘Protestan tarikatlarını fazla parlatmış’ diye dışlayacaktı” (Milliyet, 13 Nisan). Ya da eğer Mardin, Said Nursi ve hareketini, mesela bir Hikmet Çetinkaya, Turan Dursun vb. gibi “tarafsız”, “cilasız” ve “bilimsel dille” ele almış olsaydı; Nursi olayını “bu çalışmamda, rejimin altını sinsice oyan, irticanın önde gelen temsilcilerinden yobaz bir tarikatı inceledim” cümlesini haklılaştıracak tarzda ele alsaydı, herhalde TÜBA standartlarında bir bilimsellik ve tarafsızlığı peşinen kazanmış ve üyeliğe de çoktan kabul edilmiş olacaktı!
Profesör Kanpolat’ın açıklamasını okuyan biri zannedebilir ki, gerçekten Şerif Mardin, adı geçen eserinde Said Nursi olayını tarafgir, bilimsel kriterlerden uzak ve sempatizanca ele almış! Oysa Mardin’in yaptığı şey, Osmanlı son döneminden Cumhuriyet’e uzanan bir çizgide, modernleşme süreci ile din (burada İslam dini) arasındaki ilişkiselliği bilimsel bir metotla irdelemektir. Osmanlı-Türk modernleşmesini, toplumun sosyo-kültürel dinamiklerini derinlemesine anlamadan ve açığa çıkarmadan kavramanın imkânsızlığına vurgu yapan Mardin, Said Nursi Olayı diye adlandırdığı vakada da esasen bu noktaya yönelmiştir. Zaten “Türk-İslam İstisnacılığı” gibi diğer önemli makaleleri de ondaki bu arayışın boyutlarını ve sürekliliğini gözler önüne sermektedir.
Şerif Mardin, TÜBA’ya üye olarak kabul edilse de edilmese de, hem Türkiye’de hem de dünyanın en saygın üniversite-lerinde ve kurumlarında son derece muteber bir yere sahiptir ve bu konumu, birilerinin bahşettiği üyelikler ya da cüluslarla değil kendi gayreti, akademik titizliği ve ilim ahlakıyla bizzat kendisi elde etmiştir. Mardin’in ilmi ve liyakati, TÜBA’daki birkaç akademisyenin belirli bir konudaki tavrıyla ölçülemeyecek derecede üstündür. Yıllardır süren bu üyelik tartışmasının bize asıl gösterdiği husus ise, entelektüel ile “resmî akademisyen”; aydın ile “devlet memuru”; ilim adamı ile “demagog” arasındaki çizgiyi göstererek, bu ülkedeki asıl sıkıntının kaynaklarına tekrar tekrar işaret etmiş olmasıdır.