“Şair gaybı kurcalayan çilingir” diyor Kaldırımlar şairi. Hangi gayb, hangi şair? Gaybı taşlayan müneccim demek daha uygun olmaz mı? Eflatun ideal Devlet’inden kovuyor bütün şairleri. El-Medinet-ül Fazıl’a yazarı Farabi üstadından farklı davranmıyor. Tommase Campanella’nın Güneş Ülkesi’nin başmisafirleri ve müdavimleri şairler değil filozoflar. Orada da yer yok şuaraya. “Şiir ağızda biriken köpük” Tanpınar’a göre. Kapının eşiği. Her şeyden arta kalan, her şeyden sonra gelen. Olmasa da olan yani. Doğu ezelden beri dost ve aşina şaire. Ama henüz hikmet ile bağını koparmamış olan Rabbani şaire ve şiire.
Tarih, din ile sanat [şiir] arasında yaşanan sürtüşmenin garip sahneleriyle dolu. Daha doğrusu dopdolu. Mabetler çatık kaşlı, içerisinde ikamet edenler hukuk kafalı, eli sopalı. Karşılarında Diyazonik bir coşku içinde ilham perileriyle dans eden, dudaklarında tılsımlı sözcükler dökülen bazen çelebi, bazen hicivci şairler. “Her şair bir parça çocuktur” diyen Mağaradakiler yazarı haksız mı? Her çocuk bazı hatalarından dolayı mazurdur çünkü yaptığı şeyin toplum nezdinde hata olduğunun idrakinde değildir henüz. Ama haddini bilmek şartıyla. Din [ahlak] hükmetmek ister, sanat [şiir] hür olmak. Biri hem etiğin derdinde hem estetiğin diğeri sadece estetiğin. Etiksiz estetiğin yani.
Klasik dönemlerde sanat ve bilhassa şiir, pederi olarak tanıdığı ve bildiği dinin emrine amade ve oldukça hürmetkar iken modern zamanlarda -bütün dallarda olduğu gibi- pederine isyan etti, bağımsızlık ve istiklaliyet istedi, buna büyük ölçüde muvaffak da oldu. Pederine isyan eden bütün haşarı çocuklar gibi “insan bozması bir canavara” dönüştü zamanla. Böylece zeminini [anlam] yitirdi, yeni bir zemin arayışına girdi. Bazen zeminsizliği ve anlamsızlığı biricik zemin ve anlam telakki etti ve ne saklamalı, mazideki kadar sahih bir zemin ve anlam bulabilmiş değil hala. Gerçi dinin görece tahakkümünden kurtularak -güya- bağımsız olan hiçbir tilmiz sahih ve sahici bir mecra bulamadı. Her mecra yeni maceraya dönüştü.
Kur’an-ı Kerim 114 sureden müteşekkil. Bu sureler içerisinde bayağı hacimli biri şiiri ve şairleri konu alıyor. Şuara [şairler] suresi. Nüzul döneminde şiir ve şair o kadar prestijli bir pozisyonda ki Kur’an, onları muhatap kabul edip kutsal metninde yer veriyor onlara. Kaldırımlar şairi Necip Fazıl’ın şairi “gaybı kurcalayan çilingir” olarak tarif etmesi bütün bütün anlamsız değil zira Kur’an’ın nazil olduğu tarihi vasatta şairler, çoğunlukla cinlerle ilişki içerisine giren ve hatta bundan dolayı mecnun [cinlenmiş] kişiler olarak görülürdü. Aynı zamanda şiir, vahye karşı çok tesirli bir silah olarak kullanılıyordu. Şuara suresindeki menfi tema bundan dolayı olsa gerek.
“…Şairlere gelince onlara yalnızca azgınlar uyar. Görmez misin onların her vadide kelimelerin ve hayallerin peşinde şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve çoğu zaman yapmadıklarını söylediklerini. Ancak iman edip Salih ameller işleyenler, Allah’ı sıkça ananlar, haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar müstesna…” [Şuara,224-25-26-27]
Bu ayetlere “Tanrının Poetikası” der Edip Cansever. Kutsala yabani ve yabancı bir şuurun başka türlü düşünmesi beklenemezdi zaten. “Bir adamın karnının kendisini yiyip bitiren kan ve irinle dolu olması şiirle dolu olmasından daha hayırlıdır.” [Buhari, Edeb 92] Hz. Aişe [r.a] bu sözün Hz. Peygambere [a.s] hakaret eden şiir için söylendiğini ifade eder. [İbn-i Kesir] Başta şiir olmak üzere kutsalla ilişiğini kesmiş modern ve post-modern bütün sanat dallarının bu olumsuz tasvirin içerisine dahil olduğu kuşkusuzdur.
Sanata sahip çıkmak adına “absürd” olanı savunmak nafile ve beyhude bir çabadır. Sanatın perspektifi içerisinden konuşuyorsanız o başka ama “hakikat” için konuşuyorsanız eğer hakikatten nasibini almayan bütün her şey gibi şiiri de hakikat namına sigaya çekmek, gerekirse kıyasıya eleştirmek hakikatin, hakikat sevdalılarının omzuna yüklediği hayati bir vazifedir. Kuran, ayetlerini ısrarla şiirden ayrı tutar ve onların şiir olmadığını/olmasının mümkün olamayacağını özellikle vurgular. Keza Hz. Peygamberin bir şair veya mecnun olmadığını da. “Biz ona şiir öğretmedik bu ona yakışmaz da. O sadece bir öğüt ve apaçık bir Kuran’dır.” [Yasin,69] İmam Şafii’nin “ulemaya yakışsaydı şiir yazardım” dediği rivayet edilir. Şiirin evham ve hayalattan müstağni olmadığı gerekçesiyle Nur müellifi kendisine şiir kapısının açılmadığını söyler, haklı olarak:
“…Şiir ise çendan kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için, hakikate karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazen hakikat birbirine geçer. Halis hak ve mahz-ı hakikat olan Kuran-ı Hakimin hizmetinde, istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, Kader-i İlahi bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı…” [Barla Lahikası]
(Entelektüel Yalnızlık, s.175)