RAMAZÂN OKUMALARI-26
PSİKOLOJİ BİLİMİ EŞLİĞİNDE RAMAZÂN RİSÂLESİNİN BİRİNCİ NÜKTESİNDEKİ HİKMETLERİ ANLAMAYA DEVÂM
“Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirâk etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?"
Bedîüzzamân Hazretlerinin "Ramazân Risâlesi"nin “Birinci Nükte”sinde yer alan bu soru, insânın varlık gâyesi ve mânevî değerleri üzerine, derîn bir muhâsebeyi teşvîk eder. Bu sorunun merkezinde yatan “Ulvî ubûdiyet” ve “şeref-i kerâmet” kavramları, insânın mânevî hayâttaki yerini ve önemini vurgular. Bu analizde, her iki kavramın anlamını, bu ideâllerin önemini ve insânın bu ideâllere ulaşmama durumunun anlamını ele alacağız:
1.ULVÎ UBÛDİYET
“Ulvî ubûdiyet”, kelime anlamı olarak "yüksek kulluk" demektir. Bu, insânın Allâh’a karşı derîn bir bilinç ve şûûr ile yerine getirdiği ibâdet ve kulluğunu ifâde eder. Ramazân-ı Şerîf ayı, bu kavramın somutlaştığı bir zamân dilimidir; zirâ bu ay, insânın nefsine hâkim olmayı, Allâh’a olan bağlılığını güçlendirerek mânevî bir yükselişi amaçlar. Ulvî ubûdiyet, sâdece ritüel ibâdetlerin ötesinde, Allâh’a karşı derîn bir sevgi, saygı ve bağlılık durumudur.
“Ulvî ubûdiyet” kavramı, Bedîüzzamân Hazretlerinin eserlerinde önemli bir yer tutar ve özellikle Ramazân-ı Şerîf ayının mânevî atmosferi içinde daha da derîn bir anlam kazanır. Bu kavramın derînlemesine analizinde, insânın varoluşsal amacı, Allâh ile olan ilişkisi ve bu ilişkinin hayâtındaki yansımaları üzerinde durulmalıdır:
a. İnsânın Varoluşsal Amacı ve Ulvî Ubûdiyet: “Ulvî ubûdiyet”, insânın yaratılış amacının bir ifâdesidir. Kur’ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde insânın yaratılış amacının Allâh'a ibâdet olduğu vurgulanır. Bu ibâdet, sâdece namâz kılmak, oruç tutmak gibi ibâdet şekilleriyle sınırlı değildir; aynı zamânda insânın hayâtının her alanında Allâh'a olan bağlılığını göstermesi, O'nun emirlerine uygun bir hayât sürmesi anlamına gelir. Ulvî ubûdiyet, bu bağlılığın en yüksek sevîyesidir; insânın bilinçli bir şekilde, kalbi, aklı ve rûhuyla Allâh'a yönelmesi ve O'nun rızasını kazanmayı hayâtının merkezine koymasıdır.
b. Ramazân-ı Şerîf ve Ulvî Ubûdiyet: Ramazân-ı Şerîf ayı, ulvî ubûdiyetin pratikte yaşanması için eşsiz bir zamândır. Bu ay, nefsin terbiyesi, sabır ve şükür pratiği, Allâh'a daha yakın olma arzûsu gibi mânevî değerlerin yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir. Ramazân-ı Şerîf, insânın kendisini fiziksel ve mânevî olarak arındırdığı, Allâh ile olan ilişkisini güçlendirdiği bir aydır. Bu süreç, ulvî ubûdiyetin somut bir örneği olarak, insânın sâdece kendisi için değil, aynı zamânda toplum için de olumlu değişiklikler yapabileceğinin bir göstergesidir.
c. Ulvî Ubûdiyetin Yansımaları: Ulvî ubûdiyet, insânın günlük hayâtında da çeşitli şekillerde yansımalıdır. Bu, kişinin işinde, âilesiyle olan ilişkilerinde, sosyal adâlet ve yardımlaşma gibi toplumsal sorumluluklarında Allâh'ın rızasını aramasını içerir. Ulvî ubûdiyet, insânın çevresine karşı sorumluluk hissetmesi, adâlet, merhamet ve şefkat gibi ilâhî sıfatları hayâtına yansıtması anlamına gelir. Bu durum, insânın yalnızca Allâh'a değil, aynı zamânda tüm yaratılmışlara karşı bir kulluk bilinci içinde olmasını gerektirir.
d. Ulvî Ubûdiyetin Önündeki Engeller: Ulvî ubûdiyet yolunda insânın karşılaştığı engeller de önemlidir. Nefs, dünyevî arzûlar, gaflet ve dikkâtin dağılması gibi engeller, insânın bu yüksek mertebeye ulaşmasını zorlaştırabilir. Ancak, Bedîüzzamân'ın vurguladığı gibi, Ramazân-ı Şerîf ayı gibi mânevî pratikler ve sürekli bir muhâsebe, bu engellerin üstesinden gelmekte ve ulvî ubûdiyete ulaşmada önemli rol oynar.
“Ulvî ubûdiyet” kavramı, Bedîüzzamân Hazretlerinin “Ramazân Risâlesi”nin “Birinci Nükte”sinin temel taşlarından biridir ve Ramazân-ı Şerîf ayının rûhânî atmosferi içinde daha da anlam kazanır. “Birinci Nükte”, Ramazân-ı Şerîf ayının, insânın Allâh’a olan bağlılığını güçlendirerek mânevî bir yükselişi amaçladığını ve bu süreçte ulvî ubûdiyetin somut bir şekilde tecelli ettiğini vurgular.
Bedîüzzamân'ın Birinci Nükte’de belirttiği gibi, Cenab-ı Hak'ın zemin yüzünü bir "sofra-i nimet" olarak halk etmesi ve bu sofrada nimetleri beklenmedik şekillerde sunması, O'nun sonsuz rahmâniyetini ve merhametini ifâde eder. Bu bağlamda, Ramazân-ı Şerif, insânların bu sonsuz rahmâniyete karşı kulluk bilinciyle mukâbele etmeleri için özel bir zamân dilimidir. Ramazân-ı Şerîf, insânları âdeta birer muntazâm orduya dönüştürür ve iftâr vaktinin yaklaşmasıyla birlikte, ehl-i îmân, Sultân-ı Ezelî'nin dâvetini bekleyen bir tavr-ı ubâdiyetkârane sergiler. Bu durum, insânların Allâh’ın sonsuz lütfu ve merhametine karşı derîn bir bilinç ve saygı ile dolu bir kulluk sergilemelerini ifâde eder, ki bu da ulvî ubûdiyetin özünü oluşturur.
“Ulvî ubûdiyet” kavramının “Birinci Nükte”de kullanımı, bu ibâdet anlayışının sâdece belirli ibâdet ritüellerinden ibâret olmadığını, aksine Allâh'a karşı derîn bir sevgi, saygı ve tam bir teslîmiyeti ifâde ettiğini vurgular. Bu, insânların günlük yaşamlarında, işlerinde, âile ilişkilerinde, toplumsal sorumluluklarında ve Allâh'ın yaratıklarına karşı gösterdikleri davranışlarda Allâh'a olan bağlılıklarını sürekli bir şekilde yansıtmaları gerektiğini belirtir.
Bu kavramın önemini vurgulayan "Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirâk etmeyen insânlar insân ismine lâyık mıdırlar?" sorusu, ulvî ubûdiyetin insân olmanın özünde ne kadar derîn bir yere sâhip olduğunu sorgular. Bu, insânların yalnızca dünyevî arzûlarına hizmet eden nefsânî eğilimlerden uzaklaşarak, kendi varoluşlarının asıl amacına yönelik bir hayât sürmeleri gerektiğini hatırlatır. Ramazân-ı Şerîf ayı, bu dönüşüm için mükemmel bir fırsattır; çünkü bu ay, insânı maddî ve mânevî olarak arındırma, sabır, şükür ve Allâh'a olan bağlılığı artırma imkânı sunar.
“Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirâk etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?"
2. ŞEREF-İ KERÂMET
DEVÂM EDECEK İNŞALLÂH