Birinci Söz'ün Derinlemesine Analizi: Bismillâh'ın Evrensel Mesajı ve Bedîüzzamân’ın Popüler Bilimle Kesişim Noktası-4 (Devâm)

Salahattin ALTUNDAĞ

İnsânlık târihi boyunca pek çok kavram, kültürlerarası etkileşimler ve değişimler sâyesinde evrildi, anlamını genişletti ya da bâzen daralttı. Ancak bazı kavramlar var ki, onlar sâdece bir dildeki ya da bir kültürdeki anlamlarıyla sınırlı kalmadı; evrenselliğiyle tüm insânlık için derin mesajlar taşıdı. İşte bu yazımızın merkezine aldığımız “Tarîkat” ve “Hakîkat” kavramları da bu evrensel kavramlardan sâdece birkaçı.

Bu iki kavram, özellikle İslâm kültüründe derin bir geçmişe sâhip. Ancak bu yazımızda sâdece târihsel ya da kültürel bir analize değil, bu iki kavramın modern zamânlarda, özellikle popüler bilimle nasıl kesiştiğine dâir bir irdelemeye girişeceğiz.

Bediüzzamân'ın eserlerinde de sıklıkla karşımıza çıkan bu kavramların, günümüz dünyâsında nasıl bir yankı bulduğuna, nasıl yeni anlamlar kazandığına ve modern insânın rûhuna nasıl hitâp ettiğine tanıklık edeceğiz. Bu yüzden, sizi de bu derinlemesine incelemeye dâvet ediyoruz.

Bir önceki yazımızda, "hakîkat", "bilgi" ve "gerçek" kavramları üzerine detaylı bir yolculuğa çıktık. Bu yazımızda ise, "hakîkat" kavramının yanına, İslâm düşüncesinde oldukça önemli bir yere sâhip olan "tarîkat" kavramını ekleyeceğiz. Bedîüzzamân'ın, özellikle "Risâle-i Nûr mesleği tarîkat değil, hakîkattir" sözü ışığında bu iki kavramı değerlendireceğiz. Öncelikle bu ifâdedeki kavramlara genel bir bakış sunalım:

1.TARÎKAT:

A.TEMEL TANIM: İslâm'da, genellikle Sûfî[1] geleneğin bir parçası olarak ortaya çıkan tarîkatlar, bireylerin mânevî olarak olgunlaşmalarına ve ilâhî aşka ulaşmalarına yardımcı olmayı amaçlar. Tasavvûfî[2] bir tarîkat ise, tasavvûfun kurâllarını ve yöntemlerini belirleyen ve uygulayan bir örgütlenmedir. Tarîkatlar, genellikle bir şeyh veyâ mürşid tarafından yönetilir ve onun öğrencileri veyâ mürîdleri[3] tarafından tâkip edilir. Bu yazı boyunca “tarîkat” derken kastettiğimiz “tasavvûfî tarîkat”tır.

Sûfîlerin “sâliki[4] hakîkate götüren yol” şeklinde tanımladıkları tarîkat; sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usûl, hâl ve gidiş” anlamındaki tarîkat (çoğulu tarâik) terim olarak “Allâh’a ulaşmak isteyenlere mahsûs âdet, hâl ve davranış” demektir.[5] Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle Tâhâ sûresinin iki âyetinde[6] ve bazı hadîslerde sözlükteki mânasında geçer. Sözlükte yine “yol” anlamına gelen ve Allâh’ın farz kıldığı, rûhsata yer olmayan hükümleri ve merâsimleri ifâde eden tarîk de (çoğulu turûk) tasavvûf kaynaklarında genellikle tarîkatla aynı anlamda kullanılmaktadır.[7]

Tarîkatlar, İslâm'ın temel öğretilerini temel alarak bireylerin Allâh'a yakınlaşmalarına yardımcı olacak özgün yöntemler ve uygulamalar sunâr. Bu yöntemler arasında zikîr, murâkabe[8] ve nefes çalışmaları gibi ritüeller[9] bulunur. Şeyhlerin önderliğinde faaliyet gösteren tarîkatlar, muridlerine mânevî rehberlik sağlar, bu da mânevî yolculukta karşılaşılan zorluklarda çözüm sunâr.

Tarîkatlar sâdece ibâdetle sınırlı kalmaz, günlük yaşamın her alanında mânevî bir disiplin sunâr ve bireyin ahlâkî değerlerini geliştirir. Bu, bireyin Allâh'ı sürekli hatırlamasını ve daha dengeli bir yaşam sürmesini teşvîk eder. Öğretiler, teorik bilginin ötesine geçerek bireyin dinî öğretileri doğrudan deneyimlemesini sağlar.

B.KÖKENİ: Arapça "tariq" kelimesinden türetilen "tarîkat", "yol" anlamına gelir. Bu, bireyin mânevî bir yolculukta ilerlediği ve bu yolculuk boyunca kendi iç dünyâsını, Allâh ile olan ilişkisini ve kâinatı daha iyi anladığı bir süreci ifâde eder.

C.NASIL ÇALIŞIR?

a.Şeyh veyâ Mürşid: Tarîkatlar genellikle bir şeyh veyâ mürşid tarafından yönlendirilir. Bu kişi, tarîkatın öğretilerini ve pratiğini aktaran, aynı zamânda mürîdlerin mânevî rehberidir.

  • Tanım: Şeyh veyâ mürşid, bir tarîkatın mânevî lideridir. Bu isimler, tarîkatta yüksek bir mânevî rütbe ve bilgiye sâhip olan, diğer üyelere rehberlik eden kişilere verilir.
  • Rol ve Fonksiyon: Şeyh veyâ mürşid, tarîkatın öğretilerini ve pratiğini aktaran kişidir. Bununla birlikte, sâdece teorik bilginin aktarılmasından sorumlu değildir; aynı zamânda mürîdlerin mânevî yolculuklarına rehberlik eder. Bu rehberlik süreci, mürîdin karşılaştığı zorlukları aşmasına, içsel engelleriyle mücâdele etmesine ve mânevî olarak olgunlaşmasına yardımcı olur.
  • Mânevî Bağ: Şeyh veyâ mürşid ile mürîd arasında derin bir mânevî bağ vardır. Bu bağ, her iki tarafın da karşılıklı güven, saygı ve sevgiye dayanarak birbirlerine adanmış olmalarını gerektirir. Mürîd, şeyhinin önderliğine tam bir teslîmiyetle yaklaşır, çünkü onu Allâh'a yakınlaştıran bir rehber olarak görür.
  • Eğitim ve Tecrübe: Bir şeyhin veyâ mürşidin bu pozisyona gelmesi genellikle yıllarca süren yoğun bir eğitim ve mânevî pratiği gerektirir. Kendi mânevî yolculuğunda derinleşmiş, tarîkatın öğretilerini tam anlamıyla kavramış ve yaşamış olan bu kişi, diğerlerine de bu yolculukta rehberlik edebilecek bilgi ve tecrübeye sâhiptir.
  • Vârislik ve İntikâl: Bir şeyh veyâ mürşidin dünyâdan ayrılmasının ardından, genellikle onun yerine geçecek bir vâris (halife) seçilir. Bu vâris, genellikle şeyhin önceden belirlediği veyâ tarîkat üyeleri tarafından kabûl gören bir mürîde verilen bir görevdir. Bu süreç, tarîkatın öğretilerinin ve pratiğinin yeni nesillere aktarılmasını sağlar.

b.Zikîr: Tarîkatlarda, Allâh'ı anma pratiği olan zikîr önemli bir yer tutar. Zikîr, bireyin kalbini temizlemesine, zihinsel odaklanmasını artırmasına ve Allâh'a olan bağlılığını pekiştirmesine yardımcı olur.

  • Tanım: Zikîr, Arapça kökenli bir kelime olup "anmak" veyâ "hatırlamak" anlamına gelir. İslâm'da, zikîr, Allâh'ı anmak, O'nu övmek ve O'na şükretmek için yapılan sözlü ya da içsel (kalple) tekrârlar anlamına gelir.
  • Zikîr Çeşitleri: Zikîrler, bireyin tekrârladığı kısa cümleler veyâ İslâm terminolojisindeki isimler olabilir. Örnek olarak "Allâh", "Subhânallâh (Allâh'ı her türlü kusurdan tenzih ederim)", "Elhamdulillâh (Hamd Allâh'a mahsûstur)", "Lê ilêhe illallâh (Allâh'tan başka hiçbir ilâh yoktur)" gibi ifâdeler sayılabilir.
  • Zikîr Pratiği: Tarîkatlarda zikîr, bireysel veyâ toplu halde yapılabilir. Toplu zikîrler genellikle cemââtle bir araya gelinerek yapılan halka hâlinde özel oturumlarda gerçekleşir. Bu oturumlar sırasında belirli ritimler, tekrârlar ve hatta bâzen ilâhîler veyâ şîîrler eşliğinde zikîr gerçekleştirilir.
  • Mânevî Faydaları: Zikîr pratiği, kalbin sükûnete kavuşmasına, zihnin dağınıklığının giderilmesine ve kişinin Allâh'a daha yakın hissetmesine yardımcı olur. Bu, bireyin mânevî huzûrunu artırır ve onun dinî yaşantısında derinleşmesine imkân tanır.
  • Zikrin Amacı: Zikrin temel amacı, bireyin günlük hayâtının streslerinden ve dağınıklığından sıyrılarak Allâh'ı sürekli hatırlamasını sağlamaktır. Bu pratiğin sonucunda, bireyin kalbi temizlenir, Allâh'a olan sevgisi ve bağlılığı artar.
  • Sürekli Hatırlama: Zikîr, sâdece belirli zamânlarda yapılan bir uygulama değildir. Aslında, bir Müslümân'ın hayâtındaki her anın, her eylemin zikîrle süslenmesi öğütlenir. Bu, bireyin yaptığı her işte, söylediği her sözde ve aldığı her nefeste Allâh'ı hatırlamasını ve O'na şükretmesini içerir.

c.Nefs Terbiyesi: Tarîkatların çoğunda, nefsin arzûlarını kontrol altına alma ve onu terbiye etme pratiği vurgulanır. Bu, bireyin mânevî olarak olgunlaşmasına yardımcı olur.

  • Nefs Nedir?: Basit tanımlamayla nefs, insânın içinde bulunan ve ona dünyevî arzûları, tutkuları sürekli hatırlatan, kötü alışkanlıklara ve günâhlara yönlendiren içsel bir kuvvettir (Bu, aynı zamânda nefsin en kötü hâline verilen ad olan “Nefs-i Emmâre” için de tanımlanır). Tarîkattın öğretilerine göre nefs, insânın en büyük düşmânıdır ve onu mânevî olarak olgunlaşmaktan alıkoyar.
  • Nefsin Dereceleri: Tasavvûfta nefsin dereceleri, insânın mânevî gelişimini gösteren bir kavramdır. Nefsin dereceleri şunlardır:

- Nefs-i Emmâre (kötülüğü emreden nefs): Bu nefs, kötülüğe meyilli ve Allâh'ın emirlerine karşı gelen nefstir. Bu nefs, insânı günâha sürükler ve pişmanlık duymaz.

- Nefs-i Levvâme (suçlayıcı nefs): Bu nefs, kötülüğe meyilli olmakla birlikte, yaptığı kötülüklerden dolayı pişmanlık duyan ve kendini kınayan nefstir. Bu nefs, insânı tövbeye yönlendirir.

- Nefs-i Mülhime: Bu nefs, Allâh'ın ilhâmıyla iyilik ve kötülüğü ayırt edebilen ve iyiliği tercih eden nefstir. Bu nefs, insânı hayra sevk eder.

- Nefs-i Mutmainne (huzûra ermiş nefs): Bu nefs, Allâh'ın rızasını kazanmış ve nefsini terbiye etmiş olan nefstir. Bu nefs, huzûr ve sükûnet içindedir.

- Nefs-i Râdiyye: Bu nefs, Allâh'ın takdirine râzı olan ve her durumda sabreden nefstir. Bu nefs, şükür ve tevekkül içindedir.

- Nefs-i Mardiyye: Bu nefs, Allâh'ın kendisinden râzı olduğu ve sevdiği nefstir. Bu nefs, Allâh'ın sevgisiyle doludur.

- Nefs-i Sâfiyye: Bu nefs, Allâh’a tam teslim olmuş olan nefstir. Bu nefs, Allâh'tan başka hiçbir şeyi gözü görmeyen ve kalbi duymayan bir halde bulunur. Allâh'ın emirlerine tam olarak uyan, günahlardan uzak duran, ibadet ve zikîrle meşgûl olan, Allâh'ın sevgisiyle dolu olan bir nefistir. Nefs-i Sâfiyye, tasavvûfun en yüksek mertebesi olarak kabûl edilir.

Tarîkatların amacı, bireyin nefs-i emmâreden nefs-i mutmâinneye doğru yol almasına yardımcı olmaktır. Nefs-i mutmâinne mertebesine çıkan bir tarîkat yolcusunun (sâlikin) velâyet mertebesine ermiş olacağı kabûl edilir.

  • Terbiye Yöntemleri: Tarîkatlar, nefsi terbiye etmek için çeşitli yöntemler sunâr. Bunlar arasında belirli nâfile[10] ibâdetlerin yapılması, zikîr ve duâ pratiği, nâfile oruç tutma, nefse aşırı derecede hoş gelen şeylerden uzak durma ve şeyhin rehberliğinde yapılan özel çalışmalar yer alır.
  • Amaç: Nefs terbiyesinin amacı, bireyin dünyevî arzûlardan sıyrılarak Allâh'a daha yakın olmasını sağlamaktır. Bu, bireyin hem mânevî hem de ahlâkî olarak olgunlaşmasına yardımcı olur.
  • Sonuçları: Nefs terbiyesiyle, bireyin hayâttaki öncelikleri değişir; maddeye olan bağlılık azalır, mânevî değerlere olan ilgi artar. Böylece birey, hayâtının gerçek amacına daha uygun bir şekilde hareket eder.
  • Toplumsal Faydaları: Nefs terbiyesi sâdece birey için değil, toplum için de faydalıdır. Nefsini terbiye eden bir birey, çevresine daha pozitif etkiler yayar, toplumsal sorunlara daha duyarlı olur ve insânlar arasındaki ilişkilerde daha âdil ve hoşgörülü bir tutum sergiler.

D.ÖRNEKLER: Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisinde, başlangıcından günümüze 340 çeşit tarîkat isminden söz edilmektedir. [11] Bu tablodan öğrendiğimize göre ilk tarîkat “Muhâsibiyye Tarîki” olup Hicrî 243 / Milâdî 857’li yıllarda kayda alınmıştır. Meşhûr üç tanesi şunlardır:

  • Mevlevîlik: Mevlâna Celâleddin Rûmî tarafından kurulan bu tarîkat, semâ âyini ile ünlüdür. Semâ, bir zikîr pratiği ve aynı zamânda bireyin iç dünyâsındaki dönüşümü temsîl eder.
  • Nakşibendîlik: Bu tarîkat, nefs terbiyesi ve sessiz zikîr pratiğiyle bilinir. Bireyin iç dünyâsında sessiz bir devrim gerçekleştirmeyi amaçlar.
  • Kâdirî Tarîkatı: Abdûlkâdir Geylânî tarafından kurulan bu tarîkat, bireyin mânevî enerjisini artırmaya ve onu Allâh'a yakınlaştırmaya odaklanır.

E.ŞEYHLİK İLE ÜSTÂDLIK ARASINDAKİ FARK:

“Mesleğimizin esâsı uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vâsıtalarıdır. OLSA OLSA BİR ÜSTÂDLIK ORTAYA GİRER.”[12]

İslâm târihinde ve kültüründe "şeyh" ve "üstâd" kavramları, farklı bağlamlarda ve anlamlarda kullanılmıştır. Bedîüzzamân'ın bu ifâdelerini doğru anlamak için bu iki kavramın genel anlamlarını ve onun bu kavramlara yüklediği anlamları değerlendirmek gereklidir.

a.Şeyh:

  • Genelde tasavvûf ve tarîkat çerçevesinde kullanılan bir terimdir.
  • Tarîkatta, bir şeyh; öğrencilerine, yâni mürîdlerine, mânevî rehberlik yapar. Mürîdler, mânevî yolculuklarında şeyhin rehberliğine güvenirler.
  • Şeyh, tarîkatın sırlarını ve öğretilerini mürîdlere aktaran kişidir.
  • Mürîdler genellikle, şeyhe olan bağlılıklarını bîât (bağlılık yemini) ile ifâde ederler.

b.Üstâd:

  • Üstâd, genellikle "öğretmen" veyâ "hoca" anlamına gelir ve belli bir bilgi veyâ beceriye sâhip olan ve bu bilgi veyâ beceriyi başkalarına aktaran kişi için kullanılır.
  • Üstâdın öğrencileri arasında, şeyh-mürîd ilişkisinde yoktur. İlişki daha çok bilgi aktarımına dayalıdır.
  • Bedîüzzamân'ın kullandığı bağlamda "üstâd", bir bilgi ve anlayış kaynağı olarak görülür.

2.BİR HAKİKÂT MESLEĞİ OLAN RİSÂLE-İ NÛR MESLEĞİ İLE TARÎKÂT MESLEĞİ ARASINDAKİ FARKLAR:

Hakîkat” kavramının tanımını, ne anlama geldiğini “bilgi” ve “gerçek” kavramlarıyla aralarındaki farkları geçen yazımızda derinlemesine ele aldığımızdan burada tanımlamalarına girmeyeceğiz. Burada “hakîkat” ile “tarîkat” arasındaki farkları ele alacağız:

Tarîkat, “mânevî bir yolculuk” anlamına gelir. Buradaki “yol”dan maksat Kur’ân ve sünnete uygun bir İslâmî yolculuktur. Bu yolculukta, insân kendini tanımaya, arındırmaya ve Allâh'a yaklaşmaya çalışır.

Tekrâr edelim ki bu yazımızda “tarikat” diye ele aldığımız tarîkler, “tasavvûf mesleği” ile ilerleyen tarikatlardır ki günümüzde “tarîkat” denilince akla ilk gelen bu tasavvûf mesleği ile ilerleyen tarîkatlardır.

“Tasavvûfî meslekler”, tarîkatın çeşitli yollarıdır. Her biri, belirli bir kurucu, silsile, zikîr, usûl ve ahlâk anlayışına sâhiptir. Tasavvûf, İslâm'ın içsel boyutu olarak bilinir ve genellikle “Sûfîzm” olarak da adlandırılır. Temelde, bir şeyh veyâ mürşid eşliğinde ve onun deneyimleriyle bireyin Allâh'a olan yakınlığını artırmak, nefsin terbiyesi ve Allâh'a olan sevgiyi derinleştirmek üzerine odaklanan uzun bir yoldur.

Kendisi de bir “yol” olması yönüyle “tarikat” denilebilecek “hakîkat mesleği”nde ise herhangi bir kurucu, silsile, zikîr gibi anlayışa bağlı olmadan, doğrudan Allâh'ın emir ve yasaklarına uyarak, kalbi temizlemeyi ve Allâh'ın rızasını kazanmayı amaçlar. Hakîkat, dinin temel prensipleri, inânçları ve değerleriyle ilgili evrensel gerçeklikleri ifâde eder. Şimdi, "hakîkat"ın İslâm'da nasıl bir genel gerçeklik anlayışını temsil ettiğini birkaç somut örnekle izâh edelim:

* Îmânın Şartları: İslâm'da îmânın altı şartı vardır: Allâh'a inânmak, meleklere inânmak, kitâplara inânmak, peygamberlere inânmak, âhiret gününe inânmak ve kaza ile kadere, hayrı ile şerrin Allâh'tan geldiğine inânmak. Bu şartlar, İslâm'ın temel inânç sistemini oluşturur. İşte hakîkat mesleği, İslâm'ın temel inânç sisteminde bulunan her şartları ele alarak bunların hakîkatlerini derinlemesine inceler ve anlamaya çalışır. Örneğin, hakîkat mesleği, özellikle Allâh’ın varlığını, ahiretin gerçekliğini ve kaderin mevcûdiyetini, doğrudan Kur’ân ve sünnetin rehberliğinde, akıl, mantık, bilim, kalp ve rûh boyutlarına hitâp eden kesîn ve somut delillerle ele alan ve açıklayan meslektir.

* Namâzın Önemi: İslâm'da namâz, Müslümânın günlük yaşantısında beş defâ kılması gereken bir ibâdettir. Namâzın önemi, Kur'ân'da birçok ayetle vurgulanır ve bu, Müslümânların günlük yaşantılarındaki bir hakîkattir. İşte hakîkat mesleği bu hakîkati derinlemesine inceler, neden, niçin, anlamı ve gerekliği üzerinde yine doğrudan Kur’an ve sünnetin rehberliğinde, akıl, mantık, bilim, kalp ve rûh boyutlarına hitâp eden kesîn ve somut delillerle ele alan ve açıklayan meslektir.

Bu örnekler, "hakîkat"ın, İslâm'ın temel öğretileri, inânçları ve değerleriyle ilgili evrensel gerçekliklerini nasıl temsil ettiğini gösterir. Hakîkat, belirli mânevî deneyimlere veyâ bireysel yorumlara değil, İslâm'ın evrensel öğretilerine odaklanır.

Hakîkat mesleği ile tasavvuf mesleğini tanıdıktan sonra “Risâle-Nûr Mesleği” ile tasavvûfun kurâllarını ve yöntemlerini belirleyen ve uygulayan “Tarîkat Mesleği” arasındaki belirli farkları ele alalım:

a.Şeyh veyâ Mürşid:

  • Tarîkat mesleğinde öğrencileri için (mürîd) mânevî bir rehberdir. Tarîkatta ilerlemek isteyen bir kişi, şeyhin rehberliğinde, belirli bir öğretiyi tâkip eder.
  • Bir hakîkat mesleği olan Risâle-i Nûr mesleğinde ise Şeyh ve Mürîd hiyerarşisi hiçbir ad altında yoktur. Bedîüzzamân bu durumu şöylece ifâde etmektedir:

“Mesleğimizin esâsı uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vâsıtalarıdır. Olsa olsa bir üstâdlık ortaya girer.”[13]

Bedîüzzamân Said Nûrsî'nin bu ifâdesi, Risâle-i Nûr mesleğinin özünün ve yapısının nasıl olması gerektiğine dâir önemli bir vurgu içeriyor.

“Peder ile evlâd, şeyh ile mürîd mâbeynindeki vâsıta değildir” ifâdesi, Risâle-i Nûr mesleğinin diğer bazı İslâmî hareketlerden ve tarîkatlardan farklı olduğunu gösterir. Birçok tarîkatta, şeyh ve mürîd arasında özel bir ilişki bulunur. Ancak Bedîüzzamân, Risâle-i Nûr mesleğinde bu tür bir hiyerarşik ilişkinin olmadığını belirtir.

“Olsa olsa bir üstâdlık ortaya girer” ifâdesi ise, bu meslekte sâdece bir öğretmen-öğrenci ilişkisi olabileceğine işâret eder. Yâni, Bedîüzzamân'ın Risâle-i Nûr mesleğindeki rolü, bir şeyhten ziyâde, bir öğretmen, bir üstâd olarak anlaşılmalıdır.

Bu, Risâle-i Nûr Talebelerinin birbirlerine üstünlük taslamamaları, kimsenin kimseye mânevî bir üstünlük iddiâsında bulunmamaları ve herkesîn birbirine kardeşçe yaklaşması gerektiğini vurgulayan bir anlayıştır. Her ne kadar Bedîüzzamân, eserlerinin yazarı ve bu mesleğin öncüsü olsa da kendini bir şeyh olarak görmüyor, sâdece bir öğretmen olarak nitelendiriyor. Bu duruş hem alçakgönüllülüğü hem de mesleğin temel ilkelerine olan sadâkâtini yansıtır.

Bir yolculukta, özellikle de karanlık ve belirsizliklerle dolu bir yolda ilerlerken, tıpkı bir fenerin ışığına ihtiyâç duyduğumuz gibi, düşünceyle dolu bu derin yolculukta da bir rehbere, bir öğretmene ihtiyâç duyarız. Bugün, basit bir şehir gezintisinde bile navigasyonun yol göstericiliğine başvuruyorsak, bu kadar karmaşık ve anlamlı bir yolculukta rehbere olan ihtiyâç kaçınılmazdır. Ancak, rehberin sözlerine SÂDIK KALMAK, yolcunun kendi özgür irâdesine bağlıdır.

Risâle-i Nûr mesleğinde herkes dersini Kur’ân’ın hakîkî bir tefsîri olan Risâle-i Nûrlardan ve en yakın talebelerinin Bedîüzzamândan naklettikleri öğretilerden alır. Risâle-i Nûr da bu mesele şöyle bildirilir:

“Tahsîldeki talebeler otorite ve disiplinle idâre edilerek okutturulur. Bedîüzzamân ise hiçbir kimseyi Risâle-i Nûr'a mecbûr etmemiş. Fakat yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak RİSÂLE-İ NÛR'DAN DERSLERİNİ ALIYORLAR. İşte böyle hârikulâde bir tedrîs, yakın ve uzak târihin hiçbir medresesinde görülmemiştir, hiçbir üniversitede rastlanmamıştır.” [14]

Risâle-i Nûr mesleğinde herkes birbirinin kardeşidir, aralarında makam, mevki, üstünlük yoktur ve aralarında istişâre ve müzâkere ederek birbirlerini tamamlarlar. Bu durum Risâle-i Nûr Külliyâtında şöyle izâh edilmektedir:

“Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyâhût mahdûd makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidâdlar namzed olurdu. Gıbtakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârâne müzâhameye medâr olamaz. OLSA OLSA, KARDEŞ KARDEŞE MUÂVİN VE ZÂHİR OLUR; HİZMETİNİ TEKMÎL EDER.”[15]

b.Zikîr ve Risâle-i Nûr'un Yaklaşımı:

Zikîr, kalbi Allâh’a yakınlaştıran, onunla bağ kurulan mânevî bir eylemdir. Tarîkat mesleği, bireyleri Allâh'a daha da yaklaştırmak için belirli zikîrler ve manevi uygulamalar teşvîk eder. Ancak Risâle-i Nûr mesleği, bu konuda farklı bir yaklaşım sergiler.

  • Tarîkat mesleğinde, kalbin Allâh’a daha da yakınlaşması için özel zikîrler ve mânevî ritüeller öne çıkar. Bu pratikler, bireyin Allâh’la daha derin bir bağ kurmasını ve O'nun sonsuz aşkını daha yoğun bir şekilde hissetmesini amaçlar.
  • Risâle-i Nûr mesleği, hakîkatin peşinde koşan bir öğretidir. Bu öğreti, tarîkatların aksine belli başlı zikîr ritüellerine, belirli bir topluluk oluşturarak zikîr yapma geleneğine ya da özgün zikîr âdetlerine sâhip değildir. Bunun yerine, bu yolda ilerleyen her birey, Allâh'ın sonsuz güzellikteki 1001 isminden dilediğini, kendi içsel yolculuğunda, dilediği kadar zikîr olarak tekrâr edebilir. Bu tamamen kişisel bir çaba ve samîmi bir arayışın ürünüdür. Risâle-i Nûr öğretisinde, belirli günlerde, saatlerde veyâ yerlerde özel âyetleri okuma ya da belirli sayıda nâfile namâz kılma gibi kesîn ritüel önerileri bulunmaz (“Şu günde, şu saatte, şu yerde, şu âyetleri, şu duâları oku, şu nâfile namâzları şu kadar rekât kıl” gibi bir söylemler bulunmaz). Buradaki her eylem, bireyin kendi içten gelen özel gayretine bağlıdır.

Risâle-i Nûr Talebeleri, kendi mânevî yolculuklarında belirli bir “vird” ya da özel duâların sık sık tekrârlanması gibi geleneklere sâhip midir?

Risâle-i Nûr Talebelerinin öncelikli ve birincil amacı ve görevi, Risâle-i Nûr'ları sâdece okumakla kalmayıp aynı zamânda içerisinde bulunan hakîkatleri yaşayarak ve diğer insânlara aktararak anlamaktır. Risâle-i Nûr'lar, kişinin Allâh'ı tefekkür etmesini, O'nu anlamasını ve O'nun eşsiz hikmetini gözlemlemesini sağlayan geniş bir eser külliyâttır. Hem neredeyse her sayfasında Allâh'ın o muhteşem 1001 isminden birkaçını bulmak mümkündür. İşte bunlar da okuyanın zikîr yapma, murâkabe gibi ihtiyâcını zâten yeterince gidermektedir.

Risâle-i Nûr Talebelerinin, Peygamberimiz (asm) ile bağlantılı olan “Cevşenu’l-Kebîr” adında Allâh'ın o hep güzel 1001 isminin anıldığı duâ kitâbı ile “Büyük Cevşen” olarak bilinen “Hizbu’l-Envâri’l-Hakâikı’n-Nûrîye” adlı muazzâm bir duâ kitâbı bulunmaktadır. Risâle-i Nûr Talebeleri, Risâle-i Nûr'un derinliklerini araştırmak ve anlatmak için harcadıkları zamânın dışında boş zamân bulabilirlerse, bu duâları da okuma alışkanlıkları vardır.

Bunun yanı sıra, bir Risâle-i Nûr Talebesi'nin günlük rutini, Kur'ân'dan bir cüz okumayı ve Yâsîn, Rahmân, Mülk (Tebâreke) ve Neb’e (Amme) sûrelerini içerir. Bununla birlikte, namâzlarını tamamladıktan sonra özellikle tavsiye edilen her namaz sonrası okunan tesbihâtlarını yaparlar.

İbâdetle ilgili olarak, sünnetleri en üst düzeyde uygulamaya çalışırlar. Özellikle gece namâzı (teheccüd namâzı), sabahın erken saatlerinde kılınan dûhâ (kuşluk) namâzı ve akşam namâzından sonra kılınan evvâbin namâzına büyük önem verirler.

Genelde, hakîkat mesleğine girmiş hemen hemen tüm Risâle-i Nûr Talebeleri bu okuma ve ibâdet alışkanlıklarını düzenli olarak sürdürme konusunda oldukça özenlidir. Bu, onların günlük rutinlerinin ayrılmaz bir parçasıdır ve her bir Talebe bu görevleri büyük bir sadâkatle yerine getirmeye çalışır.

c.Nefs Terbiyesi ve Risâle-i Nûr Mesleği

  • Tarîkat mesleğinde, bireyin iç dünyâsını dengeleyip, tutkularını ve arzûlarını kontrol altında tutmasını sağlamak amacıyla bir dizi ritüel ve uygulama sunar. Örneğin, belirli zamanlarda özel zikîrler yapılması, belirli günlerde oruç tutulması veyâ tasavvufî müzik dinlenerek derin bir içsel huzûra erişilmesi bu uygulamalardan bazılarıdır. Bu ritüeller ve uygulamalar, bireyin nefsini terbiye etmesine ve mânevî bir olgunluğa ulaşmasına yardımcı olur.
  • Risâle-i Nûr mesleği bu yaklaşımı biraz farklı ele alır. Bu meslekte, takvâ,[16] yâni Allâh'tan sakınma ve O'na derin bir saygı duyma en ön plânda tutulur. Risâle-i Nûr Talebeleri için, bu takvâ bilincini yaşamak ve korumak hayâtî bir öneme sâhiptir.

Bu, onların günâhlardan ve kötülükten kaçınmalarının yanı sıra, İslâm'ın özünde bulunan değerlere ve sünnete sıkı sıkıya bağlı kalmalarını da gerektirir. Onlar için en yüksek ahlâkî standartları benimsemek, sâdece bir tercih değil, aynı zamânda bir zorunluluktur.

“Risâle-i Nûr şâkirdlerinin bu zamânda en mühim vazîfeleri, tahribâta ve günâhlara KARŞI TAKVÂYI ESÂS TUTUP davranmak gerektir.”[17]

“Risâle-i Nûr dâiresinde sadâkât ve hizmet ve takvâ ve içtinâb-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sâhib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvâda, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.”[18]

"Risâle-i Nûr dâiresine, sadâkât ve hizmet ve takvâ ve içtinâb-ı kebâir derecesiyle, o ulvî ve küllî ubûdiyete sâhib olur”[19]

Risâle-i Nûr'un özünde, dinî yaymada, sünnete uygun ibâdetlerde ve büyük günâhlardan kaçınmada Kur'ân'ın gösterdiği yolda görevli oldukları inâncı bulunur.

“Risâle-i Nûr gerçi umûma teşmîl sûretiyle değil; fakat her halde hakîkat-ı İslâmiyenin içinde cereyân edip gelen esâs-ı velâyet ve esâs-ı takvâ ve esâs-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Senîyye gibi ince fakat ehemmiyetli esâsları MUHAFAZA ETMEK, BİR VAZİFE-İ ASLİYESİDİR.”[20]

“Risâle-i Nûr şakirdlerinin BU ZAMÂNDA EN MÜHİM VAZÎFELERİ, tahribâta ve günâhlara karşı takvâyı esâs tutup davranmak gerektir.”[21]

Bu meslek, talebesinin dünyevî amaçlar için Risâle-i Nûr'a yönelmesini değil, tamâmen mânevî bir amacı benimsemesini ister.

“Risâle-i Nûr'un hakikî şakirdleri, neşriyât-ı dinîyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibâdetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvâlarında, KUR'ÂN HESÂBINA VAZİFEDÂR SAYILIRLAR. İnşâAllâh riyâ olmaz. MEĞER Kİ, RİSÂLE-İ NÛR'A BAŞKA BİR MAKSAD-I DÜNYEVİYE İÇİN GİRMİŞ OLA.”[22]

Erkek ya da kadın fark etmeksizin, haram olan bir şeye yönelmek, hatta onu hayâllerinden geçirmek bile bu talebeler için düşünülemez bir durumdur. Onların bu konudaki en büyük ilhâm kaynakları, "İlmin izzetini muhâfaza etmek, beni baktırmıyor"[23] diyen üstadlarıdır. Yâni bir Risâle-i Nûr Talebesi, eğer gerçekten bu hakîkatleri içselleştirmişse, harama yönelmekten alıkonulur; çünkü onun içindeki derin bilinç ve anlayış, bu tür eylemlere izin vermez. “Beni baktırmıyor” ifâdesi zâten bunu anlatmaktadır.

Beni baktırmıyor” ifâdesinden de anlıyoruz ki hakîkat mesleğinde bu ilmi içselleştiren bir talebe bakamaz, baktırılmaz ve onun âlemi hep tefekkür boyutlu olduğu için bu hakîkat kahramânının baktığında gördüğü yüzeyde görünenler değil hep başka boyutlardaki görüntülerdir. Bu, her şeyin ötesindeki derin anlamlara odaklanmış bir zihniyetin ürünüdür.

Hakîkat yolunda seyâhat eden bir Nûr Talebesi, özünde taşıdığı kutsal bir görevin bilincindedir. Onun bu birincil görevi, günümüzde “ilâ-yı Kelimâtullâh”[24] olarak bilinen ve inâncın korunması, güçlendirilmesi anlamına gelen "îmân kurtarmak" hizmetidir. Bu uğurda, sâdece dünyevî hayâtını değil, gerekirse öteki dünyâdaki hayâtını bile fedâ etmeye hazır bir rûh hâliyle yaşar. Onun bu adanmışlığı, hem iç dünyâsındaki inânca olan bağlılığı hem de toplumun inâncını koruma arzûsundan kaynaklanır.

Bu ulvî ve birincil vazîfeyi yerine getirebilmek için, Nûr Talebesi, hakîkatleri özünde derinlemesine yaşama gâyesiyle hareket eder. Bu hakîkatleri nefsinde, kalbinde, düşüncelerinde ve eylemlerinde tam anlamıyla tecelli ettirmek için gereken tüm olumlu özellikleri ve bilgileri kazanma konusunda sürekli bir çaba içindedir. Bu yolculuğunda, rehber olarak Üstadını örnek alır. Çünkü onun için Üstad, sâdece bir öğretmen değil, aynı zamanda yaşanmış tecrübeleri ve bilgeliğiyle bir kılâvuzdur.

“Ben cem'iyetin îmân selâmeti yolunda ÂHİRETİMİ DE FEDÂ ETTİM. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem'iyetin, yirmi beş milyon Türk cem'iyetinin îmânı nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. KUR'ÂNIMIZ YERYÜZÜNDE CEMAATSİZ KALIRSA CENNET'İ DE İSTEMEM; orası da bana zindân olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa râzıyım. Çünki vücûdum yanarken, gönlüm gül-gülistân olur.”[25]

sözleri, Nûr Talebesi için bir ilhâm kaynağıdır. Bu sözler, ona toplumun inâncını koruma ve güçlendirme adına yapılabilecek fedâkârlıkların sınırlarını gösterir. Bu dersler, onun rûhuna derinlemesine işlemiş ve hayâtının her anında ona rehberlik etmiştir.

Nûr Talebesi'nin rûhundaki derin bilinç ve seyâhati, onu hakîkat yolunda kahramânlaştırır. O, nefsinde barındırdığı kudreti, alınan öğretileri ve tecrübeleriyle birleştirerek kendini yetiştirir. Bu öğretileriyle, iç dünyâsını tam bir uyum ve denge içinde terbiye eder. Bu derin içsel yolculuğu ve sürekli öğrenme arzûsu sâyesinde, hakîkat mesleğinde parlayan bir yıldız hâline gelir. Onun bu özgün yolculuğu, sâdece kendi iç dünyâsı için değil, etrafındakiler için de ilhâm verici bir ışık oluşturur. Bu, sıradan bir başarı hikâyesi değil, rûhun en derinlerinde gerçekleşen bir dönüşümün hikâyesidir. Bu dönüşüm, onu sâdece bir öğrenci olmaktan çıkarıp, hakîkat mesleğinin gerçek bir kahramânı yapar.

d.Tarîkat Mesleği, Sûfî Geleneği, Hakîkat Mesleği ve Eşyânın Hakîkati:

* Tarîkat mesleği, sufîzmin etkisi altındadır ve bu geleneğin öğretilerini, ritüellerini ve pratiğini tâkip eder. Sufî geleneği, bireyin Allâh'a olan yakınlığını artırmak, nefsi terbiye etmek ve mânevî mertebeleri yükseltmek için çeşitli yöntemler önerir.

* Hakîkat mesleği, belirli bir tarîkatın öğretileri veyâ ritüelleri yerine, İslâm'ın temel gerçeklerine odaklanır: Allâh’ın varlığı gibi, ahiretin vücûdu gibi, öldükten sonra maddî bedeniyle tekrârdan diriliş gibi, kaderin gerçek anlamı gibi, rûhun varlığı gibi, hayâttan amacın ne olduğu gibi, felsefenin temel meselesi olup asırlardır cevâplamaya çalıştığı “nereden geldik”, “niye geldik” ve “nereye gidiyoruz” sorularına cevâplar vermek gibi vs.

Bu yaklaşım, eşyânın hakîkatini - yâni varlıkların gerçek doğasını ve amacını - anlamaya çalışır. Hakîkat mesleğinde bu anlama öyledir ki tefekkürün[26] derinliklerine girerek en küçük bir delik bırakmadan aklı, kalbi, rûhu ve hatta diğer mânevî duygularını (sır gibi) tam tatmîn ettirir. İşte buna İslâmî literatürde “yakîn” denir. Zîrâ yakîn, “aklın sübûtu nefsi sükûnu” olarak tanımlanır.[27] Hakîkat mesleğinde olan bir kimse eşyânın hakîkatine daldıkça[28] yakîne daha çok yaklaşır. Hazret-i Ali’nin (ra) “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyâdeleşmez”[29] ifâdesi bu sözlerimizi ispât ettiği gibi onun da bu hakîkat mesleğinin bir kahramânı olduğunu gösterir.

3.ZAMÂN HAKİKÂT ZAMÂNI:

  • “Risâle-i Nûr mesleği tarîkat değil, hakîkattir; sahâbe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zamân, tarîkat zamânı değil, îmânı kurtarmak zamânıdır.”[30]
  • “Belki yanıma gelen herkese demişim: Îmân lâzım, İslâmiyet lâzım; tarîkat zamânı değil.”[31]
  • "Tarîkat zamânı değil belki îmânı kurtarmak zamânıdır. Tarîkatsız cennete giden pek çok fakat îmânsız cennete girecek yok. Onun için îmâna çalışmak zamânıdır."[32]

Bedîüzzamân Said Nûrsî’nin, insânlığın bu son döneminin sosyal, kültürel ve siyasî şartlarına cevâp olarak "Zamân tarîkat zamânı değildir, hakîkat zamânıdır" ifâdesini ortaya koyuşu, modern dünyânın karşılaştığı zorluklara karşı bir rehberlik niteliği taşır. Said Nûrsî'nin bu dikkât çekici ifâdesi, onun tarîkatların değerlerine ve pratiğine karşı olmadığını, ancak yaşanan zamânın meydân okumalarına karşı İslâm'ın temel hakîkatlerini savunmanın öncelikli olduğunu belirttiğini gösterir. Aslında bu, onun Risâle-i Nûr eserlerinde de sıklıkla vurguladığı bir perspektiftir; bu eserler, Kur'ân'ın temel hakîkatlerini bilimsel, mantıklı ve rasyonel bir dilde ele alır. Bu durumu, Bedîüzzamân'ın şu sözleriyle daha da netleştirebiliriz:

“Bu zamânda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve îmânın zedelenmesidir. Bunun çâre-i yegânesi: nûrdur,[33] nûr göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, îmânlar kurtulsun.”[34]

Bu ifâde, modern çağın getirdiği sekülerizm,[35] materyalizm[36] ve ateizm[37] gibi düşüncelerin İslâm'ın temel inânçlarına olan tehdidini belirtmektedir. Bedîüzzamân, bu tehlikelere karşı İslâm'ın nûrunu yâni aydınlatıcı hakîkatinin ortaya konması gerektiğini vurgulamaktadır.

Söylediği bir diğer önemli söz olan:

“Eğer Şeyh Abdûlkâdir-i Geylanî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve Îmâm-ı Rabbânî (ra) gibi zâtlar bu zamânda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi.”[38]

ifâdesiyle de, bu dönemin önceliklerinin ne olması gerektiğine dikkât çekiyor. En büyük tarîkatların en büyük önderleri olan bu büyük zâtların bile eğer bu dönemde yaşasaydılar, onların da temel hakîkatleri savunacaklarına işâret ediyor.

Tarîkat mesleği mensûbunun "Ne yâni siz hakîkatsiniz, biz hakîkat değiliz de yalan mıyız?" şeklinde bir tepki sorusu olabilir. Bu, tarîkat mesleğindeki o kişinin, Bedîüzzamân'ın ifâdesini yanlış yorumlamasından kaynaklanan bir yanılgıdır. Bedîüzzamân'ın bu ifâdeleri, tarîkatların değersiz ya da yanıltıcı olduğunu belirtmek için değil, bu dönemin zorluklarına ve toplumun karşılaştığı ideolojik mücâdelelere cevâp olarak ortaya konmuştur. Bedîüzzamân, tarîkatları değersizleştirmek veyâ reddetmek istememiştir. Bilâkis Mektûbât adlı eserinde (Yirmi Dokuzuncu Mektûb'un Dokuzuncu Kısmı) tarîkatın hakîkati ve sırları, velâyetler, kalbin işlemesi, zikrin ne olduğu gibi tasavvûf ve tarîkata âit birçok hakîkatleri bildirmiştir. Bunu da kendisi şöyle ifâde etmektedir:

“Tarîkatların hakîkatlarını ilmen beyân eden Telvihât Risâlesi var ki, bir ders-i hakîkattır ve yüksek bir ders-i ilmîdir”[39]

O, dönemin zorlukları karşısında İslâm'ın temel inânçlarını savunmanın öncelikli olduğunu belirtmek istemiştir. Bir insânın iç dünyâsını geliştirmeye yönelik tarîkat pratiğinin yanı sıra, esâsta toplumun geneli için İslâm'ın temel hakîkatlerinin savunulması gerektiğine vurgu yapmıştır.

İslâm'ın temel hakîkatlerinin toplum genelinde savunulması gerektiği anlamına gelirken, tarîkatların önemini de göz ardı etmez. Her iki yaklaşımın da İslâm'ın geniş yelpazesinde önemli bir yere sâhip olduğunu kabûl ederek, birinin diğerine üstün olduğunu söylemek yerine, farklı dönemlerin farklı ihtiyâçlara sâhip olduğunu anlamak gerekmektedir.

4.RİSALE-İ NÛR VE GELENEKSEL TARÎKAT: “'BESMELE”'NİN FARKLI YORUMLARI:

İslâm dünyâsında "Besmele" kavramına yaklaşımların farklılığı, özellikle Risâle-i Nûr yaklaşımı ile geleneksel tarîkat yaklaşımı arasında belirginleşmektedir. Risâle-i Nûr yaklaşımı, özellikle Bedîüzzamân Said Nûrsî'nin eserleriyle öne çıkar, bu yaklaşım, Besmele'yi aklî ve mantıkî bir perspektiften ele alarak kâinatın derin anlamını ve düzenini yansıttığını vurgular. Öte yandan, geleneksel tarîkat yaklaşımı, bireyin mânevî deneyimlerine ve iç hallerine odaklanarak Besmele'nin derin anlamlarına ulaşmaya çalışır. Bu iki yaklaşım, Besmele'nin anlamı, işlevi ve hayattaki yeri hakkında farklı perspektifler sunmaktadır.

Hakîkat mesleği olan Risâle-i Nûr’un “Besmele” kavramını Birinci Söz’de ele alış şekliyle, tarîkat mesleği yolcusunun ele alış şeklini kıyâs ettiğimizde hakîkat ve tarîkat mesleğindeki yaklaşımların, bu konunun işleniş şeklinde farklılıklar olduğu görülecektir. Bedîüzzamân Said Nûrsî'nin Risâle-i Nûr Külliyâtı'ndaki yaklaşımı, geleneksel tarîkat yaklaşımından bazı önemli yönleriyle ayrılır. Tarîkatlar, bireyin mânevî ilerleyişi için belirli bir metot ve silsile (zincir) üzerinden gitmeyi teklif ederken, Risâle-i Nûr, özellikle modern çağın getirdiği sorunlara ve şüphelere karşı îmânın kurtarılması ve yeniden tesis edilmesi üzerine yoğunlaşır. Bedîüzzamân'ın Besmele üzerine yaklaşımında da bu farkı görmek mümkündür:

a.Hakîkat Mesleğinde (Risâle-i Nûr yaklaşımı): Bu yaklaşım, Besmele'yi daha çok aklı ve mantığı tatmin edecek bir şekilde ele alır. Besmele'nin içerdiği evrensel gerçeklere ve her şeyin Allâh'ın adıyla nasıl başladığına dikkât çeker. Özellikle "Birinci Söz"de, her varlığın bir dil ile Allâh'ı zikrettiği ve her şeyin bir görevi olduğu belirtilir. Bu, kâinattaki her bir varlığın, besmele ile başlaması gereken bir işlevi olduğu anlamına gelir. Bu yaklaşım, Besmele'nin sâdece dudaktan okunan bir ifâde olmadığını, aynı zamânda evrenin derin bir anlamını ve düzenini yansıttığını vurgular.

Birinci Söz’de Bedîüzzamân, "Bismillâh" (Besmele) kelâmını ele alır ve onun mânâsını, önemini ve bize sunduğu derin hakîkatleri açıklar. Bismillâh'ın hakîkatini anlamaktan bahsettiğinde, bu ifâdenin yüzeydeki anlamının çok ötesinde, içerdiği derin mânevî gerçeklikleri, sırları ve öğretileri kastetmektedir.

Besmele, "Bismillâhirrahmânirrahîm" şeklinde tamamlanan Arapça bir ifâdedir ve tam olarak Türkçe'de karşılığı olmayan bu kutsî kelâm "Rahmân ve Rahîm olan Allâh'ın adıyla" şeklinde çevrilmektedir. Ancak " Bismillâhirrahmânirrahîm " ifâdesi, sâdece bu çevirinin ötesinde, Allâh'ın adının ve sıfâtlarının, yaratılan her şeydeki etkisini, varlığımızdaki ve evrendeki her şeyin var olma sebebini, hayâtımızdaki her eylemin O'nun rızası doğrultusunda yapılmasının önemini ve daha birçok derin mânâyı kapsar.

Bedîüzzamân'ın bu ifâdeye atıfta bulunarak "Bismillâh'ın hakîkatini" keşfetmeye çalışması, Besmele'nin sâdece dilde değil, kalpte de derinlemesine anlaşılmasını ve hayâtın içinde bu anlayışla hareket edilmesini teşvîk eder. Bu, İslâmî bir anlayışla, her eylemin başında Allâh'ı anma, O'NUN RIZASINI ARAMA ve O'nunla ilişki kurma pratiğine vurgu yapar.

Kısacası, Bedîüzzamân'ın "Bismillâh'ın hakîkatini" anlamaktan bahsetmesi, bu mukaddes ifâdenin sâdece dilde değil, tüm varlıkta, eylemlerde ve düşüncede nasıl yaşanması gerektiğine dâir derin bir anlayış ve idrâki ifâde eder.

b.Tarîkat Mesleğinde: Tarîkatlar, genellikle bireyin mânevî deneyimlerini ve içsel hallerini derinleştirmeyi amaçlar. Bu nedenle, Besmele'yi ele alış biçimleri, bireyin Allâh'a olan bağını güçlendirmek, kalbini arındırmak ve nefsiyle mücâdele etmek üzerine yoğunlaşır. Besmele, bu yaklaşımda, bireyin Allâh'a olan içsel yönelişini ve teslîmiyetini simgeler. Zikîr pratiği, nefes çalışmaları ve murâkabe gibi yöntemlerle Besmele'nin derin anlamlarına ulaşmaya çalışılır.

Geleneksel tarîkat pratiğinde "Bismillâh" gibi zikîrler, belirli bir silsile ve metot dâhilinde, belli sayıda ve belirli zamânlarda tekrârlanarak bireyin mânevî derinliğe ulaşması hedeflenir. Bu pratiğin amacı, zikreden kişinin kalbinin Allâh'ı anmaya alışması, nefsinin terbiye edilmesi ve mânevî bir yükseliş yaşamasıdır.

Bedîüzzamân Said Nûrsî'nin yaklaşımı ise bu geleneğin dışında bir yol izler. O, zikrin sâdece tekrâr üzerinden değil, aynı zamânda derin tefekkür ve kavramın gerçek anlamını anlama üzerinden de gerçekleşebileceğini vurgular. Risâle-i Nûr'da, "Bismillâh"ın ya da diğer âyetlerin ve kavramların derinlemesine analizini yaparak, okuyucunun bu kavramları sâdece dilde değil, aynı zamânda akılda ve kalpte de zikretmesini teşvîk eder.

Bu yaklaşıma göre, "Bismillâh"ın gerçek anlamını kavrayarak, onun içerdiği hakîkatleri tefekkür ederek ve BU ANLAMI HAYÂTIN HER ALANINDA YAŞAYARAK, bireyin mânevî bir derinlik kazanması mümkündür. BU, SÂDECE DİLDE TEKRÂR ÜZERİNDEN DEĞİL, AYNI ZAMÂNDA BİLGİ, ANLAMA VE YAŞANTI ÜZERİNDEN DE BİR ZİKÎR ANLAYIŞIDIR.

5.BİR MESELENİN HAKİKÂTİNİ BİLMENİN KALP VE RÛH ÜZERİNDEKİ GELİŞİM ETKİSİ (TEKÂMÜL):[40]

“Eşyânın hakîkatini bilmenin akılda bir gelişim meydâna getirdiğini anlamak zor değildir. Bu gâyet normal ve görünen, yaşanan bir durumdur ama kalp, rûh ve insânın diğer mânevî duygularında gelişim sağlamasına ve bu şekilde insânın nasıl tekâmül sağladığına” dâir sorular insânın aklına takılabilir.

“Eşyânın hakîkatine varmak”, bir şeyin ya da konunun gerçek anlamını, özünü ve derinliğini kavramak anlamına gelir. Eşyânın hakîkatine varabilme, insânın hayâtındaki mânevî ve dinî gelişimini, nefs terbiyesini ve içsel huzûru etkiler. İşte bu konuda bazı düşünceler:

a.Nefs Terbiyesi: Eşyânın hakîkatine varmak, nefsin arzûlarını ve tutkularını kontrol etmekte önemli bir role sâhiptir. Hakîkate ulaşma süreci, insânın kendi içsel istekleriyle başa çıkmasına yardımcı olur, çünkü bu süreç, dünyâ hayâtının geçiciliğini ve âhiret hayâtının ebedîyetini hatırlatarak nefsin aşırılıklarından uzaklaşmayı teşvîk eder.

b.Mânevî Derinlik: Hakîkatin peşinde koşmak, kalbin derinliklerine dokunur. Bir birey eşyânın gerçek anlamını kavradığında, bu onun mânevî yaşamında daha derin bir kavrayış ve anlayışa sâhip olmasına yardımcı olur.

c.Dünyâ ve Âhiret Bilinci: Eşyânın hakîkatini kavramak, dünyânın geçiciliği ve âhiretin kalıcılığı hakkında daha keskin bir bilince sâhip olmayı teşvîk eder. Bu, bir bireyin hayatındaki öncelikleri belirlemesine ve bu önceliklere göre hareket etmesine yardımcı olur.

d.Kalbin Yumuşaması: Hakîkate ulaşma süreci, kalbi yumuşatır. Eşyânın hakîkatine varıldığında, insânlar arasındaki ilişkilerde daha anlayışlı, hoşgörülü ve şefkâtli olma eğilimi vücûda gelir.

e.Duâ ve İbâdette Derinlik: Eşyânın hakîkatini kavrayan bir kişi, duâ ve ibâdetlerinde daha derin bir huzûr ve konsantrasyon yaşar. Bu, ibâdetlerin kalitesini artırır ve onları daha anlamlı kılar.

f.Tefekkür ve Düşünce: Eşyânın hakîkatine varma süreci, tefekkürü teşvîk eder. Bu, bireyin dünyâ ve kâinat hakkında daha geniş bir perspektife sâhip olmasını sağlar ve mânevî gerçekliklere daha derin bir şekilde bağlanmasına yardımcı olur.

Verilecek cevâplarla ilgili olarak “Bunun bilimselliği ve mantıksal bir açıklaması var mıdır” diye soruda akla takılabilir. "Eşyânın hakîkatine varmanın" kalp ve rûh üzerindeki etkisini bilimsel ve mantıksal bir perspektiften de ele alalım:

a.Bilişsel[41] İşlem ve Kavrayış: Eşyânın hakîkatine varmak, bilişsel derinlik gerektirir. Beyin, karmaşık bilgiyi işlediğinde, nöral bağlantıları güçlenir. Bu tür bir bilişsel uygulamanın, öğrenme ve hafıza yeteneklerini geliştirdiği bilimsel olarak belgelenmiştir. Dinî ve mânevî konularda, bu tür bir kavrayış, inânçların daha bütünleşik ve tutarlı hâle gelmesine yardımcı olur.

b.Emosyonel[42] Derinlik: Hakîkate ulaştığında, bireyin duygusal bağlantısı da artar. Bu, derin bir anlayışın, duygusal tatmini ve yaşamdan alınan anlamı artırabileceği anlamına gelir. Duygusal derinliğin, stresle başa çıkmada ve duygusal dayanıklılıkta olumlu etkileri olduğu bilinmektedir.

c.Nöroplastisite[43] ve Beyin Yapısı: Eşyânın hakîkatine derinlemesine odaklanmak, beynin yapısında ve işleyişinde değişikliklere yol açar. Nöroplastisite, beynin deneyimlere tepki olarak nasıl değişebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır. Derin düşüncenin (tefekkürün), beynin bazı bölgelerini (örneğin prefrontal korteks) güçlendirebileceği ve stresle ilişkilendirilen bölgeleri (örneğin amigdala) azaltabileceği gösterilmiştir.

d.Motivasyon[44] ve İçsel Ödüllendirme: Eşyânın hakîkatini kavradığında, bu anlayışın birey için ödüllendirici olduğu gözlemlenmiştir. Bu, dopamin gibi nörotransmitterlerin salgılanmasıyla ilişkilendirilen beynin ödül mekanizmalarını harekete geçirir. Bu, bireyin mânevî uygulamalara daha fazla zamân ayırma motivasyonunu artırır.

e.Topluluk ve Sosyal Bağlantı: Eşyânın hakîkatine varma çabası genellikle bir topluluk veyâ grupla paylaşılır. Bu tür sosyal etkileşimler, oksitosin salgılanmasını teşvîk ederek sosyal bağlantıyı ve âidiyet duygusunu güçlendirir.

6.RİSÂLE-İ NÛR MESLEĞİ VE POPÜLER BİLİM:

Bedîüzzamân Said Nûrsî'nin "zamân hakîkat zamânıdır" söylemi ve Risâle-i Nûr Mesleği, popüler bilim açısından değerlendirildiğinde şu başlıklar altında incelenebilir:

a.Mevcût Dönemin Gerçekleri: Bedîüzzamân, "zamân hakîkat zamânıdır" ifâdesiyle, yaşadığımız dönemin sosyal, kültürel ve bilimsel şartlarına bir cevâp vermiştir. 20. yüzyılın başlarında, bilim, teknoloji ve modern felsefeler hızla ilerlemekte, bu da toplumların düşünsel ve kültürel yapısını derinden etkilemekteydi. Said Nûrsî, İslâm'ın temel inânçlarının bu değişen dünyâda, bilimsel ve mantıklı bir dilde savunulmasının gerekliliğini vurgulamıştır.

b.Rasyonel ve Bilimsel Yaklaşım: Risâle-i Nûr Mesleği, popüler bilimin dilini ve yöntemini kullanarak, İslâmî inânçları ve değerleri çağdaş insânın anlayabileceği bir dilde ele alır. Bu, Risâle-i Nûr'un modern insânın zihnine hitâp edebilmesini sağlar. Bedîüzzamân, Kur'ân'ın hakîkatlerini bilimsel bir dille ele alarak, îmân esâslarının rasyonel bir temele dayandığını göstermeye çalışmıştır.

c.Tarîkat ve Hakîkat Arasındaki Denge: Bedîüzzamân'ın bu yaklaşımı, tarîkatların değersiz ya da yanıltıcı olduğu anlamına gelmez. Ancak o, dönemin şartlarında İslâm'ın temel hakîkatlerinin toplum genelinde daha aktif bir şekilde savunulması gerektiğini belirtmiştir. Bu, tarîkatların bireyin iç dünyâsını geliştirmeye yönelik uygulamalarından ziyâde, dinî hakîkatlerin genel toplum tarafından anlaşılıp kabûl edilmesi için çalışma yapılmasının önemine vurgu yapmaktadır.

d.İçsel Dönüşüm ve Toplumsal Dönüşüm Arasındaki İlişki: Tarîkatlar genellikle bireysel içsel dönüşümü vurgularlar. Bununla birlikte, Bedîüzzamân, toplumsal dönüşümün de önemli olduğuna inânmaktadır. Risâle-i Nûr, bireyin içsel dönüşümünün yanı sıra, toplumun da bu dönüşümü yaşamasını hedefler.

SON SÖZ;

“Ey kardeş! Benden birkaç nasîhât istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakîkati nefsimle berâber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyâde nasîhâte muhtâç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifâde ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve âvâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse berâber dinlesin.”

Dikkât edilirse; Bedîüzzamân bu ifâdeyi, Risâle-i Nûr Külliyâtının birinci kitâbı olan “Sözler” şâheserinin ilk sayfasının en başına yerleştirmiştir. Yâni bir nevî “Serlevha”dır,[45] yâni Risâle-i Nûr’u bir şehre benzetirsek, bu şehrin ilk kapısındaki girişine yazılı, kısa fakat içerikli bir bilgilendirmedir. Bu memlekette nasıl gezileceği, nasıl hareket edilmesi gerektiği, istifâde için nelere dikkât edilmesi gerektiği, nelerle karşılaşılacağını bildirilmektedir. Orada derki:

“Ey şehrimizi ziyâret etmek isteyen zât (“istedin” kelimesi buna işârettir). Memleketimize gelen herkesi bir kardeş olarak karşılarız (“Ey kardeş” buna işârettir). Eğer iyi ve doğru bir niyetle geldiysen (“nasîhât istedin” sözü buna işârettir) bu memleketteki kapılar sana açılacaktır (“birkaç hakîkat” ifâdesi bunu anlatır). Öyle ki sen bir isteyeceksin, burada birden fazlasını alacaksın (ikinci “birkaç” kelimesi buna işârettir) ve iştiyâkın artıp daha da isteyeceksin (ilk “birkaç” kelimesi de buna işârettir). Başka şehirlerde sana “bir şey” verilirken bu memlekette sana “birden fazlası” verilecektir (tekrâr ikinci “birkaç” buna bakıyor).[46]

Eğer doğru bir niyetle gelmediysen, memleketimizin ancak sokaklarında dolaşabileceksin (sâdece cümleleri okur, sayfalarını çevirirsin o kadar. Hatta belki sana sıkıntı da gelir, çünkü o senden sıkılır), şehrimizin binâlarının kapıları sana açılmaz, zîrâ bu şehirin binâlarına senin niyetindekiler “içeri buyur” edilmez (“asker olduğun için” ifâdesi buna işârettir. Çünkü burada, “asker ciddiyetiyle muhâtap olmalısın, ‘askerî ciddiyeti olmayanlara’ kapılar açılmaz” denmektedir. Bedîüzzamân bu ifâdeyi “birinci talebem” dediği Hulûsi Yahyagil’e hitâben söylemiştir. Fakat bunu husûsî bırakmayıp buraya da alması sözün sâdece Hulûsi Yahyagil’e âit olmadığını göstermektedir.).[47]

Bu memlekette, iyi ve doğru bir niyetle “nasîhât” isteyene “hakikât” verilir. Sen bir asker rûhuyla ve tâlimât almış gibi bu hakikatleri dinler ve tâlim edersen (yâni “askerî bir disiplin içinde, derinlemesine anlayıp onları yaşarsan” demektir. En başta “nasîhât” kelimesini kullanıp birkaç kelimeden sonra tekrâr nasîhât ı kullanmayıp “hakîkat” kelimesini kullanmasının bir sebebi de budur) bu memleket binâlarının kapıları sana açılmaya başlayacaktır (“birkaç hakîkat” ifâdesi buna işârettir). Bu memleketten istifâde etmek ve her bir binânın içine girip oradaki eşyâdan bizzât istifâde edebilmek için kılavûzun Risâle-i Nûr olacaktır (“Benden …. İstedin” ve “nefsimle berâber dinle” ifâdeleri berâberce buna işârettir. Yâni “sen benden istiyorsun ama ben de Risâle-i Nûrları okuyorum. Ben istifâde ediyorum[48] çünkü bu hakîkatleri nefsime söylüyorum, sen de öyle yaparsan istifâde edersin” demek istiyor). Ben de Risâle-i Nûr şehrinin bir mensûbuyum gel benimle gez (“berâber” kelimesi buna işâret eder).

Bu şehirde rahat dolaşarak istifâde etmek istiyorsan bu memleketin kurâllarına (“askerlik temsîlâtıyla” sözü buna bakıyor) bir disiplin içinde uyman gerekir. Eğer disipline uyarsan bu memleketin mensûbiyeti[49] de (Risâle-i Nûr Mesleğine, Nur Talebeliğine giriş) sana verilir (“berâber dinle” ifâdesinin bir mânâsı da buna bakıyor. Cümlenin başında “nasîhât” istendiği yazılırken, “birkaç hakîkatın” verilmesi de bunu göstermektedir. Çünkü başta nasîhât isteyerek iyi niyetle geldiği için “kardeş” olarak karşılandı, fakat sonra nasîhâtleri, bir asker ciddiyetinde dinleyip bir asker gibi de tâlim edince kendisine hakîkatler açıldı ve mensûbiyet verildi).

Bu memlekette “benlikle” gezilmez (cümlede “nefs” kelimesinin kullanmasının bir sebebi de budur), öyle gezmeye kalkarsan kimse sana yardım etmez (yâni enâniyet, makam, şöhret, unvân bu memlekette sökmez, îtibâr görmez, hakîkatler de sana açılmaz), hem ben dâhi sana eşlik etmem (“berâber” kelimesine zıt manasıyla bakıldığına bu anlaşılıyor).”

ÖZETLE:

“Ey kardeş! Benden birkaç nasîhât istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakîkatı nefsimle berâber dinle.”

“Ey şehrimizi ziyâret etmek isteyen zât. Memleketimize gelen herkesi bir “kardeş” olarak karşılarız. Eğer iyi ve doğru bir niyetle geldiysen bu memleketteki kapılar sana açılacaktır. Öyle ki sen bir isteyeceksin burada birden fazlasını alacaksın ve iştiyâkın artıp daha da isteyeceksin. Başka şehirlerde sana “bir şey” verilirken bu memlekette sana “birden fazlası” verilecektir.

Eğer doğru bir niyetle gelmediysen, memleketimizin ancak sokaklarında dolaşabileceksin, şehrimizin binâlarının kapıları sana açılmaz, zîrâ bu şehirin binâlarına senin niyetindekiler “içeri buyur” edilmez.

Bu memlekette, iyi ve doğru bir niyetle “nasîhât” isteyene “hakikât” verilir. Sen bir asker rûhuyla ve tâlimât almış gibi bu hakikatleri dinler ve tâlim edersen bu memleket binâlarının kapıları sana açılmaya başlayacaktır. Bu memleketten istifâde etmek ve her bir binânın içine girip oradaki eşyâdan bizzât istifâde edebilmek için kılavûzun Risâle-i Nûr olacaktır. Ben de Risâle-i Nûr şehrinin bir mensûbuyum, gel benimle gez.

Bu şehirde rahat dolaşarak istifâde etmek istiyorsan bu memleketin kurâllarına bir disiplin içinde uyman gerekir. Eğer disipline uyarsan bu memleketin mensûbiyeti de sana verilir.

Bu memlekette “benlikle” gezilmez, öyle gezmeye kalkarsan kimse sana yardım etmez, hem ben dâhi sana eşlik etmem.”

“Çünkü ben nefsimi herkesten ziyâde nasîhâte muhtâç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifâde ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve âvâm lisânıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse berâber dinlesin.”

Bundan sonrası gelecek yazılarda inşâllâh…

"Yâ Rab, Risâle-i Nûr memleketinin kapılarını ziyâret etmek isteyen bir kulun olarak huzûrundayım. Beni bu memleketinde kardeş olarak karşılananlardan eyle.

Rabbim, kalbimin en içten niyetlerini bilensin. Eğer niyetim saf ve doğruysa, bana kapılarını ardına kadar aç ve hakîkatlerini görmeyi ve onlarla amel etmeyi nasîp eyle. Eğer yanlış bir niyetle gelmişsem, yâ Rabbim, beni doğruya yönlendir ve beni senin bu memleketinin sokaklarında kaybolmaktan koru.

Nasîhât arayışımın ötesinde, hakîkatin derinliklerine ulaşmamı sağla. Bana, Kur'ân-ı Hakîm'inin bir tefsîri ve ondan gelen Risâle-i Nûr gibi kılavûzla yol göster, ki doğru yolda yürüyebileyim.

Bu memlekette benliğimi bir kenara bırakarak, tam bir teslîmiyet ve samîmiyetle dolaşabilmeyi nasîp eyle. Eğer benlikle hareket edersem, bana hatırlat ve beni doğruya yönlendir. Öyle ki, senin rızânı kazanmış olarak, Üstâdım ile birlikte bu memlekette dolaşabileyim.

Risâle-i Nûr'un öğretileriyle, askerî bir disiplin ve samîmiyet içinde, bana bu memleketin kurâllarını öğret. Beni bu kurâllara uygun hareket edenlerden eyle ve bana bu memleketin mensûbiyetini kazandır.

Benlik ve enâniyetle hareket etmekten sana sığınırım. Bana yardım et, ki benliğim beni yanıltmasın ve ben, sâdece Senin rızan için hareket edebileyim.

Rabbim, beni ve tüm kullarını, bu memleketin güzelliklerinden, hakîkatlerinden ve nasîhâtlerinden mahrûm olmamıza sebep olacak her türlü halleden muhâfaza eyle. İstediğim her şeyi, Senin rızanı kazanmak için istiyorum. Bunu bana nasîp eyle. Âmin."

[1] Sûfî, tasavvûfa ilgi duyan veya tasavvûfî bir tarîkâta mensûp olan kişiye denir.

[2] Tasavvûf, İslâm'ın içsel ve mistik yönüne odaklanan bir akım veya disiplindir. Tasavvûfun amacı, Allâh ile bütünleşmek ve O'nun rızasını kazanmaktır. Tasavvûf, Kur'ân ve Hadîslerden yola çıkarak, ibâdet, zikîr, ahlâk, tevekkül, sabır, şükür, fakirlik, sevgi, muhabbet gibi kavramları öne çıkarır.

[3] Mürîd, tasavvûf geleneğinde bir şeyhin rehberliğinde mânevî eğitim alan ve kendini geliştirmeye çalışan kişi anlamına gelir. Mürîd, Arapça "irâde etmek, istemek" kökünden türemiştir ve "isteyen, arzulayan" demektir. Mürîd, şeyhine bağlılık gösterir, onun tavsiyelerini dinler ve onun örnekliğine uymaya çalışır. Mürîd, şeyhinin verdiği zikîr, ibâdet, oruç gibi uygulamaları yapar ve nefs terbiyesi ile kalbini arındırmayı hedefler. Mürîd, çok uzun bir yol olan tasavvûf yolunda ilerledikçe makamlar ve haller geçirir ve sonunda Allâh'a ulaşmayı umar.

[4] Sâlik, tasavvûf terîmi olarak, Allâh'a ulaşmak için yola çıkan, mânevî mertebeleri aşmaya çalışan kişi demektir. Sâlik, kelime anlamı olarak "yolcu" veya "yürüyen" anlamına gelir. Sâlik, nefsiyle mücâdele eden, şeyhine bağlı olan, zikîr ve ibâdetle meşgûl olan, dünyevî heveslerden uzak duran, kalbini Allâh'ın sevgisiyle dolduran bir mürîdtir. Sâlik, tasavvûfun belli kurallarına ve ahlâkına uyarak, ilâhî rızayı kazanmayı hedefleyen bir yolcudur.

[5] et-Taʿrîfât, “eṭ-Ṭarîḳa” md.; Kâşânî, s. 349

[6] Tâhâ Sûresi 69. ve 104. âyetler

[7] Ebû Tâlib el-Mekkî, II, 138; Kuşeyrî, I, 52, 59

[8] Murâkabe, Arapça bir kelime olup, "gözetmek, dikkât etmek, bakmak" anlamlarına gelir. Tasavvûfî bir terîm olarak ise, murâkabe, Allâh'ın her an her yerde hâzır ve nâzır olduğunu düşünerek, O'na karşı saygı ve korku duymak, O'nun emir ve yasaklarına uygun davranmak demektir. Murâkabe, insânın kalbini Allâh'a yönelterek, O'nun rızasını kazanmayı amaçlayan bir ibâdet şeklidir. Murâkabe eden kişi, kendini sürekli Allâh'ın gözetimi altında hisseder ve bu sâyede günâhlardan uzak durur, ibâdetlerini ihlâsla yerine getirir. Murâkabe, insânın nefs muhâsebesi yapmasını ve kendini geliştirmesini sağlar. Murâkabe, tasavvûfun önemli bir aşamasıdır ve mürşidin rehberliğinde yapılması tavsiye edilir.

[9] Ritüel, belirli bir amaç için yapılan, sembolik anlamı olan ve genellikle geleneksel kurallara uygun olarak tekrârlanan bir davranış veya eylem dizisidir.

[10] Nâfile, farz veya vâcip olmayan, ancak sevâp kazanmak için yapılan ibâdetlerdir. Nâfile ibâdetler, Allâh'ın rızasını kazanmak, günâhları affettirmek, îmânı arttırmak ve kalbi yumuşatmak gibi pek çok fayda sağlar.

[11] İslâm ansiklopedisi https://islamansiklopedisi.org.tr/tarikat

[12] Lem'alar - 162 (Yirmi Birinci Lem’a - Dördüncü Düstûrunuz)

[13] Lem'alar - 162 (Yirmi Birinci Lem’a - Dördüncü Düstûrunuz)

[14] Şuâlar - 549 (Ondördüncü Şuâ/Risâle-i Nûr talebelerinin müdâfaâtıdır / Zübeyr'in müdâfaâsıdır

[15] Lem'alar – 166 (Yirmi Birinci Lem’a - Dördüncü Düstûrunuz)

[16] Takvâ, İslâm inâncında Allâh'ın emir ve yasaklarına uygun yaşamak, günâhlardan kaçınmak ve kalbi kötü duygulardan arındırmak anlamına gelir. Takvâ sâhibi olan kişi, Allâh'ın rızasını kazanmak için ibâdet eder, hayatını iyi işler yaparak değerlendirir ve âhirete hazırlanır. Takvâ, sâdece dış görünüşte değil, iç dünyâda da olmalıdır. Takvâ, îmânın bir gereği ve sonucudur.

[17] Târihçe-i Hayât - 303 (Dördüncü Kısım)

[18] Kastamonu Lâhikası - 96

[19] Kastamonu Lâhikası - 97

[20] Kastamonu Lâhikası - 78

[21] Kastamonu Lâhikası 148

[22] Kastamonu Lâhikası 185

[23] Târihçe-i Hayât - 519 (Altıncı Kısım/Üstâdın, Emirdağ'daki ikâmeti sırasında yazdığı mektûplar)

[24] İlâ-yı Kelimâtullâh, Allâh'ın sözünün yeryüzüne yayılması anlamına gelir. Bu terîm, İslâm'ın evrensel bir din olduğu ve bütün insânları kapsadığı inâncını ifâde eder. Bu inânca göre, İslâm'ın mesajı, Allâh'ın rahmeti ve adâleti ile uyumlu olarak, insânların hayâtını düzenlemek ve onlara mutluluk ve huzûr vermek için gönderilmiştir. Bu nedenle, Müslümânlar, İslâm'ı tebliğ etmek ve insânları hidâyete dâvet etmekle yükümlüdürler. Bu görev hem Allâh'a hem de insânlığa karşı bir sorumluluktur. İlâ-yı Kelimâtullâh terîmi, bu sorumluluğun önemini vurgular.

[25] Târihçe-i Hayât - 630 (TAHLİLLER/Uzun bir ayrılıktan sonra)

[26] Teemmül: Bir konu üzerinde derinlemesine düşünme, o konuyu kavrama ve içselleştirme sürecidir. Teemmül, bir olayı ya da durumu tüm yönleriyle değerlendirme, üzerinde düşünme ve içinde bulunulan anı tam anlamıyla yaşama eğilimini ifâde eder.

Tefekkür: Daha geniş bir kavramdır ve genellikle kâinatın, yaşamın ya da varlığın anlamı üzerine düşünmeyi ifâde eder. Tefekkür, bir şeyin özüne, derin anlamına ulaşmaya çalışmak için yapılan düşünsel bir faaliyettir.

Aralarındaki Farklar:

  1. Kapsam: Teemmül, genellikle belirli bir konu veya olay üzerine yoğunlaşırken, tefekkür daha geniş ve evrensel konular üzerine düşünmeyi ifâde eder.
  2. Derinlik: Her iki kavram da derin düşünmeyi ifâde eder, ancak tefekkür, varlık ve evrenin temel anlamını araştırmaya daha eğilimlidir.
  3. Odak: Teemmül, genellikle şu anki anın ya da olayın tam olarak kavranmasına odaklanırken, tefekkür daha soyut ve felsefî konulara eğilimlidir.

Örnekler:

  1. Teemmül Örneği: Bir sanat eserini (örneğin bir tabloyu) uzun uzun incelemek, onun detâylarına, renklerine, kompozisyonuna dikkâtlice bakmak ve ondan aldığınız duyguyu tam anlamıyla hissetmek teemmülü ifâde eder.
  2. Tefekkür Örneği: Evrenin nasıl oluştuğu, insânın varoluş amacı veya ölüm sonrası hayâtın olup olmadığı gibi konular üzerine derinlemesine düşünmek tefekkürü ifâde eder.

Hem teemmül hem de tefekkür derin düşünmeyi ifâde eden kavramlardır, ancak odaklandıkları konular ve kapsamları farklıdır. Teemmül daha spesifik ve anı yaşama eğilimliyken, tefekkür daha geniş ve felsefî konulara yöneliktir.

[27] Yakîn kelimesi Arapça kökenli olup, "kesin bilgi", "kesin inânç" ya da "şüphesizlik" anlamına gelir. "Aklın sübûtu nefsi sükûnu" ifâdesi, "yakîn"in derinlemesine bir tanımıdır ve "aklın kesinliği, nefsin sükûneti" şeklinde çevrilebilir. Bu tanım, gerçek bilgiye veya inânca sâhip olmanın hem zihinsel hem de duygusal bir kesinlik ve huzûr getirdiğini ifâde eder.

Örneklerle bu tanımı açalım:

  1. Bilimsel Örnek: Bir bilim insânı, bir teoriyi defâlarca test ettikten ve her seferinde aynı sonucu aldıktan sonra bu teoriye "yakîn" duyar. Bu, onun zihninde bu teorinin doğruluğuna dâir bir kesinlik oluşturur (aklın sübûtu) ve bu kesin bilgi ona bir huzûr getirir yani içinde ayrıca bir tereddüt hissi kalmaz (nefsin sükûnu).
  2. Dini Örnek: Bir mümin, inândığı ilâhî gerçeklere tam bir kesinlikle inândığında (aklın sübûtu), bu inânç kendisinde içsel bir huzûr (nefsin sükûnu) sağlamalı yâni tüm içsel duygularında da herhangi bir tereddüt olmamalı.
  3. Günlük Hayât Örnek: Bir kişi, sevdiği birinin güvende olduğunu kesin olarak öğrendiğinde, bu bilgi onun zihninde bir kesinlik oluşturur (aklın sübûtu) ve bu kesin bilgi ona bir rahatlama getirir (nefsin sükûnu).

Bu örnekler, "yakîn"in sâdece zihinsel bir kesinlik değil, aynı zamânda bu kesinliğin getirdiği duygusal huzûr ve sükûnet yani tereddütsüzlük anlamına geldiğini göstermektedir.

[28] Elbetteki rehbersiz olamaz. Bu zamânda da bu konuda en güzel ve en emin rehber, dersini Kur’ândan alan Risâle-i Nûrlardır ve meydândadır, bu konuda tüm yetkin kişilerin tasdikini de almıştır.

[29] Mektûbât 220 (Ondokuzuncu Mektûb/Âyet-ül Kübrâ Risâlesinin Risâlet-i Ahmediyeden bahseden Onaltıncı Mertebesi)

[30] Emirdağ Lâhikası I - 69

[31] Mektubat - 68 (On Altıncı Mektûb/İKİNCİ NOKTA)

[32] Târihçe-i Hayât - 214 (:Üçüncü Kısım/BEDÎÜZZAMÂN SAİD NÛRSÎ'NİN ESKİŞEHİR MAHKEMESİ MÜDÂFAÂATINDAN BİR KISMI)

[33] Kur’ân’ın bir adı da “Nûr”dur. Böylece Nûrdan maksat Kur’ân olmakla berâber özelde Kur’ân hakikâtlerini bu zamânın anlayışına en uygun bir şekilde anlatan Risâle-i Nûrlar kastedilmektedir.

[34] Lem'alar - 104 (On Altıncı Lem'a)

[35] Mektûbât - 23 (Beşinci Mektûb)

[36] Sekülerizm, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesidir. Sekülerizm, dinin toplumsal ve siyasal hayâtta etkisini azaltmayı amaçlar. Sekülerizm, dinin bireysel bir tercih olduğunu savunur.

[37] Materyalizm, varlığın temelinde maddî unsurların olduğunu öne süren felsefî bir görüştür. Materyalizm, bilginin duyu organları aracılığıyla elde edildiğini iddiâ eder. Materyalizm, rûh, yaratıcı gibi soyut kavramları reddeder.

[38] Ateizm, yaratıcı veya yaratıcıların varlığına inânmama durumudur. Ateizm, dinlere ve kutsal kitâplara dayanan iddiâları kabûl etmez. Ateizm, doğaüstü olaylara ve mucizelere kendince rasyonel açıklamalar getirmeye çalışır.

[39] Emirdağ Lâhikası I - 29

[40] Tekâmül, bir şeyin olgunlaşması, gelişmesi, mükemmelleşmesi anlamına gelen bir kavramdır. Tekâmül, insânın hem maddî hem de mânevî yönlerini geliştirmesi, kendini tanıması, potansiyelini ortaya çıkarması ve hayâtın anlamını bulması sürecidir. Tekâmül, aynı zamanda evrenin ve yaratılan her şeyin bir amaç doğrultusunda ilerlemesi, değişmesi, dönüşmesi ve varlığını sürdürmesidir.

[41] Bilişsel, zihinsel süreçleri, özellikle de algı, bellek, dil, mantık, muhâkeme ve problem çözme gibi bilişsel yetenekleri ifâde eden bir sıfattır. Bilişsel psikoloji, bilişsel nörobilim ve yapay zekâ gibi alanlar, bilişsel süreçlerin nasıl işlediğini, nasıl ölçüldüğünü ve nasıl geliştirilebileceğini araştırır. Bilişsel süreçler, insânların dünyâyı anlamasına, bilgi edinmesine ve karar vermesine yardımcı olur.

[42] Emosyonel, duygusal olarak yoğun veya hassas olan kişiler için kullanılan bir sıfattır. Emosyonel insânlar, çevrelerindeki olaylara veya insânlara karşı güçlü tepkiler gösterebilirler. Emosyonel olmak, duygularını ifâde etmekte zorlanan veya bastıran insânlara göre daha sağlıklı olabilir. Ancak, emosyonel insânlar da duygularını kontrol etmeyi ve uygun şekilde yönetmeyi öğrenmelidirler. Emosyonel olmak hem olumlu hem de olumsuz duyguları kapsar. Emosyonel insanlar, sevinç, mutluluk, şefkât gibi duyguları yoğun bir şekilde yaşayabilirler. Aynı zamanda, üzüntü, kızgınlık, korku gibi duyguları da derinden hissedebilirler.

[43] Nöroplastisite, beynin deneyimlere, öğrenmeye ve hasara uyum sağlama yeteneğidir. Beyin, yeni sinir hücreleri üretmek, yeni bağlantılar kurmak veya var olan bağlantıları güçlendirmek yoluyla kendini yeniden yapılandırabilir. Nöroplastisite, beynin gelişimi, öğrenme, bellek, iyileşme ve rehabilitasyon açısından önemlidir. Nöroplastisite, beynin yaşam boyu süren bir özelliğidir ve hem olumlu hem de olumsuz etkilere marûz kalabilir.

[44] Motivasyon, bir kişinin belirli bir amaç doğrultusunda harekete geçmesini ve devâm ettirmesini sağlayan içsel veya dışsal faktörlerdir. Motivasyon, bireyin davranışlarını yönlendiren, güdüleyen ve sürdüren bir süreçtir. Motivasyonun kaynağı bireyin ihtiyâçları, istekleri, hedefleri, değerleri ve inânçları olabilir. Motivasyonun önemi, bireyin performansını, verimliliğini, yaratıcılığını ve iş tatminini artırmasıdır. Motivasyonun sağlanması için bireyin kendini tanıması, güçlü ve zayıf yönlerini fark etmesi, gerçekçi hedefler belirlemesi ve geri bildirim alması gerekir.

[45] Serlevha, bir yazının konusunu veya içeriğini kısaca belirten ve yazının başına yazılan sözcüktür. Serlevha, okuyucunun ilgisini çekmek, yazının amacını ve ana fikrini ortaya koymak, yazıya bir bütünlük kazandırmak gibi işlevlere sâhiptir.

[46] “Onu mütefekkirane okudum, büyük zevk ve şevk hissettim.” Kastamonu Lâhikası – 11

Ehemmiyetli bir surette okudum. Üstâdımız izahât veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık.” Sikke-i Tasdik-i Gaybi - 39

[47] “Risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum.” Barla Lâikası - 142

[48] Mustafa Sungur ağabeyin hatıralarından:

“Üstad bir derste dedi ki: Ben yemin ediyorum bu dersi yeni görmüş gibi istifâde ettim, ders aldım. Halbûki ben bunu on bin defâ okumuşum” - http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=922&ctgr_id=39

[49] Mensûbiyet, bir kişi veya kurumun başka bir kişi veya kuruma bağlı olması anlamına gelir. Mensûbiyet, genellikle siyasî, dinî, hukukî veyâ ahlâkî bir ilişkiyi ifâde eder. Örneğin, bir siyasî partinin mensûbu olmak, o partinin ideolojisine, programına ve liderine bağlılık göstermek demektir. Bir dinin mensûbu olmak, o dinin inânçlarına, ibâdetlerine ve kurallarına uymak demektir. Bir devletin mensûbu olmak, o devletin vatandaşı olmak, yasalarına saygı duymak ve haklarını korumak demektir. Bir âilenin mensûbu olmak, o âilenin soyadını taşımak, değerlerini benimsemek ve üyelerine destek olmak demektir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (29)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.