İnanç ve Şehadet: Bir Nur Talebesinin Feda Edilmiş Hayatı

Salahattin ALTUNDAĞ

Güneş henüz doğmamış, Adilcevaz'ın Erikbağı (Koçeri) Köyü'nün daracık, taşlı sokakları sessizliğe gömülüydü. Ancak Nevruz Çakan'ın kalbi, derin bir arayışın ateşiyle çarpıyordu. Kaderin bir cilvesi, onu çarşının kalabalığı içinde Bekir Ağa ile karşılaştırdı. Yılların ağırlığı Bekir Ağa'nın yüzünde çizgiler bırakmış, ama gözleri bilgelik ve hayat tecrübesiyle ışıldıyordu. Nevruz, cesaretini topladı, ona yaklaştı ve yüreğindeki sızıyla sordu:

"Bekir Ağabey, bir tarikata girmek istiyorum. Bana ne tavsiye edersiniz?"

Bekir Ağa, yıllar önce Bediüzzaman Hazretleri'nin ilk talebelerinden biri olarak Barla'da sürgün hayatı yaşamış, sonra Adilcevaz'a dönerek köyüne yerleşmişti. Nevruz'un bu sorusu, onun derinliklerinde bir yankı buldu. Kısa bir sessizlikten sonra, ceketinin cebinden özenle bir risale çıkardı, Risale-i Nur Külliyatı'ndan. Nevruz’a uzattı:

"Nevruz kardeş, ne tarikatı? Bediüzzaman diye bir zat var, onun Risale-i Nur adında eserleri var. Sen ona bağlan."

Bekir Ağa'nın sesi, umut ve inançla doluydu.

(“Bekir ağa” veya “Bekir Bey” lakaplarıyla tanınan Abdülceliloğullarından Adilcevazlı Bekir Çelik)

Nevruz, risaleyi aldı, sayfalarını çevirmeye başladı. O gece, evinin sade odasında, her kelime kalbine işliyor, kalbinin derinliklerinde yankılanıyor, sanki yıllardır beklediği bir dostla yeniden buluşmanın sıcaklığına kapılıyordu. Risale-i Nur’un huzur veren sözleri arasında kaybolurken, kendini bambaşka bir dünyada, ışık dolu bir yolda yürürken buldu. Günler geçtikçe, Nevruz daha fazla risale buldu ve gece gündüz demeden okumaya devam etti. Onun için kırk yıllık bir yolculuk, kırk günde tamamlanıyormuşçasına hissediliyordu.

Yoksulluğuna rağmen, Nevruz evini her gece Risale derslerine açtı. Gelen misafirlerine, zahmetle kazandığı az parayla özenle hazırladığı ikramlarla ağırladı. Evinde yayılan sıcaklık ve sevgi, Risale-i Nur’un ışığını her köşeye yansıtıyordu. Her akşam, risalelerin huzur veren sözleriyle dolu derslerde, Nevruz’un sesi ve kalbinin sesleri birleşiyor, köyde bir umut ışığı yanıyordu.

Nevruz, artık hem yolunu hem de mürşidini bulmuştu. Risaleleri okurken öyle bir ruh haline bürünürdü ki, her satır onun damarlarında akan kan gibi akıyor, kalbini ve ruhunu derinlemesine besliyordu. Bir annenin yıllar önce kaybettiği evladına kavuşmasının getirdiği tarifsiz mutluluk, Nevruz’un da bu risalelere duyduğu sevgiyle birleşiyordu. Her dersinde okuduğu sözler, onun gözlerinde yaşlara ve kalbinde sevinçlere dönüşüyor. Risaleleri okudukça gözyaşlarına hakim olamıyor, zaman zaman dayanamayıp bayılıyordu. Nevruz Çakan’ın içi dışı risalelerin nuruyla aydınlanmış, yayılan bu ışık etrafındaki herkesi de aydınlatıyordu.

Erikbağı Köyü’nün ince sokakları, Nevruz Çakan’ın Üstad’ına duyduğu özlemin yankılarıyla doluydu. Her geçen gün, Bediüzzaman Hazretleri’ni görme arzusu içini daha da kavuruyordu. Bu hasret, ruhunu esir almış, dayanılmaz bir acıya dönüşmüştü. İmkânsızlıklar içinde kıvranırken bile umudunu kaybetmeyen Nevruz, tüm zorluklara göğüs gererek her türlü borç ve harca katlanmıştı. Adilcevaz’dan Emirdağ’a, Bediüzzaman’ı ziyaret etmek üzere yollara düştü; bu yolculuk, sanki kaderinin bir parçasıymış gibi onun için anlam kazanıyordu.

Bin bir zahmet içinde Emirdağ’a vardığında, yorgun ama kararlı adımlarla şehrin kalbine ilerledi. Dostlarının uyarıları zihninde yankılanıyordu:

“Nevruz kardeş, Bediüzzaman’ı ziyarete gittiğinde seni kabul etmeme ihtimalini de hesaba katmalısın. Buradan ta Emirdağ’a kadar gidip de Bediüzzaman’ı göremeden dönenlerin olduğunu biliyoruz.”

Ama içindeki aşk ve bağlılık, bu korkuları gölgede bırakıyordu. Gönlü umutla dolu, Emirdağ’a ulaştı. Gözlerinde umut ışıkları parlıyor, adımları ise kararlılıkla atılıyordu. Bediüzzaman’ın evine yakın bir kahvehaneye girip oturduğunda, beklenen anın yaklaştığını hissetti.

Birden kapı açıldı ve bir ses yükseldi:

"Adilcevaz’dan gelen kim?"

Nevruz’un kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Titreyen dudaklarıyla zar zor cevap verdi. Kahvehanedeki tüm gözler ona çevrildi. Bediüzzaman’ın bir talebesi ona yaklaştı:

"Benimle gel, Üstad seni çağırıyor."

Nevruz, adeta bulutların üzerinde yürüyormuşçasına talebenin peşinden gitti. Bediüzzaman’ın evine yaklaşırken kalbi heyecandan çarpıyordu. Tahta merdivenlerden yukarı çıkarken kalbi heyecandan duracak gibi atıyordu. Her adımda, içindeki özlem daha da yoğunlaşıyor, nefesi kesiliyordu. Odaya geçtiklerinde, gerçek ile hayal arasında gidip gelen bir dünya içinde, Bediüzzaman’ın huzuruna çıktığını fark etti.

Özlemini dindirmek için önce doya doya Bediüzzaman’a baktı. Üstad’ının gözlerinde yılların bilgeliği ve merhameti parlıyordu. Elleri titreyerek Bediüzzaman’ın elini öptü, bu eylem onun için sanki ruhunun derinliklerinden gelen bir itiraf gibiydi. Bir süre sohbet ettikten sonra, yola çıkma vakti geldiğinde, yeniden Bediüzzaman’ın elini öptü. Bu esnada, Üstadı ona yol parası, taze bisküviler ve bir torba dolusu kitap vererek onu uğurladı.

(Nevruz Çakan)

Nevruz, manevi bir doygunlukla yola çıktı. Yolculuğun ortasında, elini cebine attığında şaşkınlıkla baktı; cebindeki para, hiç eksilmemişti. Üstad’ının kerameti karşısında gözyaşlarına boğuldu. "Üstadım, Üstadım..." diye fısıldadı, sevinç ve minnetle dolu bir kalple.

Tatvan'ın derin sessizliğinde, gökyüzü yıldızlarla süslenmiş, ay ise karanlığın içinden süzülerek etrafı aydınlatıyordu. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Nevruz Çakan, yorgunluğunu atmak için şehrin sokaklarına adımını attı. Her adımında, Üstad'ına duyduğu özlem daha da büyürken, kalbinde geleceğe dair bir umut ışığı parıldıyordu.

Tam o gece, Tatvan'da yaşlı bir kadın rüya aleminde Bediüzzaman Hazretleri'ni gördü. Üstad, ona üç kez Nevruz adında bir talebesinin geleceğini ve onu evinde misafir etmesi gerektiğini söyledi. Yaşlı kadın, rüyasının etkisinden kurtulamayarak hemen uyandı ve oğluna olanları anlattı. Oğlu da annesinin sözünü dinleyerek, gece yarısı yolcuların ineceği yere doğru koştu.

Karanlık ve serin bir gecede, yolcularla dolu alana gelen yaşlı kadının oğlu, kalabalığın arasından:

"Nevruz abi!" diye seslendi.

Bu ses, Nevruz'un kulağında uzun zamandır beklenen bir melodi gibi çınladı. İsmini duyan Nevruz, gencin yanına gitti. Genç, annesinin rüyasını anlatırken Nevruz'un kalbi huzurla doldu. Eğer o gece sırtındaki kitap çuvalıyla yoluna devam etseydi, jandarmaların dikkatini çekecek ve risaleler yüzünden hapse atılacaktı. Fakat bu beklenmedik misafirperverlik, onun yolculuğunu adeta bir mucizeye çevirmişti.

Gece boyunca ailenin sıcak evinde misafir edilen Nevruz, kendini güvende ve huzurlu hissetti. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, ev sahiplerine minnettarlığını dile getirdi. Takip edilmemek için köyüne farklı bir yoldan dönmeye karar verdi. Bu gece, sadece bir konaklama değil, aynı zamanda ilahi bir korumaydı. Kader, Nevruz'u bir kez daha karanlıktan aydınlığa çıkarmıştı.

Adilcevaz'a dönüşü, Nevruz Çakan'ın ruhunda derin bir dönüşümün başlangıcıydı. Bediüzzaman'la karşılaşması, ona yeni bir hayat nefesi vermişti. Risale-i Nur hizmetine duyduğu aşk, yoksulluğunu gölgede bırakacak kadar güçlüydü. Her gece, mütevazı evi kalabalık derslere ev sahipliği yapıyordu. Zahmetle kazandığı azıcık parayla hazırladığı ikramlar, misafirlerine olan sevgisinin bir ifadesiydi. Çabaları, Risale-i Nur'un ışığını Adilcevaz'ın her köşesine taşıdı, birçok köyde anlamlı sohbetler filizlendirdi.

Gözlerindeki ışıltı, kalbindeki sevgi ve inançla birleşerek etrafındaki herkesi bu kutsî yolculuğa davet ediyordu. Her ders, onun için yeniden doğuş, her kelime ruhuna işleyen bir damla hayat suyu gibiydi. Yıllar önce kaybettiği evladına kavuşan bir annenin sevinci, onun risalelere duyduğu aşkla birleşiyordu. Okuduğu her cümle, gözlerinde yaş, kalbinde derin bir huzur uyandırıyordu. İçindeki nur, etrafındaki herkesi aydınlatıyordu.

Nevruz'un hizmet aşkı, köydeki birçok insan için bir ilham kaynağı oldu. Yoksulluğuna rağmen, kalbindeki sevgi ve inançla etrafına topladığı insanlar aracılığıyla bu ışık daha da güçlendi. Her akşam, risalelerin huzur veren sözleriyle dolu dersler, Nevruz'un sesi ve kalbinin melodisiyle birleşerek köyde umut dolu bir atmosfer oluşturuyordu. Bu yeni yolculukta, sadece kendini değil, çevresindeki herkesi aydınlatmanın huzurunu yaşıyordu. Risalelerin derinliklerinde kaybolmak, onun için bir kaçış değil, gerçek mutluluğa giden bir yoldu. Her satır, yeniden doğuşun bir işareti, her kelime ruhunu besleyen bir can damarıydı.

Nevruz Çakan, artık hayatının anlamını ve amacını bulmuştu. Risale-i Nur'un ışığıyla yolu aydınlanmış, kalbi sevgi ve inançla dolup taşmıştı. O, artık sadece Nevruz değil, aynı zamanda bir ışık saçan, umut veren nurlu bir rehberdi.

Nevruz'un kalbindeki umut ışığı, köyün karanlık köşelerinde büyüyen bir gölgeyle mücadele etmek zorunda kaldı. Risale-i Nur'un getirdiği huzur, bazı kalplerde kıskançlık ve hoşnutsuzluk filizlendirdi. Her aydınlık yolculuğun gölgeleri olurdu ve Nevruz'unki de farklı değildi.

Köyde herkes Nura koşarken, Hocaoğlu Ahmet adındaki hoca, bu kutsî ışığa karşı inatla direniyordu. Hocalığının verdiği kibirle Risale-i Nur'u reddediyor, bu hizmetleri kabul edemiyordu. Nevruz'un dersleri, Ahmet Hoca'nın içindeki öfke ve nefreti körüklüyordu.

Kıskançlık ve inat, Ahmet Hoca'nın kalbini karartmıştı. Ahmet Hoca’nın içinde derinlerde bir korku yatıyordu: Yıllardır köyde sürdürdüğü manevi liderlik, Nevruz’un etrafında toplanan insanlar tarafından gölgede bırakılıyordu. Her geçen gün, halkın gözünde yitirdiği itibar ve gücün, kendisine yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Nevruz’un derslerine olan ilgi arttıkça, Ahmet Hoca’nın içindeki kibir, onun tevazuyu öğrenmesine engel oluyordu. İlim sahibi olmanın verdiği özgüvenle beslenen bu kibir, zamanla öfkeye dönüştü ve Nevruz’a olan düşmanlığını perçinledi. Onun gözünde Nevruz, sadece bir rakip değil, yıllardır inşa ettiği otoriteyi tehdit eden bir figürdü.

Zamanla, Ahmet Hoca'nın nefreti o kadar büyüdü ki, başka bir köyden iki kiralık katil tuttu. Katiller, karanlık niyetlerini gizleyerek, Adilcevaz'a doğru sinsice ilerlerken, Nevruz Çakan'ın mütevazı evinin etrafında günlerce süren bir pusuya yatmışlardı. Her bir gölge, her bir hışırtı, onların hain planlarının habercisiydi. Risale-i Nur’un getirdiği mesaj, Ahmet Hoca’nın yıllardır köy halkına öğrettiği geleneksel inançları sarsıyordu. Her ne kadar bu yeni hareketi dışa dönük bir öfkeyle karşılasa da içinde derin bir huzursuzluk vardı. Kendi bildiklerinin yetersiz kalacağı korkusu, onu Risale-i Nur’a daha da düşman ediyordu. Bu hareketin köydeki etkisi arttıkça, Ahmet Hoca’nın içindeki güvensizlik büyüyordu.

Nevruz'un yakınları, bu ürkütücü tehlikenin farkına vararak, onu o şeytani hocadan uzak durması için yalvar yakar olmuşlardı. Fakat Nevruz, tevekkülün derinliklerinde sığınmış, kaderin akışına teslim olmuştu. Risale-i Nur hizmetine bir an bile ara vermeden, dur durak bilmeden devam ediyordu. Her bir satır, onun ruhuna ışık saçıyor, inancını daha da perçinliyordu.

Risale-i Nur'un yasaklandığı o karanlık ve zalim dönemde bile Nevruz Çakan'ın inancı sarsılmamıştı. Jandarmaya yapılan bitmek bilmeyen şikayetler, tüyler ürperten ölüm tehditleri ve sinsi uyarılar, onun azmini kıramamıştı. Yüreğinde, inandığı yolun doğruluğuna dair hiç dinmeyen bir inanç nehri akıyordu. İşte bu inanç, onu ölümün soğuk nefesiyle burun buruna getiren en büyük güçtü.

Mübarek Ramazan ayının bereketiyle, Nevruz Çakan iki oğluyla birlikte bağda çalışmaya koyulmuştu. Gün boyu süren emeğin ardından, Ramazan'ın manevi havası kalplerini daha da yakınlaştırmış, geceyi de bağda geçirmeye karar vermişlerdi.

Gece, sessizliğini bozan yalnızca bağın hışırtısı ve cırcır böceklerinin uzak nameleriyle derin bir huzura bürünmüştü. Yıldızlar, gökyüzünde parıldayan tanıklar gibi, Nevruz ve oğullarının etrafını sarıyordu. Bir an, her şey dingin ve kutsaldı.

Ancak, karanlığın gölgeleri arasından, sessiz adımlarla, iki hain siluet belirdi. Gözlerindeki parıltı, sadece kiralık katillerin taşıyabileceği soğuk bir kararlılıkla yanıyordu. Bir anlık şaşkınlık, ardından acı dolu “Allah” sesi... Kurşunlar, karanlığı delip geçti ve Nevruz’un nurlu yüreğine saplandı.

Vurulmuş bir kuş misali, Nevruz yere düştü. Fakat düşerken bile, elleri semaya açıldı, sanki son bir dua mırıldanır gibi. Yüzü, kıbleye dönük, gözleri gökyüzündeki yıldızlara kilitlenmişti. Yüreğindeki iman, son nefesine kadar onu terk etmedi. Ve o an, şehadet şerbeti dudaklarında, Rabbine kavuştu. Toprağa düşen bedeni, geride bıraktığı kutsal mücadelenin ve sarsılmaz inancın simgesi oldu.

Huzur dolu anlar yaşanırken, gece yarısını çoktan geçmişken, karanlığın derinliklerinden iki kiralık katil sinsice yaklaştı. Nevruz'un nurdan yüreğine kurşunlar yağdırdılar. Sarsılmaz inancıyla dolu olan Nevruz, bu hain saldırı karşısında ağır yaralandı. Vurularak yere düşerken, elleri dua edercesine havaya kalkmış, aklında nurlu hizmetini geride bırakmanın hüznüyle yüzü kıbleye dönük bir şekilde son nefesini verdi. Yüreğinde taşıdığı imanla, Rabbine kavuştu.

30 Ağustos 1961 gecesi, Adilcevaz'ın sakin köyünde fırtınalı bir hava hakimdi. Gökyüzü, yıldızların hüzünlü dansına sahne olurken, Nevruz Çakan'ın ruhu, bir şehadet mertebesiyle bu dünyadan ayrılıyordu. O an, köyün her köşesi derin bir sessizliğe gömüldü. Sadece rüzgârın uğultusu ve uzaklardan gelen baykuş sesleri duyuluyordu. Nevruz'un son anları, elleri dua edercesine kalkmış, yüzü kıbleye dönük bir halde, ruhu huzur içindeydi. İnandığı yolda attığı her adımla, Rabbine kavuşmuştu.

Köylüler, yürekleri sevgi ve saygıyla dolup taşarak, Nevruz'un naaşına doğru ağır adımlarla ilerlediler. Üç gün boyunca, bağda terk edilmiş cenaze, çiçeklerin kokusuyla süzülen hüzünlü bir tabloyu andırıyordu. Savcı, başka bir işin peşinde olduğu için cenazeyi incelemeye vakit bulamamıştı. Ancak nihayet, ağır adımlarla bağa ulaştığında, köylülerin meraklı bakışları arasında durdu. Gözlerini etrafına çevirip, şaşkınlığını gizleyemeden sordu:

"Bu cenaze burada kaç gündür duruyor?"

Köylülerden gelen "Üç gündür," cevabı, savcının yüzünde beliren şaşkınlığı daha da derinleştirdi:

"Normalde bunun şimdiye kadar kokması gerekirdi; ancak cenazeden mis gibi bir koku geliyor!"

Bu sözler, havada asılı kalan sessizliği daha da yoğunlaştırdı. Köylüler, Nevruz'un manevi gücünün bir işareti olarak bu mucizevi durumu kendi gözleriyle görmenin hayreti içindeydiler. Cenazenin etrafında toplanan insanlar, Nevruz'un ruhunun huzur içinde olduğuna dair inançlarıyla teselli buluyor, acılarını bir nebze olsun dindiriyorlardı.

Nevruz Çakan'ın şehit edildiği o karanlık gece, köyün masum kalplerinden birine de derin bir iz bırakmıştı. Henüz çocuk yaşta olan bir köylü, o acı dolu anıyı yıllar geçse de unutamamıştı. Şimdi, yetişkin bir adam olmuştu ama o gece hala gözlerinin önündeydi, her detayı sanki dün yaşanmış gibi tazeydi:

"Nevruz Çakan'ın elbiselerini bana verdiler," diye başladı anlatmaya, sesi titrek, gözleri dolu dolu:

"Benden bir yere gömmemi istediler. Ben de götürüp gömdüm. Yıllar geçti, bir gün köyde hayvanları otlatırken aklıma Nevruz Çakan'ın elbiselerini gömdüğüm yer geldi. Merak ettim, gidip o yeri kazdım ve elbiseleri çıkardım. Gördüklerim karşısında hayretler içinde kaldım. Elbiseler hem çürümemiş hem de o günkü gibi hâlâ misk kokuyordu."

Bu masum çocuğun gözlerinde, yaşadığı trajedi hala capcanlıydı. Toprağın derinliklerinde sakladığı mübarek elbiseleri çıkardığında, Nevruz'un manevi gücünün hâlâ orada yaşadığına inanıyor, onun ruhunun huzur içinde olduğuna dair derin bir inanç besliyordu. Elbiselerin tazeliği ve misk kokusu, Nevruz'un ruhunun sarsılmaz gücünün bir yansıması olarak köylüler arasında hızla yayıldı. Bu mucizevi olay, Nevruz'un manevi mirasının somut bir kanıtı olarak kabul edildi ve onun anısı, köydeki herkesin yüreğinde hiç sönmeyecek bir ışık olarak parlamaya devam etti.

Zamanla, Nevruz Çakan'ın adı köyünde bir efsane haline gelmişti. Ancak bu efsane, sadece onun kutsî yolculuğunu değil, aynı zamanda karanlık sırları da barındırıyordu. Köyün her köşesinde, her evin penceresinde, Nevruz'un katillerinin kimliğini bilen ama asla ispat edemeyen gizli fısıltılar dolaşıyordu. Herkesin bildiği ama konuşmadığı bu sır, köyün üzerine çöken sessiz bir korkunun kaynağıydı.

Nevruz’un katillerini himaye eden ve köydeki huzuru kökünden sarsan Hocaoğlu Ahmet Hoca, tıpkı bir zehir gibi her yöne yayılan kin ve nefretle doluydu. Risale-i Nur’a ve onun ışık saçan hakikatlerine karşı yıllar boyu sürdürdüğü bu amansız savaş, onu içten içe kemiren bir karanlığa sürüklemişti. Enaniyet ve kibrine uymayan her türlü fikri yok sayan Ahmet Hoca, adeta bir gölge gibi köyün üzerine çökmüş, kendi karanlığında boğulmuş bir figürdü. Öyle ki, kendisine bağlı kiralık katillerle Nur talebelerine yönelik amansız bir saldırı planlarken, bu nefretin ağırlığı, ruhunu da bedeni gibi çürütmeye başlamıştı.

Fakat kader, çok daha derin bir adaletle tecelli etti. Ahmet Hoca ve onun öfke dolu elleriyle beslediği bu acımasız adamlar, birer birer yakalandıkları dehşet verici bir hastalıkla sarsıldılar. Sanki karanlığın içinden çıkıp gelen, görünmeyen bir el onları avlıyor, bedenleri lime lime dökülüyordu. Öyle bir hastalıktı ki, bedenlerinin her zerresi adeta binlerce kurşunla delik deşik ediliyordu; her nefes alışları acı dolu bir çığlığa dönüşüyordu. Gece boyunca yankılanan bu feryatlar, köyün dört bir yanına ulaşırken, kimsenin vicdanı bu sahnelerin dehşetinden kaçamıyordu. Sabahlara kadar süren ızdırapları, nefes almanın bile bir işkenceye dönüştüğü o karanlık geceler, köy halkının zihnine kazınan bir uyarı gibiydi.

Onların bu korkunç akıbeti, herkesin dilinde dolaşan şu hakikati bir kez daha gözler önüne serdi:

  • Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder.[1]
  • Zındıklar Risale-i Nur'a dokunmasınlar ve şakirdlerine ilişmesinler. Eğer dokunurlarsa ve ilişirlerse yakınında bekleyen felâketler, onları yüz defa pişman edecek.[2]
  • Risale-i Nur'a ve şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar.[3]
  • Risale-i Nur'a ilişmesinler, yoksa yakından bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar."[4]
  • Münafıklar ve küfre düşenler Risale-i Nur'a ilişecekler, fakat hasarat ederler.[5]
  • Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risale-i Nur'a ilişmeyiniz! Risale-i Nur, âfâtın def'ine sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun ta'tili, âfâta karşı olan müdafaasını zaîfleştirir. Eğer ilişirseniz, yakından bekleyen belalar, sel gibi üstünüze yağacaktır.[6]
  • Risale-i Nur'a ve şakirdlerine her ne vakit ilişilmiş ise; bir felâket, bir musibet takib etmiş ve Risale-i Nur'un ehemmiyetini ve âfâtın def'ine vesile olduğunu göstermiştir.[7]
  • Ehl-i dünya, bu Anadolu halkı Risale-i Nur'a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler; yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve taunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar.[8]
  • Risale-i Nur'a ilişenler tokatlar yerler, yüzer vukuat şahiddir.[9]
  • Risale-i Nur'a ilişmek, gazab-ı İlahînin celbine bir vesile olabilir.[10]
  • Risale-i Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.[11]
  • Çok tecrübelerle Risale-i Nur'un serbest intişarıyla belaların ref'i ve ona ilişmek ve susturulmakla belaların gelmesi sabit olmuş. Hattâ mahkemede isbat edilmiş.[12]
  • Risale-i Nur'a ilhad ve zındıka namına ilişildiği zaman, umumî bir musibet geliyor.[13]
  • Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risale-in Nur'a ilişmeyiniz. Eğer ilişirseniz, yakında sizi bekleyen belalar, sel gibi başınıza yağacaktır.[14]
  • Risale-in Nur Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve her dil kurur.[15]

Nur talebelerine yapılan zulüm, görünmeyen bir el tarafından adaletle karşılanıyor, bu zalimlerin cezası dünyada tecelli ediyordu. Ahmet Hoca’nın, kendi içindeki karanlıkla birlikte çöküşünü izleyenler, adaletin nasıl da keskin ve şaşmaz bir teraziyle işlediğine şahit oluyordu. Risale-i Nur talebelerine uzanan eller, bir bir kırılırken, köy halkı bu hakikatin derinliğini çok daha yakından hissediyordu: NUR TALEBELERİNE DOKUNAN, KENDİ KADERİNİN İPİNİ ÇEKERDİ.

Adilcevaz’ın sessiz, rüzgârın bile saygıyla estiği sokaklarında yıllar önce yaşanan acı hatıralar, hâlâ insanların kalplerinde yankılanıyordu. O yıllarda, köyün en yetkili manevi figürü olan müftü bile, Nevruz’un yaymaya çalıştığı Risale-i Nur’un ışığından rahatsızlık duymuş, kendi konumunu tehdit eden bu aydınlanmanın peşinden gelen değişim dalgasından korkmuştu. Nevruz’un getirdiği bu ilahi hakikatler, köyün karanlık ve durağan yapısına bir şimşek gibi çarpmış, yerleşik düzenin temellerini sarsmıştı. Müftü, uzun yıllar boyunca kendine dokunmayan bu sessizliği korumak istemiş, ama karşısında tüm yüreğiyle hakikatin peşine düşmüş bir adam bulmuştu: Nevruz.

Nevruz’un şehadetinden sonra ise müftünün içindeki sessiz çığlıklar, vicdanın en derinlerine işleyen bir sızıya dönüşmüştü. Nevruz’un ardında bıraktığı hakikat ışığı, müftünün gönlünde pişmanlık ve utanç olarak parlıyordu. Yıllar boyunca susturduğu vicdanı artık susmuyor, her gece karanlığın en derin saatlerinde onu rahatsız ediyordu. Kalbi, bir kuyuya düşmüş gibi, affedilme umuduyla çırpınıyor, geçmişin günahları ruhunu pençeliyordu.

Müftü, Nevruz’un şehadetinden sonra bir yol ayrımına gelmişti. Geçmişin ağır yükü omuzlarını ezdikçe, kendini çırpınarak günahlarının büyüklüğünü itiraf etmeye, af dilemeye mecbur hissediyordu. Yüreği yanıyor, adeta nefes almak bile ona işkence gibi geliyordu. Nevruz’un hayatı boyunca savunduğu hakikatler ve onun uğruna çektiği çileler müftünün zihninde yeniden canlanıyor, her adımında ona geçmişin yükünü hatırlatıyordu.

Müftü, bir zamanlar engel olmaya çalıştığı bu hakikatin kendisini de sarmaya başladığını, ona karşı koymanın boş bir çaba olduğunu artık anlamıştı. Nevruz’un şehadetiyle açılan bu derin yarayı kapatmak için, bir af duasına sığınmak, belki de ömründe bir kez olsun gerçekten hakikatin kapısına yönelmek istiyordu. Her şeyin sustuğu, zamanın bile durduğu o anlarda, yüreğindeki pişmanlıklar alev alev yanıyordu.

Adilcevaz’ın Erikbağı (Koçeri) Köyü, o yıllarda sessiz ve sıradan bir köy görünümünde olsa da, Nevruz Çakan’ın inanç dolu adımlarıyla derin bir anlam kazanmıştı. Dar sokaklarında yankılanan Nevruz ismi, ilk başta nazik bir fısıltı olarak dolaşırken, zamanla tüm ülkenin kalbine ulaşan güçlü bir çığlığa dönüşmüştü. Her hecesinde hizmet aşkı ve sarsılmaz bir inanç taşıyan adı, ardında gizlenen trajedi ve gizemle birlikte, dinleyenlerin yüreklerinde derin bir sızı bırakıyordu.

Nevruz’un hikayesi, onunla birlikte toprağa gömülmemişti. Karanlık zamanlarda bile umudun ve sevginin ışığını yayan bir meşale gibi parlıyor, cesareti ve inancı nesilden nesile aktarılan bir miras haline gelmişti. Artık Nevruz Çakan, sadece bir köyün değil, tüm ülkenin manevi tarihinde parlayan bir yıldız olmuştu. Onun adı, her yaştan insanın yüreğinde yaşamaya devam ediyor, sadakatle yaptığı dava ve hizmet aşkı yeni nesillerin yolunu aydınlatıyordu.

Nevruz’un yaşamı ve şehadeti, iman yolunda yürüyen herkes için bir ilham kaynağı olmuştu. Onun nuru, adeta karanlıkta parlayan bir meşale gibiydi. Sevgi ve saygıyla anılan Nevruz, iman hakikatleriyle yanan gönüllerde sonsuza dek yaşayacak bir sembol haline gelmişti. Onun adı her anıldığında, gözler hem yaşlarla doluyor hem de kalpler iman aşkıyla ışıldıyordu. Nevruz’un adı, zamanla yalnızca bir insanın ötesine geçmiş, efsanevi bir varlığa dönüşmüştü. Onu anan her dudakta huzur, her kalpte şükür hissediliyor, akşamın alacakaranlığında Risale-i Nur derslerine gidenler gökyüzüne bakarken onun hatırasını fısıldar gibi konuşuyorlardı.

Derslerde yapılan dualar, Nevruz’un inanç dolu mirasını yaşatan kelimelerle süsleniyor, sohbetler onun takip ettiği iman yolunun ışığında şekilleniyordu. Nevruz artık sadece bir isim değil, her duada yankılanan bir ses, her kalpte çarpan bir his, her bakışta parlayan bir umut olmuştu. Onun şehadeti, köy halkı için sadece bir kayıp değil, manevi bir zaferdi. Şehit düştüğünde bıraktığı miras, yalnızca Erikbağı’nın sınırlarını aşmakla kalmamış, Adilcevaz’ın manevi ruhunu da derinleştirmişti. Her köşede, her evde Nevruz’un fedakarlıkları ve inanç dolu hikayesi anlatılıyor, nesilden nesile aktarılan bu hikâye onun adıyla birlikte her kalbe işlenmişti. Risale-i Nur’un kutsî mesajı, Nevruz’un ismiyle bütünleşmişti.

Nevruz’un adı, ülkenin dört bir yanında yankılanan bir efsaneye dönüşmüş, iman hakikatleriyle yanan gönüllerde bir ışık olarak parlamaya devam ediyordu. Onun hikayesi, cesareti ve inancı, karanlık zamanlarda bile umudun ve sevginin gücünü gösteriyor, her yaştan insanın yüreğinde sevgi ve saygı ile anılıyordu. Nevruz Çakan, iman uğruna canını feda eden bir kahraman olarak, her köşede ve her kalpte yaşamaya devam ediyor, onun takip ettiği iman hakikatleri yeni nesillerin de yolunu aydınlatıyordu. Onun adı, her anıldığında gözlerde yaş, kalplerde ise iman aşkıyla dolu bir hatıra olarak kalıyor, iman hakikatleriyle yanan gönüllerde sonsuza dek yaşayacak bir sembol olarak anılıyordu.

Onun takip ettiği ışık, karanlık günlerde umut olmayı sürdürürken, onun aşka bağlandığı dava ve hizmet de her yeni günle birlikte daha da güçleniyor, iman yolunda yürüyenlerin yüreğinde parlayan bir yıldız olarak kalıyordu. Nevruz Çakan, artık sadece bir insanın adı değil, iman hakikatleriyle yanan gönüllerde yaşanan bir efsane, sevgi ve inançla dolu bir sembol olmuştu.

[1] Sözler 464 – Yirmi Altıncı Söz / BİRİNCİ MEBHAS

[2] Şualar 325 - On Üçüncü Şua

Sikke-i Tasdik-i Gaybi 215 : Risale-i Nur'dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar

[3] Lem'alar 260 - Yirmi Altıncı Lem'a / ON BEŞİNCİ RİCA

[4] Şualar 308 - On Üçüncü Şua

[5] Şualar 309 - On Üçüncü Şua

[6] Şualar 341 - On Üçüncü Şua

[7] Şualar 341 - On Üçüncü Şua

[8] Kastamonu Lahikası 131

[9] Kastamonu Lahikası 262

[10] Emirdağ Lahikası-1 23

[11] Emirdağ Lahikası-1 99

[12] Emirdağ Lahikası-1 230

[13] Emirdağ Lahikası-2 27

[14] Sikke-i Tasdik-i Gaybi 211

[15] Sikke-i Tasdik-i Gaybi 267 : Risale-i Nur'dan parlak fıkralar ve bir kısım güzel mektuplar / MÜELLİFİN VASİYETNÂMESİ MÜNASEBETİYLE HALİL İBRAHİM'İN FIKRASI

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.