571 senesinin bu salı gününü çarşambaya bağlayan gecesinin en nâzenîn saatlerinde, semâvâtın en mübârek ve en yüce makâmından, âlemlere Rahmet olarak gönderilen, Gülşen-i Risâletin en parlak gülü, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ (asm) teşrîf buyurdu. Bu ân, sadece bir doğum değil, aynı zamanda kâinatın kalbine doğru bir seferin başlangıcı, bir ilâhî sırrın tecellîsi, bir rahmetin zuhûruydu. Semâvâtın altındaki her bir vârlık, bu kutsal ânın huzûrunda, âdetâ bir aşıkın sevdâyla yere kapanışı gibi baş eğdi, her bir yıldız, onun doğuşunu müjdeleyen birer ışıkla parladı. Bu, sadece bir beşerin zuhûrundan öte, kâinatın kalbinde yeni bir dönemin, bir ilâhî sevdânın başlangıcıydı.
O mübârek gece, kâinatın her bir zerresi, Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) zuhûrunun yalnızca bir doğumu olmadığını, kâinatın en derin sırlarına doğru bir seyahâtin ilk adımı olduğunu ilân edercesine coştu. Semâvâtın en yüce katlarından, o sabahın ilk ışıklarında, yıldızlar, gök kubbenin sevinç dolu göz kırpışları gibi parlıyordu; mâvilikler, bir aşk-ı derinlik içerisinde coşkûn bir sürûr ile dans ediyordu. Âlemlere rahmetin en ulvî tecellîsi olan o müstesnâ nûr (asm), fanî âleme teşrîf buyûrdu. Bu nûr (asm), sâdece basar için değil, kalb ve rûh için de bir ziyâ idi. Kâinatın en ince zerresine kadar nüfûz eden, her bir mahlûkun kalbini titreten, her bir yaratılmışın rûhuna dokunan, âdetâ bir muhabbet seli olan bu nûr (asm), her mahlûka, Rabbimizin (cc) ebedî merhamet ve sevgisinin bir alâmeti ve işâretiydi.
Hazret-i Üstâdımızın Risâle-i Nûr şâheserindeki beyânlarıyla işâret buyûrduğu üzere,[1] bu mukaddes tevellüdün alâmetleri, kâinatın her bir zerresini kuşâtmıştı. Semâvâtın en ulvî katlarından, yer yüzünün en mahrem derinliklerine dek, tüm mahlûkât bu kutsal anın müjdecisi olmuştu. Kâhinlerin dudaklarından süzülen ilâhî sırlar, âriflerin gözlerindeki parıltı, hatta kalpleri taşlaşmış olan sanemlerin bile hüzünlü bir inkıyâda gelmesi ve mazlûm kurbânların göğsünden yükselen iniltiler, bu eşsiz doğumun, bu ilâhî aşk ve sevginin müjdecisiydi.
Bu, kâinatın en mahrem derinliklerinde uzun süredir süzülen bir hasretin nihâyet bulduğu, bir müjdenin dudaklarda bir tebessüm olarak zuhûr edip gönüllere yayıldığı ânı müjdeliyordu. Her bir mahlûk, bu ulvî lahzâ'nın coşkûn şâhidi olmayı, bu ilâhî sırrın içinde târifsiz bir sevinçle dolup taşmayı, onunla birlikte, âdetâ bir vücûd, bir rûh olmayı içten içe arzûluyordu. Yarım bir insân silüetiyle huzûrumuza çıkan Şıkk isimli kâhin, gözlerindeki derinlikte, başka bir âlemi müşâhede edercesine, risâlet-i Ahmedîye'nin (asm) alâmetlerini kat'î ve keskin bir sûrette nâzenîn bir dille ifâde buyûrdu. Şâm'ın esrârla dolu kâhini Satîh, kemik ve âzâdan mahrûm, âdetâ bir melek misâli hâliyle âhirzamânın seçilmiş peygamberinin teşrîfatını, yanıp tutuşan bir aşk ve özlemle, en sarîh ve veciz bir sûrette ilân etti.
Bu kâhinlerin yanı sıra, kâinatın dört bir bucağından sadâları işitilen meşhûr kâhinlerin nağmeleri de kulaklarda çınlıyordu; her biri, Resûl-i Ekrem'in nübüvvetinin alâmetlerini, sanki birer divân şâiri nâzenîn edâsıyla, bir lisânla terennüm ediyorlardı. Ve Hazret-i Osman'ın (ra) akrabası, Sâ'd-ı Kibrîya, kâhinlikteki derin hikmet ve marifetiyle, Resûl-i Ekrem'in (asm) nübüvvetinin müjdesini kalbinde bir sır gibi hissederek, bu ilâhî sırrı, âdetâ bir aşk şâirinin gazeli misâli, âlemlere ilân etmişti. Velâdet-i Nebevî'nin (asm) azâmetli gecesinde, şefkât dolu muhterem annesi Âmine Hâtûn ve yanı başındaki hanımefendiler, semavâtın en yüce katından süzülen bir nûrun tecellîsine mazhar oldular. Bu ilâhî ziyâ, kâinatın her bir köşesini sarıp sarmalayarak, ona bir rızâ-yı bâkî ile can verdi. Kâinatın en derin kalbine doğru atılan bu seferin ilk adımı, bir ilâhî sırrın zuhûruydu; âdetâ kâinatın en kudsî bir türküsünün, en coşkulu bir nâğmesinin başlangıcıydı.
Kâ'be'nin heybetli duvârlarına meftûn olan sanemler, o müstesnâ gece, âdetâ bir divâne aşıkın sevdâ sarhoşluğuyla nasıl yere kapandıysa, onlar da aynı şekilde baş aşağıya düştüler. Bu, kâinatın en derin yüreğinde yeni bir devrin, bir ilâhî muhabbetin müjdesiydi. O mübârek gecede, sanemler dâhi, Muhammed Mustafâ'nın (asm) teşrîfinin, sâdece bir doğum olmadığını, belki de kâinatın en mahrem sırlarına doğru bir yolculuğun ilk adımı olduğunu ilân edercesine yere kapandılar.
Engin kâinatın en mahfûz ve derûnî sırlarına vâkıf olabilmek, onun en gizemli ve mahrem köşelerine nüfûz edip, onunla bir muhabbet-i ilâhîde iç içe olabilmek niyetinde olan bir gönül, Nûr-u Muhammedî'nin tecellîlerine sımsıkı sarılmalı, onun nûrânî izlerini adım adım tâkip etmelidir. Bediüzzamân Hazretleri'nin nûrânî beyânlarıyla:
İ'lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitâb nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (A.S.M.) o kitâbın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere tahayyül edilirse, Nûr-u Muhammedî hem çekirdeği hem semeresi olur. Eğer dünyâ mücessem bir zîhayât farzedilirse, o nûr onun rûhu olur. Eğer büyük bir insân tasavvûr edilirse, o nûr onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nûr-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir sarây farzedilirse, Nûr-u Muhammedî o Sultân-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanât ve haşmeti ve tecellîyât-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san'âtını hâvi olan o yüksek sarâya nâzır ve münâdi ve teşrîfâtçı olur. Bütün insânları dâvet ediyor. O sarâyda bulunan bütün antika san'âtları, hârikaları ve mu'cizeleri târif ediyor. Halkı o sarây sâhibine, sâni'ine îmân etmek üzere câzibedâr, hayret-efzâ dâvet ediyor.[2]
Hazret-i Üstâdımızın ifâde buyurdukları gibi; Ey fehm-i âlî sahibi! Şu engin kâinatı, bir kitâb-ı ekber olarak mütalâa edersek, Nûr-u Muhammedî (asm) işte o kitâbın kâtib-i ebedîsinin kaleminden süzülen en saf, en lâtif ve en kıymetli mürekkebini teşkîl eder. Bu âlem-i kebîr, bir şecere-i azîme tahayyül edilirse, Nûr-u Muhammedî (asm) onun hem özü hem de en ulvî meyvesi olur; her bir dalında, her bir yaprağında onun nûrunun izleriyle karşılaşılır.
Bu engin dünyâ, mücessem bir zîhayât olarak farzedilirse, o nûr onun rûhu, onun hayât damarları olur; onunla can bulur, onunla hareket eder. Bu kâinat, pek ulvî bir insân-ı kâmil tasavvûr edilirse, Nûr-u Muhammedî (asm) onun aklı, onun fehmi, onun basîreti olur; onunla düşünür, onunla idrâk eder.
Bu âlem, pek güzel şaşâalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nûr-u Muhammedî (asm) onun andelîbi, güzel sesiyle tanınan ve ötüşüyle baharın müjdecisi olan bülbülü, en tatlı nağmesi olur; her bir köşesinde onun tınısıyla karşılaşılır. Eğer bu kâinat, pek büyük bir sarây-ı azîm farzedilirse, Nûr-u Muhammedî o Sultân-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanât ve haşmeti ve tecellîyât-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek sarâya nâzır ve münâdi ve teşrîfâtçı olur.
Bütün insânları o sarâya dâvet eder, onları cezbeder. O sarâyda bulunan bütün antika san'âtları, hârikaları ve mu'cizeleri târif eder, onları hayretle seyretmeye dâvet eder. Halkı o sarây sâhibine, o ulvî sâni'ine îmân etmek üzere çağırır, onları o eşsiz san'âtın sırlarına mazhâr kılar. Onun nûruyla, bu kâinatın her bir zerresi, her bir taşı, her bir zihayât, birer şâhit olur; birer müjdeci, birer haberci olur. Ve bu yüce nûrun (asm) aydınlattığı bu kâinat kitabının, her bir satırında, her bir kelimesinde, her bir harfinde, Rabbimizin nihâyetsiz hikmetinin, esrârının, merhametinin bir tecellîsi olur.
Ey ins ve cin âlemlerinin sâkinleri! Onun (asm) nûru olmaksızın, bu kâinatın hakikî mânâsı, gerçek kadr u kıymeti meydâna gelmez. Onunla her zerrecik, bir hikmet-i ilâhîye ve bir esrâr-ı Rabbânîye ile nûrlanır. Onun nûruyla, bu kâinatın her bir bucağı aydınlanır, her bir mahlûkat nefes alır ve hayât bulur. Onun nûru, bu âlemde bir meşâle-i hidâyet, bir rehber-i muhabbet olup, her bir köşeyi, her bir varlığı, Rabbimizin sonsuz rahmet ve sevgisinin bir tecellîsi, bir âyinesi kılar.
Ey âlemlerin nûrundan pay almak isteyenler! Biliniz ki, bu kâinatın en parlak cemâli, Sultân-ı Enbiyâ, Gülşen-i Risâletin nâzenîn gülü, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ (asm) teşrîf buyurduğunda, kâinatın bütün dengeleri değişti. O, bin dört yüz kırk beş senedir süregelen bir saltanâtın eşsiz reisidir. Her asırda, sayısız tebaâsıyla, bu yeryüzünün yarısını onun nûrânî bayrağı altında toplamıştır. Onun bu ulvî saltanâtı, sâdece dünyevî değil, aynı zamanda mânevî bir hükümrânlıktır. Onun nûrundan süzülen her bir zerrecik, gönülleri aydınlatır, rûhları yükseltir ve mânevî derinlikleri artırır.
O, dünyânın mânevî bakış açısını yenileyen, bu fâni diyârı âhiretin bereketli bir tarlasına dönüştüren, mahlûkâtın hakikî kadr u kıymetlerini âlem-i ulvîyâta ilân eden, cin ve ins âlemine saâdet-i ebedîyenin nûranî yollarını işâret eden, fanî varlıkları idâm-ı ebedîden muhâfaza eden, dünyânın hikmet-i hilkatini, tılsım-ı muğlakını ve muammâsını çözen, Hâlık-ı Kâinat'ın ulvî niyetlerini idrâk eden ve âlem-i insâniyete tebliğ eden bir zâttır, aleyhissalâtu vesselâm. O, bir nûrânî rehber, bir mânevî kutûp, bir ulvî mürşid-i kâmil olup, gönülleri dönüştürür, ruhları besler ve mânevî ufukları zenginleştirir.
Bu müstesnâ zât-ı nûrânînin (asm) teşrîflerinden evvel, kâinatın her bir zerresi, her bir nev'i, her bir cemâati, onun muştulu gelişini hasretle beklemiş, hüsn-ü istikbâlde bulunarak onu alkışlamıştır. Hâlık-ı Zülcelâl (cc) tarafından ilân edilen bu müjde, her bir mahlûkun en derinliklerinde teyît ve tasdîk bulmuştur. Onun nübüvvetini, her bir varlık, mu'cizât-ı ilâhîye lisânıyla ikrâr etmiş, onun zuhûrunda kâinatın her bir köşesi, bir sevinç ve coşkuyla nûrlanmıştır.
Ve işbu mübârek Mevlîd-i Nebî ayının lâl ü gevher gecelerinde, kâinatın en yüce sultânı, âlemlere rahmet olarak teşrîf buyûran Fahr-i Kâinat'ın tevellüdüne şâhitlik ederken, gönlümüz târifsiz bir hüzün, bir şükrân, bir minnet deryâsıyla dolup taşıyor. Göz kapaklarımızın ardından süzülen elmâs damlaları, ona (asm) olan sınırsız muhabbetimizi, derin hürmetimizi, yanıp tutuşan hasretimizi terennüm ediyor. Ona (asm), onun yüce makamının şânına lâyık bir şekilde, binlerce salât ü selâm olsun diyoruz.
Ey Mevlâ-yı Ezelî, Ey Rahmetiyle gönüllerimizi inşirâhlandıran, Ey Lütûf ve Keremiyle bizi mazhâriyetin en yüce makâmına eriştiren Sultân-ı Kâinat! Biz, fakîr ve muhtâç kullarını, onun (asm) ulvî ve eşsiz şefaâtine nâil kıl. Onun (asm) yüce ahlâkıyla rûhlarımızı tezkiye ve tathîr eyle; onunla berâber, kâinatın en derûnî ve esrârlı sırlarını keşfetmeyi, onunla birlikte Senin zâtına daha da yakınlaşmayı, bize lütf u ihsân buyûr. Onun (asm) nûruyla nûrlanan bu fâni âlemde, bizi sırât-ı mustakîmden ayırma. Onun sevgisiyle yanıp tutuşan, aşkla dolup taşan kalplerimizi, Senin rızana ulaştır. Onunla birlikte, ebedî saâdet yurduna erişmeyi, Senin cemâlini müşâhede etmeyi, bize ihsân eyle.