“İşte Ramazân-ı Şerîfteki orucun çok hikmetleri; hem Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetine, hem insânın hayât-ı içtimâiyesine, hem hayât-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.”
Mektûbât 398 : Yirmi Dokuzuncu Mektûb/İkinci Risâle Olan İkinci Kısım
(Ramazân Risâlesi’nden)
Ramazân-ı Şerîf, feyîz ve bereketin coştuğu, rûhların arındığı, kalplerin Rab'ine yöneldiği mukaddes bir zamân dilimidir. Bedîüzzamân Said Nursi Hazretlerinin bu kutsî ayın derînliklerine işâret ettiği cümle, orucun sâdece aç kalmaktan ibâret olmadığını, çok katmanlı hikmetlerle dolu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Bu hikmetler, hem kâinâtın Yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak'ın rubûbiyetinin tecellilerine, hem de insânın iç dünyâsına ve sosyal hayâtına dokunur. Orucun hikmetleri, kişinin kendi nefsiyle yüzleşmesine, iç dünyâsını disipline etmesine ve Allâh'ın sonsuz nimetlerine karşı şükür duygusunu pekiştirmesine imkân tanır.
Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdesi, orucun, insânın hayâtına dokunan çok katmanlı bir ibâdet olduğunu vurgular. Rubûbiyetin tecellisi, Allâh'ın kâinâtın her bir zerresindeki yönetim ve idâresini ifâde ederken, oruç bu yönetimi derînden idrâk etme fırsatı sunar. Bu mukaddes ayda, insân, Allâh’ın kâinâttaki düzenini, adâletini ve merhametini daha yakından müşâhede eder.
Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i nimet sûretinde halkettiği ve bütün enva'-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i rubûbiyetini ve rahmâniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifâde ediyor. İnsânlar gaflet perdesi altında ve esbâb dâiresinde o vaziyetin ifâde ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazân-ı Şerîfte ise, ehl-i îmân birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultân-ı Ezelî'nin ziyâfetine dâvet edilmiş bir sûrette akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azâmetli ve intizâmlı bir ubûdiyetle mukâbele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirâk etmeyen insânlar insân ismine lâyık mıdırlar?
Mektûbât 399 : Yirmi Dokuzuncu Mektûb/İkinci Risâle Olan İkinci Kısım
(Ramazân Risâlesi’nden)
Bedîüzzamân Said Nursi'nin Ramazân Risalesi'ndeki birinci nüktesi, İslâmî inânç ve pratikte orucun derîn mânâlarını ve insân hayâtındaki rolünü ele alır. Bu nükte, orucun Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetinin bir yansıması olarak nasıl anlaşılabileceği üzerine odaklanır.
Orucun Rubûbiyetle İlişkisi: Oruç, İslâm inâncında, insânın kendini aşarak Allâh'ın varlığının ve kâinâttaki yaratıcılığının farkına varmasına yardımcı olan derîn bir mânevî pratiktir. Bedîüzzamân Hazretleri, orucun, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetini, yâni kâinâtın her bir köşesine nüfûz eden ilâhî idâre ve yönetimi ifâde ettiğini belirtir. Bu bağlamda, Allâh'ın dünyâ üzerindeki sonsuz lütuflarını ve nimetlerini bir sofra üzerinde sergilediği metaforu,[1] insânın bu nimetlere olan bağımlılığını ve Allâh'ın yaratıcılığının bir yansıması olarak onları nasıl değerlendirmesi gerektiğini vurgular.
Orucun bu boyutunu değerlendirdiğimizde, karşımıza çıkan temel kavramlar Allâh'ın rubûbiyeti, insânın bu rubûbiyet karşısındaki duruşu ve bu ilişkinin insân hayâtına etkileridir. Allâh'ın kâinâtı yaratması ve her bir varlığa rızık vermesi, O'nun mutlak yöneticiliğinin ve merhametinin bir göstergesidir. İnsânın bu kâinâttaki yerini ve rolünü idrâk etmesi, orucun getirdiği öz disiplin ve öz yansıma ile mümkündür. Oruç, insânı maddî dünyânın ötesine geçmeye ve Allah’ın kâinâttaki işleyişine dâir derîn bir anlayış geliştirmeye teşvîk eder.
Buna ek olarak, orucun rubûbiyetle ilişkisi, insânın kendi iç dünyâsında gerçekleştirdiği bir yolculuk olarak da değerlendirilebilir. Bu yolculuk, insânın yaratılış gâyesini ve kendi varoluşunu, Allâh'ın yaratıcı gücü ve yönetimi altında bir varlık olarak yeniden değerlendirmesini sağlar. Oruç, insânın dünyevî arzûlardan uzaklaşarak kendini Allâh'a adaması ve O'nun evrensel yasalarını daha derîn bir şekilde anlamasını sağlayan bir vasıtadır.
Ubûdiyet ve Rubûbiyet Arasındaki İlişki: Ubûdiyet, Allâh'a kulluk etmek, O'nun emirlerine itâât etmek ve yaratılış gâyesine uygun bir yaşam sürmek anlamına gelir. Rubûbiyet ise, Allâh'ın kâinâtın her bir zerresine kadar her şeyin yaratıcısı, idârecisi ve yöneticisi olması demektir. Oruç ibâdeti, bu iki kavram arasındaki ilişkiyi özellikle vurgulayan ve bu ilişkinin somut bir tezâhürü olarak karşımıza çıkar.
Oruç, insânın nefsine hâkim olma ve Allah’ın emirlerine teslimiyetini gösterme pratiğidir. Bu süreçte, insân, Allâh'ın varlıklara sunduğu nimetlerin sınırlı kullanımı ile kendi irâdesini Allâh'ın irâdesine tâbi kılar. Bu, kulluğun en temel göstergelerinden biridir ve Allâh'ın yaratıklara karşı sonsuz rahmâniyeti ve rahîmiyeti ile olan ilişkisinin bir yansımasıdır. İftâr vakti yaklaştığında, müminlerin Allâh'tan gelen "Buyurunuz" emrine karşı sergiledikleri sabır ve minnettârlık, Allâh'ın rubûbiyetine karşı sergilenen bir ubûdiyetin ifâdesidir.
Oruç, insânın Allâh'ın kâinâttaki işleyişine dâir derîn bir anlayış kazanmasına ve bu anlayış çerçevesinde kendi varoluşunu yeniden değerlendirmesine imkân tanır. İnsân, Allâh'ın yaratıcılığının ve kâinâtı yönetme şeklinin bilincine varırken, aynı zamânda kendi kulluk görevinin farkına varır ve bu görevi yerine getirmek için gerekli adımları atar. Oruç, bu anlamda, insânın hem kendi iç dünyâsına yaptığı bir yolculuktur hem de Allâh ile olan ilişkisindeki yerini pekiştiren bir pratiktir.
Orucun, Allâh'ın rubûbiyeti ile insânın ubûdiyeti arasındaki bu kozmik bağlantıyı kavrayışı, aynı zamânda, sosyal adâlet ve eşitlik gibi toplumsal değerlerin tezâhürüne de zemin hazırlar. Zirâ, Allâh'ın nimetlerinin herkese âdil bir şekilde dağıtılmasının önemi, oruç sâyesinde daha somut bir şekilde anlaşılır hâle gelir. Bu, orucun sâdece bireysel bir ibâdet olmanın ötesinde, toplumun genelini kapsayan derîn bir sosyal boyuta sâhip olduğunu gösterir.
İnsanlık Durumu ve Oruç: Oruç, insânın varoluşsal durumunu derînlemesine sorgulaması için eşsiz bir fırsattır. Bu süreçte, bireyin, dünyevî arzûlardan uzaklaşması ve mânevî bir yolculuğa çıkması, kendi benliğiyle ve çevresiyle olan ilişkisini yeniden değerlendirme imkânı sunar. Bedîüzzamân Hazretlerine göre, bu mânevî disiplin, insânın Allâh'ın sonsuz nimetlerine olan minnettârlığını artırır ve bireyin Allâh'a olan bağlılığını güçlendirir. Ancak bu süreç, yalnızca Allâh'a olan minnettârlıkla sınırlı değildir; aynı zamânda insânın kendi iç dünyâsında, nefsiyle mücâdelede ve sosyal adâletin tezâhüründe de önemli bir rol oynar.
Orucun insânlık durumu üzerine etkisini değerlendirdiğimizde, orucun, bireyin sâdece kendi iç dünyâsında değil, aynı zamânda sosyal çevresinde de dönüştürücü bir güce sâhip olduğunu görürüz. Oruç, bireyi, toplumun daha geniş bir parçası olarak kendi rolünü ve sorumluluklarını düşünmeye teşvîk eder. Bu, zengin ve fakir arasındaki farklılıkları azaltmaya ve toplumsal dayanışmayı güçlendirmeye yönelik bir eylemdir. Böylece, oruç, bireysel bir ibâdetten öte, toplumu bütünleştirici ve iyileştirici bir güç olarak işlev görür.
Bu süreçte, orucun insânlık durumuna etkisi, bireyin kendi sınırlılıklarının ve kırılganlığının farkına varmasıyla da ilgilidir. Açlık ve susuzluk, insânın kendi bedensel ve rûhsal ihtiyâçlarını daha net bir şekilde anlamasını sağlar. Bu durum, insânın kendi varoluşsal zaaflarını ve Allâh'a olan mutlak bağımlılığını idrâk etmesine imkân tanır.
Oruç, bireyin ötesine geçerek, daha geniş bir evrensel ve kozmik perspektifte kendi yerini bulmasına imkân tanır. Bu pratik sayesinde, insânlar sâdece kendi bireysel ihtiyâçları ve arzûlarıyla sınırlı kalmaz, aynı zamânda kendilerini daha büyük bir varoluş bağlamında, yâni evrenin ve yaratılışın genel düzeni içinde bir parça olarak görebilirler. Oruç, bizi günlük yaşamın ötesine taşıyarak, yaşamın daha geniş anlamı ve amaçları üzerine düşünmeye sevk eder. Bu süreç, insânın sâdece kendi varlığını değil, evrenle olan ilişkisini de derinlemesine kavramasına yardımcı olur.
Orucun Sosyal Boyutu: Oruç, bireyler arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıkları azaltma potansiyeline sâhip bir ibâdettir. Ramazân-ı Şerîf ayı boyunca, zengin ve fakir, güçlü ve zayıf herkes aynı saatlerde oruç tutarak, aynı fiziksel ve rûhsal deneyimleri paylaşır. Bu ortak deneyim, sosyal sınıflar arasındaki duvarları yıkarak, toplum içindeki empati ve dayanışmayı artırır. Oruç, bireyin sâdece kendi ihtiyâç ve arzûlarıyla değil, aynı zamânda çevresindekilerin durumlarıyla da ilgilenmesi gerektiğini hatırlatır. Bu süreçte, zenginlerin fakirlerin yaşadığı sıkıntıları daha iyi anlaması ve onlara yönelik yardım ve destek duygularının güçlenmesi beklenir.
Orucun sâdece bireysel bir arınma pratiği olmadığını, aynı zamânda toplumsal bir işlevi olduğunu görmekteyiz. Oruç, toplumsal dayanışmayı ve adâleti teşvîk eden, bireylerin birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlatan ve toplumda eşitliği vurgulayan bir ibâdettir. Bu kapsamda, oruç, toplumsal dokunun güçlenmesine katkıda bulunur ve bireyler arası ilişkilerde daha âdil ve merhametli bir yaklaşımın benimsenmesine yardımcı olur.
Oruç, ayrıca, bireyin toplum içindeki yerini ve sosyal sorumluluklarını yeniden değerlendirme fırsatı sunar. Bu ibâdet, kişisel tatmin ve bireysel çıkarların ötesinde, toplumun iyiliği için çalışmanın önemini vurgular. Böylece, oruç tutan birey, kendi ihtiyâçlarının yanı sıra toplumun genel ihtiyâçlarını da göz önünde bulundurarak, daha adâletli ve dayanışmacı bir toplum yapısının oluşumuna katkıda bulunur.
[1] Metafor: Edebiyâtta bir şeyi başka şeyle benzetmeye, kıyaslamaya veya anlatmaya yarayan mecâzlardır. Genellikle görsel veya somut ifâdelerle anlatımı kuvvetlendirmek amacıyla kullanılırlar. Bir kavramın anlatılmasında benzer özelliklerinden dolayı başka kavramların kullanılması şeklinde tanımlanabilir.
Metafor, genellikle benzetme ile karıştırılır. Ancak aralarında bir fark vardır. Metafor, bir sorunu başka bir şekilde ifade etmek için kullanılırken, benzetme daha açık bir şekilde iki kavramı karşılaştırırken kullanılır. Eğitimde de metafor, bilinmeyen kavramların öğretilmesi ve soyut kavramların somut hale getirilmesinde güçlü bir araç olarak kullanılır. Öğrencilerin düşünme kabiliyetlerini geliştirir, bilimsel kavramların öğrenilmesini kolaylaştırır ve problem çözme yeteneklerini artırır.
Metafor, dilimize Fransızcadan geçmiş olup kökeni Yunancadaki “taşıma, aktarma” anlamına gelen “metaphora” kelimesinden gelmektedir. Benzetmeden farklı olarak, metaforlarda “gibi” veya “adeta” kelimeleri kullanılmaz; benzetilen ve benzeyen doğrudan birbirleriyle ilişkilendirilir.