“Risâle-i Nûr'u okuyorum; anlamıyor, anlamıyor, anlamıyorum.”
Dur bir dakika, tabii ki ilk başta anlamakta zorlanacaksın. Bekle biraz, çünkü büyük ve ihtişâmlı bir sarayın kapısında duruyorsun. Tüm sarayın inceliklerini ve sırlarını bir hamlede çözmeyi beklemek adaletsiz bir talep olacaktır. Sâdece sarayın kapısında durmuş olman bile büyük bir ayrıcalıktır.
Öncelikle sarayın kapısını anlama gayretine gir, içine adımını at, orada yaşayanları tanıma çabasında bulun. Zamânla, sarayın hizmetçileri seni içeriye alacak ve saray hakkında bilgi sunacaklar. Böylece, kavradığın ve tecrübe ettiğin kadarıyla, âşina olmaya başlayacaksın.
En büyük yanılgın, Risâle-i Nûr'u basit bir kitâp gibi düşünmek ve ondan aynı şekilde beklentilerde bulunmaktır. Fakat unutmamalısın ki, RİSÂLE-İ NÛR, DİĞER KİTAPLARDAN FARKLIDIR; O BİR REHBER, CANLI BİR MÜRŞİDDİR. Bunu tam anlamıyla kavramalı ve kabûl etmelisin. Risâle-i Nûr'la buluşurken, saygıyla önünde diz çökmelisin... Risâle-i Nûr seni bir checkuptan geçirir; nerede eksiklerin olduğunu, hangi hastalıklara sâhip olduğunu, hangi mikropların seni rahatsız ettiğini belirler ve ardından onarım sürecini başlatır. Belki de ilk işi senin temelini düzeltmek olacaktır. Sen de bilirsin ki temel, belirgin bir şey değildir, yalnızca hissedilir. Temelini düzelttikten sonra, yavaş yavaş destek kolonları ve kirişlerini yerleştirir. Daha sonra duvarlarına şekil verir ve en sonunda ince işlere geçer.
Sen ise her şeyi bir anda anlamayı umuyorsun, ama bunun mümkün olamayacağını biliyorsun.
İşte Risâle-i Nûr canlı bir mürşîd olduğu için, öncelikle neye ihtiyâcın varsa onu tamir eder, yavaş yavaş. Seni ayağa kaldırır, gözlerini açar ve tüm gerçekleri görebildiğin ölçüde görürsün. "Görebildiğin ölçüde" diyorum çünkü ne kadarına ihtiyâcın varsa o kadarını verir.
Rahmetli Bayram Yüksel ağabey bir hâtırasını şöyle anlatır:
Sabah dersinde Üstâdımız Hazretleri her sabah namazından sonra; biz hizmetkârlarını huzûruna alırlar, namâzı kılıp, tesbihâtı yapıp yapmadığımızı sorup öğrendikten sonra berâberce derse otururduk. Sabah dersleri en aşağı iki saatten az olmazdı. Okuduğumuz mevzû hakkında diğer bir eserde orayla alâkalı bir husûs varsa o kitâbı getirirler aynen oradan okuturlardı. Ve buyururlardı ki:
"Risâle-i Nûr’un hocası Risâle-i Nûrdur. Risâle-i Nûr’un başka eserlerden ders almaya ihtiyâcı yoktur."
Yalnız Arapça İşârât-ül İ’caz, Mesnevî-i Nûrîye gibi eserlerini okurken çok geniş izâhât verirler; saatlerce şerh ve izâh ederlerdi.
Ben kalben ve rûhen bu hakikatleri yiyor gibi olduğum halde, aklen bir şey anlamadığımı sanırdım.
Bir gün Üstâdımız Hazretleri bana hitâben;
"Bayram ne anladın?" diye sorduklarında:
“Hiçbir şey anlamadım Üstâdım!” cevâbını verdim.
Sonra Üstâdımın huzûrundan ayrılınca bir inkılâp oldu. Bu akıl gitti sanki yerine başka akıl geldi. Tekrar bir sabah dersinde Üstâdımız Hazretleri izâhât veriyordu. Öyle anlıyorum ki, sanki fotoğraf makinesi gibi beynime yerleşiyordu... Dersten sonra:
“Eh! Artık ben ‘oldum’; tam anladım, buradan gidebilirim!” diye düşündüm.
Tekrar derse girdiğimizde baktım o hâl yine kayboldu! Gene hiçbir şey anlamıyordum. Üstâdımız Hazretleri bana hitâben:
"Bayram ne anladın?" diye sordu.
“Üstadım ben bir şey anlamadım!” cevabını verince, bana bir tokat attı! Ama öyle ki, şaka değil...
"Keçeli, tam anladın! Eğer hep o anladığın gibi anlasaydın, ben ‘oldum’ deyip basıp gidecektin istihdâm olunmayacaktın. Risâle-i Nûr, Kur’ânî bir bahçedir. Kiminin eli uzanır, meyveleri koparır; kimi kopardığı meyveleri yer kimi çiğner, kimi bir kokucuk alır... Sen bir kokucuk dâhi alsan, hizmette istihdâm olduğuna râzı ol" buyurdular.
Anlıyorsun ki öncelikle bilmen gereken şey, Risâle-i Nûr'un önüne; ihtiyâç hissiyle ve onu bir mürşîd olarak kabûl ederek oturman gerektiğidir. Bu ihtiyâçlarını ona rûhunla ifâde etmelisin. O zamân Risâle-i Nûr, sana ihtiyâcın olanı yavaşça vermeye başlar. Ne kadarına ihtiyâcın varsa o kadarını, daha fazlasını değil. Çünkü fazlası senin için zararlı olabilir.
Zâten her şeyi bilmek için yaratılmış değilsin ki. Elde edebileceğin bilgi ölçüsünde olanı alıp yaşamına yansıttıktan sonra, bu bilgiler ışığında hakikâte ulaşmayı amaçlamaktır yaratılış gâyen. Ve asıl hakikât, Allah'ın var olduğu, O'nun (cc) her şeyi yaratan olduğu ve her an bizimle olduğu ve tüm kâinatı her şeyi ile ve her an yönettiğidir. Daha ilerisi, O'nu (cc) tanıma çabasına (Esma-i İlâhî'yi öğrenmeye) girmektir.
Risâle-i Nûr, senden bir bağlılık (sadâkat) talep eder, saf ve temiz bir bağlılık... Bu bağlılıkla, bilgiye olan açlığını hissederek onun önünde tedaviye ihtiyâcı olan biri gibi diz çökmen gerekiyor. Tıpkı hastanın doktordan yardım umarak dediği gibi: "Hastayım, doktora da muhtâcım, bu doktor beni sağlığıma kavuşturacak, bana gerekli ilâçları verecek ve bu ilâçları düzenli kullandıkça sağlığıma kavuşacağım." İşte bu şekilde, Risâle-i Nûr'un önünde bir hastanın doktor karşısındaki teslimiyetiyle diz çökmen gerekiyor. Risâle-i Nûr, senin bu samîmi ve ihlâslı tutumunu anladıktan sonra, senin durumunu inceler, ihtiyâç duyduğun şifâları ne eksik ne fazla olacak şekilde sağlar.
Risâle-i Nûr'u anlamak için öncelikle ona ihtiyâç duyman gerekiyor; bir müşteri gibi dükkânına gireceksin ve "şu şu şu ihtiyâçlarım var" diyeceksin, bir istekli olacaksın. Eğer "bakalım, bu dükkânın içinde ihtiyâcım olan şeylerden var mı, bir sorayım, belki bulurum" diye girdiysen, yani "alıcı" olmak yerine "sorgulayıcı" olmayı seçtiysen, belki sorduğunun yanıtını bulursun, ama ihtiyâçlarını karşılamayabilirsin.
Ardından, Risâle-i Nûr senin sadakâtini talep eder. Çünkü, bir terapiste başvurur gibi, düzenli olarak onunla görüşmeli ve onun söylediklerine uygun bir yol izlemeli ve ona güvenmelisin.
Risâle-i Nûr sende ciddiyet ve devâm arar. Yoksa Risâle-i Nûr’u diğer kitâplar gibi okur durursun da pek fazlaca ilerleyemezsin.
Bütün bu sürecin temelinde ise Risâle-i Nûr'un samîmiyeti araması yatar. Samîmiyetle ihtiyâçlarını dile getirecek ve sadakâtle devâm edeceksin. İşte o zamân Risâle-i Nûr senin elinden tutar. Önce durumunu analiz eder, ihtiyâçlarını belirler, hangi alanların tamir edilmesi gerektiğini bulur, ardından seni bir yapı gibi inşâ etmeye başlar. Yükseldikçe yeni keşifler yapar, yeni gerçeklere ulaşırsın.
Risâle-i Nûr, içerisinde Osmanlıca, Arapça, Farsça gibi çeşitli dilleri, çeşitli bilim dallarını, mantığı, felsefeyi, kelâmı, tefsiri, birçok yüksek ilimleri barındırır. Ancak, bu bilimlerin hepsine hâkim olman, Risâle-i Nûr'u okuyup anlamak için bir zorunluluk değildir. Anadolu'da yaşayan birçok Nur talebesinin örneğinde olduğu gibi, ilmi olmayan, Farsça, Arapça, Osmanlıca bilmeyen, hatta okul okumamış birçok ağabey, Risâle-i Nûr sâyesinde ne kadar ilerleme kaydettiklerini gözler önüne sermektedir.
Evet, herkes rahmetli Mehmet Kırkıncı ağabey gibi veya diğer bilge ağabeyler gibi olmayabilir. Âlim olmak, mantık ustası olmak herkesin kabiliyeti dâhilinde olmayabilir. Ancak, bu zâten beklenti değildir. Risâle-i Nûr, sana ihtiyâç duyduğun kadarını sağlayacaktır, fazlası senin için zararlı olabilir. Risâle-i Nûr, asıl olarak rûhâniyet verir; dava rûhu, îmân rûhu, hamiyet rûhu, ibâdet şûûru, farkındalık, hakikâtlerin ötesindeki hakikâti verir. Bunun yanında, kabiliyetlerine ve sana zarar vermeyecek düzeyde olan diğer bilgileri yavaş yavaş verir.
Sonuç olarak, eğer Risâle-i Nûr'u anlamak istiyorsan; birincisi samîmi bir arayışçı olacaksın. İkincisi, onu bir kitâp olarak değil, canlı bir rehber, mürşîd olarak kabûl edecek, önünde diz çöküp ne veriyorsa sadakâtle ve güvenle devâm edeceksin. İşte bu, sürecin temeli ve başlangıcıdır.
Bundan sonrasını Risâle-i Nûr'a bırak: O, bir mürşîd, bir rehber, bir mühendis, bir doktor, bir öğretmen, bir psikolog gibi sana ne gerekiyorsa, ne kadar gerekiyorsa, ne zamân gerekiyorsa onları, dozunda ve zamânında sağlayacaktır, merak etme... Eğer bunun için bir ispâta ihtiyâç duyuyorsan, Risâle-i Nûr'un öğretilerini kabûl edip yaşantısına aksettirmiş Anadolu'daki Nur talebelerini ziyâret et ve onlarla sohbet et, onların hayat hikâyelerini öğren, nasıl sana "gerçekten de doğru" diyeceğini gör.
Yazının Arapçası için TIKLAYINIZ
Yazının İngilizcesi için TIKLAYINIZ