Salih Okur-Cevaplar.org
Takdim
Rahmetli Hekimoğlu İsmail, Kırkıncı hocamızı anlattığı bir yazısında der ki; " Hiç şüphe yok ki İslam âlimi olduğu kadar, insan mühendisi de olan Hocamızın en kıymetli eserleri, yetiştirdiği talebeleridir. Çoğu "Hoca" oldu amma, hocalık unvanlarıyla Kırkıncı Hocamın önünde diz çöküp, elini öpmeleri, faziletin mahyalaşmış hâlidir."
Prof. Dr. Himmet Uç bey, bir yazısında şöyle anlatır onu; "Hoca Efendi alimdi, gayyurdu, etkileme gücü olağanüstüydü, mantığı cin çarpmış gibi ateizmi ve nihilizmi, gafleti darmadağın ederdi. Erzurum'da üniversitede birçok insan öğrenci veya öğretim üyesi onun fiziksel baskın kişiliği ve tipindeki nuranilik ve konuşma ve dostluğundaki harikalık ile şu dünya denilen imtihan salonunda Allah'a kul olmanın mahiyetini anlamışlardır."
Ve yine der ki; "Biz Erzurum'da Ene bahsini Kırkıncı Hoca okudu mu bir ihtifal günü imiş gibi ne diyecek, ne söyleyecek diye ağızlarımızı açar ona bakardık. O kadar canlı anlatırdı ki başka bir dünyaya giderdi, o kadar ciddi haz alırdı ki biz de gücümüz oranında ondan etkilenirdik. Onun anlatması bir başka şeydi. Kendisi haz aldığı için bize de hissettirir, bazan da kendinden geçer "hay hay hay" derdi. Metinle empati kurardı ama ne empati, bir okyanusun derinliklerine dalan dalgıç gibiydi."
Kırkıncı Hocamız 1960'lardan itibaren kendisiyle özdeşleşen Karanlık Kümbet (merhum Bekir Berk'in ifadesi ile Nurlu Kümbet) medresesinde tezgahını açmış ve yüzlece talebe yetiştirmişti.
İşte o talebelerden birisi olan, Suffa Vakfı başkanı muhterem Mustafa Karaman beyin hocamızla alakalı yaptığı bir konuşmayı yazı üslubuna çevirip yayınlamak arzu ettim. Yazıya ara başlıklar koydum, tehir ve takdim yaptım. İstifadeye medar olması dileklerimle.
BEREKETİN ÜÇ YÖNÜ
Mesela mescidler, mabedler, Arafat, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere ve saire gibi bereketli mekanlar vardır. Zamanlara baktığımızda; mübarek geceler, Cuma geceleri, seher vakitleri, teheccüd vakitleri gibi vakitler de, zamanlar içinde bereketli vakitlerdir.
Adamlara gelince; başta Peygamberler aleyhimüsselam, sonra onların sahabeleri, sonra onların tabiinleri ta bizlere kadar gelen bir silsile-i nuraniye vardır.
Hocam da-Allah rahmet eylesin, mekanı Cennet olsun-hakikaten bizim âlemimizde, hayatımızda mühim bir unsur olmuş, milat olmuş bir zat-ı muhteremdir. Acizâne- gereği kadar- istifade ettiğimi şahsen düşünüyorum.
BEDİÜZZAMAN'IN BİLİNMEYEN TARAFI NEDİR?
Şimdi efendim, Necmeddin Şahiner "Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi" adlı eserini hazırlarken bir de hocama müracaat ediyor. Diyor ki; "Hocam, ben bir eser hazırlıyorum; Bediüzzaman hazretlerinin bilinmeyen tarafları." Sizin de Üstadla münasebetiniz olduğunu, mülaki olduğunuzu biliyoruz. Bu hususta bize ne anlatırsınız? Sizden bilgileri, hatıraları almaya geldim."
Ben Necmeddin Şahiner ağabeyden dinledim. Necmeddin ağabey dedi ki; "Mustafa kardeş, ben önceden hocama uğrasa idim, belki bu eseri yazmazdım. Hocamın bana verdiği cevap beni kilitledi" dedi. Herkesten farklı bir cevap vermiş hocam, yine o muhakemesi ile, anlayışı ile, mefkuresi ile demiş ki; "Necmeddin efendi, üstadın bilinmeyen tarafı Risale-i Nur'dur. Yani tavuğu üç yumurtlamış vs. gibi bazı kevni kerametler herkeste var. Bunları anlatmaktan ziyade, Bediüzzaman'ın insanlık tarafından, toplum tarafından bilinmeyen tarafı Risale-i Nur'dur, bunu nazara verirsek, bu ilmi kerameti dikkatlere arz edebilirsek, üstadın hakkını vermiş oluruz" cümlesini kullanmış. Necmeddin ağabey çok şaşırmış, bunu memnuniyetle devamlı ifade ederdi.
HOCAMI FARKLI KILAN ÖZELLİKLER
Üstadımızın ortaya koyduğu Risale-i Nur muktesabatı ile Kırkıncı Hocam tekniğe, ilcaat-ı zamana ve medeniyetin getirdiği yeniliklere açık bir insandı. Yani onlarla davasını götürmeyi, onları davasına alt yapı yapmayı çok iyi kullandı. Mekteple medrese mantığını hayatında birleştirdi hocam. Halbuki bundan evvel bunlar arasında ciddi münakaşalar vardı.
Üstadın; "Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir."(Münazarat, s. 86) mevzuunu Kırkıncı Hocam mühim bir manevra ile- hem medrese muktesabatı hem de Risale-i Nur muktesabatı ile, Üniversiteye de ciddi manada ilgi ve alaka göstererek hayatında tevhid etmiş, vasıflı bir zat-ı muhteremdir.
Hassaten ilcaat-ı zaman mevzuu...Mesela Bediüzzaman Hazretleri hayatında 6000 sayfa Risale-i Nur Külliyatını el yazması ile orjinal bir biçimde yazdırmış. Hatta; "İman, tekniğe meydan okudu" gibi ifadeler var.(bkz.Tarihçe-i Hayat, s. 632 ) Belki o ilk zamanın şartlarında bunu teksir makinası ile yapmak belki mümkün değil. Fakat muazzez üstadımız da aynı kaide ve kurallarla, "Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. (Münazarat, s. 32) kaidesi ile mantığıyla, muhtevasıyla, ne zaman Risale-i Nurlar latinize harfler ile basılmaya, yazılmaya başlandığında, illa Osmanlıca okuyun, yazın diye bir iddiada bulunmamış. Kendi hayatında, 1957, 58, 59 baskılı külliyatlar var elimizde, latinize bastırmıştır. Latinize basıma itiraz edenler olmuştur. Üstad, gelecek neslin imanının kurtulması adına bu takıntılara girmemiş, Latinize harflerle hayatında bastırtmıştır.
Üstadımızın bu tavsiyesine, bu usulüne, bu metoduna hocam hakikaten süratli bir manevra ile, farklı bir manevra ile sahip olmuş, talip olmuş, kendi bulunduğu çevresinde Risale-i Nur eserlerini kendi medrese ilimleri ile mecz ederek, fen ilimleri ile de mecz ederek, kendi muktesabatı ile beraber bir dava ortaya koymuştur.
ŞERH VE İZAH VADİSİNDE KIRKINCI HOCAM
İzahları ile de Kırkıncı Hocam ikinci bir yol açmış. Burada şöyle bir incelik var; Risale-i Nur'u çok iyi bilmek, çok iyi okumak, çok iyi nakletmek ayrıdır, çok iyi anlamak, çok iyi manalar çıkartmak ve hadisatla entegre edip, muhakemeli bir şekilde bir mevzu ortaya koymak çok ayrıdır. İkisi arasında çok fark var. Hafız olmak ayrı, Kur'an'ı anlamak ayrıdır. Fetva vermek ayrı, usul-i fıkıh ayrıdır. Hadis ezberlemek ayrı, hadisten ahkâm çıkartmak, müctehidlik makamına gelmek ayrı bir kategoridir. Bazen ikisini birbirine karıştırıyoruz.
Veda Hutbesinin son bir cümlesi var, çok manidardır. Efendimiz aleyhissalatu vesselam şu ifadeleri kullanmış; "Burada olanlar şu benden dinlediklerini burada olmayanlara, olamayanlara anlatsınlar, ola ki sizden sonra gelenler, daha iyi anlarlar." Bu ifade ile İmam-ı Azam'a işaret, İmam-ı Şafii'ye işaret, Tabiin ve Tebe-i Tabiin'in vasıflı insanlarına işaret var burada. Anlamak ayrı bir şey...Bu, Allah vergisi bir özellik.
İşte Kırkıncı Hocam-Allah rahmet eylesin- Risale-i Nur hakikatlerini kendi mantık ve muhtevasıyla da geliştirerek, muhakemeli çıkışlarla, muhakemeli izahlarla, muhakemeli bir şekilde yazdığı eserlerle bu anlama meselesinin hakkını vermiş, binlerce insanın imanının kurtulmasına, kuvvetlenmesine mahiyeti itibarıyla vesile olmuştur.
MEYVELİ AĞAÇ
Hocamın yetiştirdiği elemanlar elhamdülillah hem Türkiye'de hem de dünya çapında Risale-i Nur'a sağlam hizmet ediyorlar. Din-i Mübin-i İslam'a faydalı oluyorlar. Hadisatın tazyikatı altında hocamın vermiş olduğu muhakeme, düşünce ve zihniyet ile kendilerini muhafaza edebiliyorlar. Çünkü muhakeme çok önemlidir.
Mesela Hocamın yazdığı eserler de bizim internet sitemizde çok hizmet ifa ediyor. Hocamın sohbetleri ve dersleri, o basit misallerle ulvi hakikatları akla yaklaştırması el'an şu genç nesle çok faydalı açılımlar meydana getiriyor.
ÜSTADIN VASİYETİNE MASADAK OLDU
Hassaten de, muazzez üstadımızın bir vasiyeti olan Erzurum Üniversitesine sahip çıkması. Hani üstad o üniversite açıldığında "orası benim üniversitem olacak" demiş. "Ama üstadım ismi" dediklerinde, "İsmini onlara rüşvet veriyorum" demiş.
Bu vasiyet te gerçekleşti, hocamın mantıklı ve muhakemeli yaklaşımları ile o üniversite gerçekten de ehl-i imanın bir merkezi oldu, mekanı oldu, alanı oldu. Bazı üniversitelere eleman yetiştirmekte, imdada yetişmekte de bir menba ve kaynak telakki edildi. Rahmetli Turgut Özal o zaman yeni açtığı üniversitelerin rektörlerinin çoğunu da Erzurum Üniversitesinden intikal ettirerek açmış oldu. Hocamın böyle de bir, üstadımızın vasiyetine masadak olma açısından üniversiteye yaptığı destek ve yardım, oraya yaptığı teşvik, oradaki nur talebelerini mantıklı bir şekilde sevk ve idare etmesi, ille böyle dekan ve rektör olmak değil de, öğretim üyesi olmakla iktifa edip, vasıflı genç elemanların yetişmesine zemin hazırlama hususunda da ayrı bir hassasiyeti ve siyaseti vardı.
Şunu da arz edeyim; bir rektör, hocamızın da oradaki ağabey ve kardeşlere telkinatı ile seçilmiş, rektör olmuştu, ismini vermeyelim. Bizim öğretim üyesi arkadaşlarımızın desteği ile seçildiğinden dolayı, seçildikten sonra Kümbet'e geliyor. "Hocam" diyor, "Allah razı olsun, seçildik, rektör olduk. Sizin arkadaşlar da sizin talimatınızla bize destek verdi. Şimdi benden beklentiniz nedir? Sizin için ne yapabilirim?" diyor.
Hocam diyor ki; "Rektör efendi, sen rahat ol. Senin seçilmene vesile olan bizim arkadaşlar sana selam bile vermeyecekler, sen rahat ol. Bize bir borcun yok, işine bak sen. Bizim orada işimiz, Anadolu'dan gelmiş, oradan buradan gelmiş gençlerin vatanperver olması, milletperver olması, dinini seven insanlar olması, bizim davamız budur. Makam mevkii davası değil ki, biz senden talepte bulunalım."
O rektör efendi o kadar rahatlamış ki... Çünkü her verilen oyun bir beklentisi olabilir.
Hocamın bu manada içtimai ve sosyal hayatta da ufku çok gelişmişti.
İSTANBUL SEVGİSİ
Hocamla bazı hatıralarımıza değinecek olursak; bir kere hocam İstanbul aşığı idi. İstanbul'u çok severdi. Bir de hocamın belki bazı insanların farkına varamadıkları bir sanat aşıklığı vardı.
Necip Fazıl merhum İstanbul için; "Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar" diyor. Hocam bana; "şunu da benim namıma kaydet; "O zaman Erzurum'da gülmektense İstanbul'da ağlamak daha hayırlı Mustafa Kardeş" demişti. İstanbul'u böyle çok severdi.
YAVUZ SULTAN SELİM HANA MUHABBET VE HÜRMETİ
Mesela her İstanbul'a gelişinde mutlaka Yavuz Selim Camiine giderdi. Bana bir vasiyeti var; "Selâtin-i Osmaniyeye (Osmanlı padişahlarına) bir fatiha okursan, bu zata( Yavuz Sultan Hana)iki tane oku" derdi. "Diğer bütün padişahların türbedarları yok, onun ki devam ediyor" derdi. Bak, buna da hocam dikkat etmiş. Gerçekten onu türbedarları hâlâ orada devam ediyor. Nesilden nesile gidiyor. "Neden hocam?" dedim. Dedi ki; "Eğer bu zat olmasa idi, İran zihniyeti, Şia zihniyeti Allah korusun bütün Anadoluyu tarümar edecekti. Bugün İslamiyet, doğru İslamiyet, İslamiyet'e layık doğruluk şu memleketimizde eğer uygulanıyorsa, bunun müsebbibi Yavuz Sultan Selim'dir" derdi. Onunla alakalı kitabı da zaten mevcut.(Not: İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim adıyla Zafer Yayınları tarafından basılan bu eser, yeni bir dizayn ile hazırlanmış olup, yakında inşaallah Erzurum Kültür Eğitim Vakfı tarafından tekrar basılacaktır.)
GÖRÜŞTÜĞÜ BAZI ZEVAT
Gelişinde de Hocamla çok bereketli bir zaman geçirirdik. Derslerin, sohbetlerin, bizim bildiğimiz hizmet planlamalarının dışında mesela merhum Gönenli Mehmed Efendi ile görüştüğünü bilirim, Halil Günenç Hoca ile görüştüğünü bilirim. Rahmetli Kadir Mısıroğlu ile, merhum Şevket Eygi beyefendi ile, Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Ümit Meriç, Taha Akyol, Hekimoğlu İsmail, hassaten de şimdi Cumhurbaşkanımız olan-o zaman büyükşehir belediye başkanlığı yapan- Recep Tayyip Erdoğan ile de hocam görüşmeler yapmış, ben bunların hemen hemen hepsine şahidim.
CUMHURBAŞKANIMIZLA OLAN İLGİNÇ DİYALOĞU
Cumhurbaşkanımız büyükşehir belediye başkanı iken Süleymaniye Suffa Vakfı merkezinde hocamla bir görüşmesi oldu. Tayyip bey görüşmeyi arzu etmişti. O zaman da rahmetli Erbakan başbakan. Salonumuzu hazırladık. 20-25 kişilik bir heyet ile geldiler. Çok güzel bir muhabbet havası oluştu. Değişik konulardan mevzular oldu. Tayyib bey; "Hocam, bana bir tavsiyeniz var mı" dedi. "Var Tayyib bey" dedi hocam ve devamla; "İstanbul'u idare eden Türkiye'yi idare eder. Cenab-ı Hak sana o günü, o zamanı, o nimeti nasip ederse, Turgut Özal gibi davran. Herkesi kucakla. Hangi menşeden, hangi partiden gelirsen gel, ama o gün geldiğinde tüm Türkiyeyi kucakla" dedi. Hani merhum Özal'ın dört eğilimi vardı ya, onu tavsiye etti.
"İkincisi" dedi, "muvaffak olabilmek için, düşmanlarını azalt. Hasımlarının hepsini karşına cephe olarak koyma. Kademe kademe git."
Cumhurbaşkanımız; "nasıl yani hocam" dedi. Hocam; "bunu uzatmayayım, sana bir misalle arz edeyim. Ben eski kitaplarda, hayvanların kendi aralarında konuşmalarından eski İran padişahlarının çok istifade ettiklerini bildiğim için, o tip eserleri çok karıştırdım, kurcaladım. Çok güzel temsiller, hikayeler var. Sana bu hususta birini nakledeyim" dedi.
"Horozun biri bir ağacın başında tünemiş, imsak vakti. Aşağıda da bir tilki var. Tilki bekliyor ki, horoz aşağı insin de, o da onu yesin. Bakıyor ki horoz inmeyecek. Diyor ki; "Horoz kardeş, o güzel sesinle bir ezan-ı Muhammedi oku. Sabah vakti yakın. Sen imam, ben müezzin şurada cemaatle namazımızı kılalım, sevabını alalım."
Tilki bu teklifi yapınca horoz tabii uyanık. Tilkinin kendisini namaz bahanesi ile yiyeceğini biliyor. Ağaçtan bakıyor ki ileriden gelenler var. "Tilki kardeş, cemaatin sayısı artsa, sevabı da artar mı" diyor. "Tabii" diyor Tilki; "ne kadar cemaat, o kadar sevab." Horoz da; "İleriden iki tane tazı ile bir avcı geliyor. Onları da davet et, ben ezanı okuyorum" diyor. Tilki bakıyor ki hakikaten geliyorlar, "yok horoz efendi, benim abdestim sıkıştı, müsaade et, ben bir abdest alıp geleyim" diyor, kaçıp gidiyor.
Hocam bu hikayeyi anlattıktan sonra dedi ki; "Tayyib bey, hasımlarınla mücadele ederken tazılarla avcıları da yanına al ki, gücün, kuvvetin artsın." Yani sen de bir blok oluştur. İçte ve dışta hasımlarınla mücadeleyi kademe kademe yap, sağını solunu da güçlendir anlamında bir tavsiyesi oldu.
Tayyib beyin o kadar hoşuna gitti ki, "hocam, ben bunu hafızama kaydettim" dedi.
KADİR MISIROĞLU İLE GÖRÜŞMESİ
Bir de merhum Kadir Mısıroğlu ile bir hatırası var. Çoklarıyla var da, vakit alır. Bunu da anlatayım. Fatih Camiinde bir Ramazan mevsiminde bir kitap fuarı var. Hocam da ne hikmetse o sıralar buralarda. Hava hafif yağmurlu idi. "Hocam kitap fuarını beraber gezelim mi" dedim. "Olur" dedi. Yayan buradan adımlaya adımlaya gittik. Kitap standlarını geziyoruz. Her standda bir yazar oturmuş, kitaplarını imzalıyor. Kadir beyin önünden geçtik, ben dikkat ettim, hocam görmedi. "Hocam fark edemediniz mi" diye sordum. "Mustafa Efendi, ne var ki" dedi. "Kadir bey kitap imzalıyor" dedim. "Dön o zaman" dedi. 15-20 metre gitmiştik, geri döndük.
Hocam geldi, Kadir Mısıroğlu'nun masasına elini koydu. Kadir bey hâlâ kitap imzalıyor. Başında malum bir fes. Bir elinde büyük bardakta demli bir çay, omuzunda bir sako...
Hocam; "Kadir efendi" dedi. Baktı; "Ooo hocam "dedi, kalktı ramak kaldı, çay elinden dökülecekti. Kalem bir tarafa savruldu, sako düştü. Hocama böyle temâdi etti, iltifat etti. Muhabbetten sonra ayrılırken dedi ki; "Hocam, Kümbet'te dinlediğim Hüve Nüktesi hüvesi hüvesine hafızamdadır. Şu an da sorsan kelimesi kelimesine size konuşurum. Çok istifade ettim sizden" dedi.
Allah mekanını, makamını Cennet eylesin.
(Not: Bu görüşmeyi merhum hocamız Hayatım Hatıralarım adlı eserinde de anlatmaktadır. Bkz. Mehmed Kırkıncı, Hayatım Hatıralarım, s. 212, Erzurum Kültür Eğitim Vakfı Yayınları, Erzurum, 2022)