Milliyet’te yazan Melih Aşık’ın köşesinde, ’Doğu ile Batı…” başlıklı yazıyı okuyunca, Şam ile Kemalizm arasında ortak bir kader, bir bağlantı ve münasebet olduğunu keşfettim. Esasında Baasçılık, Kemalizmin Şam versiyonudur. Bu manada ikinci Süfyanizm de sayılabilir. Yazıyı okuduktan sonra neden Baasçılıkla veya Esatçılıkla Kemalizm arasında ortak bir bağ ve ötesinde kader olduğunu görüyorsunuz. Birisinin sökülmesi diğerini de ırgalayacaktır. Bundan dolayı Kemalistler cibilli olarak Esatçıları severler. Melih Aşık’ın yazısını okuyunca; Selanik ile Şam çaprazından Şam ile İstanbul arasında yolların ve kolların kesiştiğini görüyorsunuz.
Melih Aşık’ın pek de uzun olmayan fıkrası şöyle:
"Falih Rıfkı Atay anlatıyor (Babanız Atatürk - Pozitif Yayın- S. 19)...
"...Şam, ta eski tarihlerden beri ahlaksızlık ve fitne kaynağı olarak tanınmıştır. Çarşı hile ile iş görür, alışverişlerde yalansız söz işitilmez. Müslümanlık dininin haram kıldığı ne kadar günah varsa adım başında birini işlemeyen yoktur. Fakat iki yüzlü softalar, halkı taassup baskısı altına almışlardır. Şeri mahkemelerde hepsi rüşvetle dava gören, haklıyı haksız, haksızı haklı çıkaran softaların dış görünüşte sofuluklarından geçilmez. Hayatın bütün zevkleri yasaktır. Kadın peçesi ve çarşafı ile kapkara kapalı iken bile caddelere ve çarşılara çıkamaz. Müzik yasaktır, içki içilmez. Evlerde ise gizli gizli her türlü fuhuş ve sefahat âlemleri eksik olmaz...
"Makedonya’da iyi yaşayan dünya nimetlerini tatmasını bilen Hıristiyanları gören Mustafa Kemal milletin ikiyüzlü softalar elindeki vicdan köleliğinden yanardı. Türkiye Müslüman olmayanlar için cennetin zevkleri, Müslüman olanlar içinse cehennemin zorluklarıyla doluydu...
"...Din adına milletini pençesi altında tutan ikiyüzlü softaların taassubu da onu zulüm ve rüşvet üzerine dayanan devlet idaresi kadar üzüyordu.
"Bunun yolu rejimden kurtulmakta, hürriyete kavuşmakta idi. Mustafa Kemal bir yandan askerlik vazifesini yaparken bir yandan siyasi telkinlerine çalışmalarına başladı...
***
Osmanlı’nın içine düştüğü bataklıktan kurtarılması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli cemiyetin kuruluşunda bulunur. Yol haritasını çizerken kuşkusuz Şam’daki gözlemleri de onun için belirleyici olur. Kafasında yüzü Batı’ya ve çağa dönük laik bir rejim modelinin oluşmasında hem Batı hem Doğu dünyasındaki yaşamı görmesi etkili olmuştur….”
Burada bazı dane-i hakikatler var. Bu dane-i hakikatlere Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de temas etmiştir. Bediüzzaman bunları ıslaha, imara basamak olsun diye dile getirirken öteki taraf yıkmak için felsefesine bahane ve dayanak yapmıştır. Bediüzzaman Emevi Cami’nin kürsüsünden ümmetin içtimai ve siyasi hastalıklarına temas etmiş ve bunları altı sınıfta toplamıştır. Bunlardan istibdat gibi olanlar hem içtimai hem de siyasidir.
O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye'sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu hastalıkları serdetmek ve tadat etmekten amaç, İslam eczanesinden eczalarla bu hastalıklara tedavi uygulamaktır. Bu tedavi ibtida veya bidat anaforuna, çığırına kapılmakla değil aksine ittiba ile olacaktır. Bu ittiba meselesini en güzel dile getirenlerden birisi Medine İmamı İmam Malik Bin Enes’tir. 'Len yesluhe ahiru hazihi’m ümmeti illa bima saluhe bini evveluhu' buyurmuştur. Ümmetin sonu ancak baştaki haliyle ve başa dönmekle salah bulur. Bu da öze ve maziye yabancılaşarak değil; bilakis tashih ve tecditle ve tamir yoluyla olacaktır.
Gerçekten de Şam’da dindarlığın yanında Falih Rıfkı Atay’ın değindiği gibi alışverişte hile ve yalan alışkanlığı, itiyadı vardır. Bediüzzaman bu hastalığa ‘sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi’ diye tanı koyar. Çözüm batılılaşmak değil kaybolan sıdkı diriltmek ve dürüstlüğü ikame etmektir. Falih Rıfkı Atay ile Bediüzzaman teşhiste birleşseler bile tedavide ayrılıyorlar. Atay’ın ve önderinin nazarında İslam toplumları iflah olmaz, tek çare batılılaşmaktır. Şehid-i muazzez İskilipli Atıf Hocanın ifadesiyle Batı mukallitliğidir. Bunu da dine sırt dönerek ve lakayt hale gelerek başaracaklarını umarlar. Mustafa Kemal Şam’dan bazı telakkilerle döner. Pozitivist eğilimlere haiz olduğundan dolayı dünyanın bir imtihan yeri ve harmanı olduğunu unutmuştur.
Akl-ı mead yerine akl-ı maaş ön plandadır. Bunu Falih Rıfkı Atay’ın şu cümlelerinden anlıyoruz: ”Makedonya’da iyi yaşayan dünya nimetlerini tatmasını bilen Hıristiyanları gören Mustafa Kemal milletin ikiyüzlü softalar elindeki vicdan köleliğinden yanardı. Türkiye Müslüman olmayanlar için cennetin zevkleri, Müslüman olanlar içinse cehennemin zorluklarıyla doluydu...” Bu ifade tam da farkında olmadan kendi hakkında ikame-i huccettir. Hadis tam da bu noktaya parmak basar ve şöyle der: "Cennet zorluklarla cehennem ise kolaylıklarla veya zevklerle döşenmiştir."* Cehennem şehvetlerle cennet ise zorluklarla bezenmiştir. Dolayısıyla nimet külfet dengesine göre dünya ve ahret iki zıt istikamette seyrediyor.
Dünya doyumluk için değil tadımlık içindir. Bu dünya nimetlerinin yasak olduğu anlamına da gelmez. Zuhruf 33’üncü ayette bu konuya temas edilmekte ve Müslümanların aldanma ile küfür seline kapılmalarından korkulduğu için nimetlerin akıtılmadığı aksine damlatıldığı beyan edilmektedir. Ayet şu mealdedir: "Eğer insanlar (kâfirlerin dünyadaki refahına bakarak hırslanmasalar ve bu yüzden küfre rağbet etmeseler ve böylece) tek bir (kâfir) ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz O Rahmân’ı inkâr eden kimselerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerlerinde çıkacakları merdivenler yapardık. Belki de inanmayanlar dünyadan böylece paylarını almış olacaklardı." Demek ki, böyle bir tehlike olmasaydı çatı ve merdivenleri pekala gümüşten olabilirdi. Her insan küçük bir Karun haline gelebilirdi.
Demek ki şu dünya ebedi değil. Bu nedenle Allah ayartma olmasın diye inanmayanlara bile kısmış. Bundan dolayı insan bu dünyada kendini ya garip, kimsesiz yahut yolcu saymalı ve diri iken kendini ölüler mesabesinde görmelidir. Vakıa da böyle değil midir? Ne kadar yaşarsan yaşa bir gün öleceksin. Pozitivistler buna karşı çıktılar ama sonuçta dünyayı tükenen bir cennet ve yaşanılamaz bir mekan haline getirdiler.
Evveli Şam ahiri Şam demişlerdir. Belki de birbirinden beslenen iki rejim Şam’da sırt sırta son nefeslerini vereceklerdir. İsa ve Mehdi’nin Mescid-i Aksa’da buluşmasının anlamlarından birisi bu olsa gerek.
***
حديث (حفت الجنة بالمكاره وحفت النار بالشهوات)
Müttefekun aleyh