Günümüzde büyük bir zihin karışıklığı sözkonusu. Diyanetten siyasete, ticaretten içtimai hayata kadar hayatın her alanında ciddi bir daralma, kırılma ve kirlenme yaşanıyor. Her geçen gün biraz daha dünyalaşıyoruz. Ahiret adına ortaya çıkanların bile dünyaya “dünyalılar”dan daha çok talip olduğunu görüyor, ürperiyoruz. Tevhit, tekbir, ihlâs gibi İslam’ı hatırlatan kavramların siyasetin, ticaretin, dünyanın, hatta diyanetin aracı haline getirildiğini üzülerek müşahede ediyoruz.
Coğrafyamızda şiddet, çatışma, kan ve gözyaşı her geçen gün artıyor. İnsanı cennete davet eden bir dinin mensubu olarak şiddete ve dünyaya bu kadar meyilli olmamızı açıklamakta zorlanıyoruz. Terör örgütü olduğu iddia edilen “Tevhit-Selam” gibi bir yapıdan bahsedildiği dönemde müminler olarak oturup düşünmeliyiz.
Kanaatimce bu durum insanı, imanı dolayısıyla Rabbimizi hakkıyla idrak edemememizden, en güzel karşılığını Risale’de bulan Esmâ-i Hüsnâ, esmâ ve hüsnâ sistematiğini hayatımıza yansıtamamamızdan kaynaklanıyor.
İnsan kâinatın cüz’üdür. Onda ne varsa ya aynıyla ya da misliyle insanda da vardır. İnsan dünyaya aziz bir misafir olarak kendini ve Rabbini tanımak ve tanıttırmak üzere gönderilmiştir. Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma gibi fizik (şehadet) âlemi algılayacak duyularla, akıl, kalp, ruh, nefs, gönül gibi metafizik (gayb, ruhlar, misal... ) âlemi algılayacak latifelerle donatılmıştır. Azalarını İbrahimvari kullanarak imana gelebilir, tevhide erebilir.
İnsan iman ile insandır. İman ile kâinata sultandır. Peygamberimiz iman ile âleme imam olmuştur. Hakiki iman maddi ve manevi azaların fıtratlarına uygun şekilde istihdamı ile mümkündür. Rabbimiz olan Sani-i Hakim her şeyi hikmetli, ahenkli ve sanatlı yaratmıştır. Âlemde Esmâ-i Hüsnâ’sını tecelli ettirmiştir. Her esmâsı (ismi) hüsnâdır, güzeldir. Bilmek istemiştir. Zatını, eserleri, fiilleri, isimleri, sıfatları, şe’nleri, işleri, cilveleri, tezahürleri ile bize bildirmek istemiştir. Bunun için kâinatı ve insanı yaratmıştır.
Esmâ-i Hüsnâ: Esmâ ve hüsnâ
Kâinat mevcudat, mevcudat vücut âlemidir. Mahlûkat ve masnuat ile örülmüştür. Mahlûkat halk olunmuş, yaratılmış demektir. Masnuat sanatkârâne yapılan şeyler demektir. Mevcudat bina gibidir. Mahlûkat kaba, masnuat ise ince işçiliktir. Uzaktan bakıldığında ilk önce mahlûkat görünür. Yaklaştıkça masnuat ön plana çıkar. İnsan hakiki imanı elde ederse mahlûkatı ve masnuatı yani esmâ ve hüsnâyı birlikte okuyabilir. Hikmet ve ahenk dolu bir hayat yaşayabilir.
Rabbimizin celali ve cemali isimleri vardır. Esmâ-i Hüsnâ’nın esmâ tarafı celaline, hüsnâ tarafı cemaline bakar. Âlim esmâya celal, sanatkâr hüsnâya cemal hesabına bakar. Sanat ilmi-i cemaldir. Sanatkârda Cemal ismi tecelli eder.
Esmâ tarafında her şey daha berrak iken, hüsnâ tarafı binlerce perdeyle örtülüdür. İnsan azıcık aklını kullansa tevhide ulaşır. Fakat hüsnâ tarafı bütün latifelerin devreye girmesiyle ancak anlaşılabilir. Âlim de olsa sadece esmâyı görenin imanı taklididir. Esmâ ve hüsnâya birlikte nazar eden tahkiki imana ulaşır.
Rabbimizin celalinde musibet, cemalinde nimet vardır. Celaliyle ağlatır, cemaliyle güldürür. Kâinat milyarca yıldır bu minval üzre deveran etmektedir. “Nimet de, musibet de Rabbimden” diyen kişi celal ile cemal arasındaki dengeyi bulmuş, kemale ermiştir.
Esmâyı görüp, hüsnâyı göremeyen; hüsnâyı görüp esmâyı göremeyen zamanla körleşir, sağırlaşır, duyarsızlaşır. Varlıktaki tevhit mührünü görüp, Sani’i ıskalayan; Sani’i görüp, Halik’ı ıskalayan hakiki imanı elde edemez.
Mümin celali ve cemali isimleri birlikte görerek kemale erer. Gökyüzüne baktığında Celal’i, yıldızlarda Cemal’i görür. İkisine birden bakabildiğinde Celal’in içinde Cemal’i, Cemal’in içinde Celal’i görür.
İnsan hakiki imanı elde ederse kâinatta cari ilahi kanunlara uygun yaşayabilir. Varlıkla çatışmaz. Negatif hislere kapılmaz. Zira milyarlarca yıldır kâinatı hikmet, ahenk ve sanatla idare eden Rabbimiz elbette hiçbir şeyi başıboş bırakmamıştır.
Sanatsız din kör, dinsiz sanat sağırdır
İnsan latifelerini inkişaf ettirebilirse insanlığı da, imanı da kemale erer. Daima huzurlu, daima Huzur’da, Rabbinin yanındadır. Her harfi Rabbinden bir mektup gibi okur. Her anı cennetten bir zaman gibi yaşar.
Günümüz insanı “incelikten” hikmet ve ahenk üzere bir yaşamaktan, Cemali isimlerle hayata bakmaktan yoksun. Kendine güç atfediyor. Acz ve fakrının farkında değil. Şefkat ve merhametten nasibini almamış. Hırsla dünyaya saldırıyor. Anlık yaşıyor. Derinlemesine düşünemiyor. Dünya aşkını hayatın merkezine koymuş savrulup duruyor. Böyle bir çağda insan ancak acz, fakr, şefkat ve tefekkür yolunu takip ederek kemale erebilir.
Günümüz insanı Sani, Bari, Cemal, Cemil, Bedi gibi Cemali isimler üzre yaşamaktan uzak. Hızlı yaşadığı, rakip ve alternatif psikolojine teslim olduğu için cemal tecellisi olan ihlâs, iktisat ve uhuvvet prensiplerini ıskalıyor. Rabbine çağıran Kur’an, Hz. Muhammed (sav. ), kâinat ve vicdanına karşı sağırlaşmış, yabancılaşmış. Rabbiyle bağlarını koparmış. Hâlbuki iman, insanı Sani-i Zülcelaline nisbet eder. İman bir intisabdır (bağlanma). İman kalbe girdiği zaman mü’min “Sani-i Zülcelal’in masnu’uyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım” diyerek ayinedarlığını ve mensubiyetini ilan eder, intisabını gösterir. Aynı hali bütün varlıklar için hisseder.
Mahlûkat her şeyi hikmetle halk eden Hâkim isminin tecellilerine mazhardır ki ucu marifetullaha çıkar. Masnuat her şeyi sanatla yaratan Sani isminin tecellilerine mazhardır ki ucu muhabbetullaha çıkar. Mahlûkatın yüzünde esmâ ve marifet, masnuatın yüzünde hüsnâ ve sanat görünür. Yirminci Mektup insan ile Rabbi arasındaki marifetullah (tevhid) ve muhabbetullah (sanat) odaklı nisbetin, intisabın ve münasebetin sürecini anlatır. Evet, yaratılışın en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billâhtır. İnsaniyetin en yüce mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insanların en parlak saadeti ve en tatlı nimeti marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Beşer ruhu için en halis neşe ve insanlık için en safî sevinç, muhabbetullah içindeki ruhani lezzettir. Bütün hakikî saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve safî lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır; onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, nura, esrara, ya potansiyel olarak veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şikâyete, eleme ve şüpheye manen ve maddeten müptelâ olur.
Günümüz insanı iman-ı billâh (Allah’a iman), marifetullah (Allah’ı tanımak), muhabbetullah (Allah’ı sevmek) ve lezzet-i ruhaniye (ruhani lezzet) basamaklarını aşarak ubudiyet (kulluk) yoluyla mahbubiyete (sevgili) yükselebilir. Bu da ancak esmâ ve hüsnâ dengesini kurmakla, dünyaya âlimane, arifane ve saniyane bakmakla mümkündür.
Hazırane ve gaibane şeklinde iki türlü ibadet vardır. Hazırane ibadet namaz, oruç gibi fiillerdir. Gaibane ibadet tefekkür ve teellümdür. Esmâ’daki hüsnâyı görmek olan gaibane sanatçı bakışı imanın ve tevhidin varlığının ölçüsü olan hazırane ibadetin temelidir.
Şu âlem iki daire ve iki levhadan ibarettir. Biri, gayet muhteşem, muntazam bir Rububiyet dairesi ve gayet sanatlı, kıymetli taşlarla süslenmiş bir sanat levhası. Diğeri, gayet nurlu, çiçekli bir ubudiyet (kulluk) dairesi ve gayet geniş, câmi (içeren) bir tefekkür ve istihsan (güzel bulma) ve teşekkür ve iman levhası. İnsandan beklenen Rububiyet dairesinde tecelli eden sanat levhasına gayet vâsi, câmi bir tefekkür, istihsan, teşekkür ve iman ile muhatap olup ubudiyet ayağı ile habibiyet makamına yükselmektir. Ne var ki günümüz insanı ubudiyet dairesini terk ederek Rububiyet dava etmekte, sanat levhalarını paramparça etmektedir.
İman hüsn-ü münezzeh ve mücerrettir. İmanın kemaline eren sanatın da kemaline erer. Sanat ancak güçlü bir iman ile esere dönüşür. Geçmişte Mevlana, Mimar Sinan, Şeyh Galip gibi şiirden müziğe, minyatürden mimariye o kadar çok sanatçı çıkmıştır ki… Günümüzde imanın eli zayıfladı. Şimdilerde Bediüzzaman ve Sezai Karakoç dışında kaç tane evrensel boyutta değer gösterebiliriz ki.
Geçmişte tasavvuf, kelâm, felsefe ve Kur’ân insanı marifetullaha (Allah'ı tanımaya) götürebiliyordu. Marifet-i Sani (her şeyi sanatla yaratan Allah’ın marifeti) denilen kemalat arşına uzanan miraçlar vardı. Bunlar temizleme ve kalbe manaların doğmasına müesses olan muhakkikin-i sufiyenin yolu; imkan ve hudusa (yeniden meydana gelme) dayanan kelamcıların yolu, şüphelere bulanmış filozof ve hakimler mesleği ile mirac-ı Kur’âni idi. Nursi, Kur’ânî yolunu tercih etmişti. Bu yol Esmâ-i Hüsnâ denilen Marifet Sanatı (marifet ve sanat) yolu idi. Günümüz insanı yolunu şaşırmış, rotasını kaybetmiş. Gemiler karaya vurmuş. Kan ve gözyaşı denizi büyüdükçe büyüyor.
Salt tevhid dışa dönüktür. Dünyayı değiştirmeyi önceler. Sanat içe dönüktür. Sanatçı “dünyasını” dönüştürmeye çalışır. Marifet-i Sani’e ulaşan gönül Kâbeleri inşa eder. Kâbe’yi inşa etme derdine düşen gönül Kâbe’lerini yıkmaktan korkar. Günümüzde çiçeği Allah yarattığı diye öve öve bitiremeyen birinin bir müminin beğenmediği davranışından dolayı “Allah yarattı” demeyip sövmesini, dövmesini, tevhid ve sanatı idrak, Sani-i Hakim’e intikal edememesinden kaynaklanmaktadır.
Şimdi bize düşen
Kâinatı ve insanı Esmâ-i Hüsnâ vasıtasıyla keşfederek “Hüsnâ” kul olmaktır.
Küllü bir şuur ile Sani-i Hakim’e en yakın, onu en çok seven ve sevilen muhatabı olup Habibiyet makamına yükselmek, yakmadan, yıkmadan gönül Kabeleri inşa etmektir.
Cemali ve Cemali isimlere kemal derecesinde ayna olup, “hüsn-ü mücerred ve münezzeh” makamına ermektir.
Cemal’in tecellilerini, imanın, hakikatin, şefkatin ve adaletin güzelliğini, nurun, çiçeğin, merhametin ve hikmetin hüsnünü, ruhun ve suretin cemâlini görmek ve göstermektir. Cemale karşı muhabbeti, kemale karşı perestişi, ihsana karşı sevgimizi göstermektir.
Kâinatı güzel hallerle süsleyen Rabbimize müşahit, mütenezzih, mütehayyir, mütefekkir kâinat yolcuları olmaktır.
Malikü’l Mülkün harika, antika, mucize manzaralarına seyirci, müşahit, âşık, müştak, arif dellal olmaktır.
Hikmetle halk edilen âlemlere müdakkik bir kalp, ince ve dakik sanatlarla halkedilen kâinata şairane bir nazarla bakmaktır.
San’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmektir.
Bediüzzaman gibi zerrede kâinatı görerek, âdemin (insan) ölümü âlemin ölümüdür, diyerek tevhit ile sanatı, esmâ ile hüsnâyı birlikte okuyarak huzur-u dâimî kazanmak, “ahsen-i takvim” sırrına erişip, muhatap makamından habib makamına yükselmektir.
Bütün bunları yaparsak belki yeryüzünde akan kana engel olamayız ama ihtimal ki sürekli kan kaybeden iman, ihlâs ve hüsnün künhüne erip esmâ ve hüsnâ ile dünyadan göçüp gidebiliriz. Değmez mi?