İnsan, tarih boyunca kendi öyküsünü yani insanlığın öyküsünü sanatla yazmaya çalıştı. Bu, insan için hem bir ihtiyaçtı, hem de bir araç. İlk çağlardan, günümüze değin süren bu yolculukta; bazen mağara duvarlarına resimlenen av figürleri olmuştur konusu (prehistorik dönemden kalma Lascaux mağara resimleri gibi), bazen de kutsalını yüceltmeye çalışırken inancını görüntüye, taşa hapsettiği antik heykeller. Yaşadığı, hissettiği, tanık olduğu, hayal ettiği her şeyi çağlar boyunca belki de en rahat sanatla ifade edebilmiştir insanoğlu.
Sanatı kompozisyon, sanatçıyı ise kompozitör olarak düşünürüm. Bir bestekarın, bir ressamın, mimarın ya da edebiyatçının kompozisyonları; her şeyden önce içinde var olduğu dünyanın izlerini yani kendi özünü taşıyarak “eser” olur, bazen de çağının önünde gider ve yeni kapılar açarak “şaheser” olarak kalır zamanlara.
Dağdan çıkan bir su gibi düşünelim sanatı. Nasıl ki, o dağın kimyasındaki elementlerden hangisi yoğunsa, dağın çıkardığı kaynakta da elbette o özler yoğun olacaktır. Kaynağın akıp giden suları, doğduğu, geldiği yeri taşıyacaktır kendinde. Bu yolculuk boyunca devam edecektir çoğalımı ya da azalımı. Geçtiği farklı yerlerin, farklılığını da katarak ahengine, armonisine…
Bir medeniyetten söz edeceksek, o medeniyetin sanatından da söz etmek zorundayız. Medeniyeti oluşturan yapının; düşüncelerin, algıların, tepkilerin sonucudur sanat. Özeti, hülasası, görüntüsü, yani kısaca imzasıdır. Sanat belki de en kestirme yoldur kıyaslamalarımızda. Onun üzerinden okumaya çalışırız, medeniyetler değerlerini.
“Sanat, medeniyetlerin imzasıdır” Çünkü onunla taşınır bir medeniyet, diğer medeniyetlere. Zamanlar, sanat mirasıyla aktarılır zamanlara.
Tıpkı Kurtuba’nın kendine has şekillerinden etkilenen ve bunu batı sanatına aktaran batılı sanatçıların olması ve hatta Rönesans’ın ayak seslerinin yine ilk Kurtuba’da duyulmaya başlanması gibi…
Elbette her zaman büyük ve soylu olmadı insanın sanatla yolculuğu. Kimi zaman atıldı, kimi zaman satıldı. Kimi akımlar aktı gitti, kimi rakımlar göğe çıkarmaya kalktı onu. Bazen dışa vuruldu, bazen gerçekten uzağa. İnsanoğlu gün oldu tapındı ona, gün oldu sakındı ondan.
Zamanlar, modern zamanlar ve nihayet post modern zamanlara gelindi…
Günümüzde sanatın ölümü konuşulmaya başlandı artık; acaba sanatın sonu mu geldi? (İnsanın varlığı ve her şeyi sanatlı yaratan Yaratıcısına olan yolculuğu devam ettiği sürece, sanatın ölümü söz konusu bile olamaz) yoksa sanat kendini tekrar etmeye mi başladı? kimi sanat dalları öldü ama kimileri de yeni mi doğmaya başladı? Sanat öldü, yaşasın teknoloji!
Tüm bu yeni başlıklar içinde beni en çok düşündüren ve ilgilendiren Muhafazakar Sanat! Çok katmanlı bu konuyu, kısaca yazacağım. Özellikle batıdan ve taklitçilerinin baktığı yerden bakmaya çalışarak.
Sanat doğası gereği özgürdür, baskılanamaz bu yüzden muhafazakar olan, sanat olamaz deniliyor. Elbette bu bir yerde işin kolayına kaçmak ve ayrımcılığı belirginleştirmek adına en kestirme yol ve muhafazakar olanların bile kabul etmekten kaçındığı bir yafta.
Ne tuhaf! Oysa muhafazakar olan insandır, yani sanatçı, yani kendinde var olanı algı ve imgelem genişliği ve alın teriyle ortaya “sanat” diye koyandır. Bu, genelde insana, özelde ise imanlı insana ket vurmaya çalışan, sabun köpüğü ciddiyetinde bir düşüncedir bana kalırsa.
Bu konuda sanatın sermaye formları ile olan kaçınılmaz ilişkisi de etken. Hele günümüzde sanatın pek çok alanının, ciddi bir sermayeye dönüşmesi ( ki bunda teknoloji/sanat birlikteliğinin payı çok büyük! Çünkü sanat, çağın getirilerinden en büyüğü olan bu teknoloji yağmurlarından, ıslanmadan kuru çıkmayı başaramazdı ) ve Cumhuriyetle birlikte palazlanan sermayedarların, değişen şartlarla yer değiştirmesi ve büyük oyunun içine yeni rollerin katılması, peşinden muhafazakar sanat yaftasını da getirdi.
Sanatın kutsalla ve kutsalın koyduğu çizgilerle sınırlanamayacağını söyleyen ve bu anlamda İslam medeniyetlerine dudak büken batıya ve onun taklitçileri sözüm ona sanatçılarımıza, batı sanat tarihine bir dönüp bakmalarını tavsiye ederim. Sanat miraslarının en değerlisi diye kabul ettikleri batı Rönesans eserlerinin, aslında nasıl da Katolik muhafazakarlığını yansıtmaya çalıştığını, üstelik de bunu bizdeki İslam hoşgörüsünün aksine; kilisenin, en değerli sanatçılarını nasıl baskı ve silah zoruyla çalıştırarak ( Papa II. Julius bile) yaptığını göreceklerdir. Elbette Rönesans sanata imkan vermiştir ama ancak kilisenin istediği sanata. Tıpkı Caravaggio örneğinde olduğu gibi… Ve Haliç’e köprü yapmak için Osmanlı Sultanıyla protokolde anlaşan mimarın, yola çıkmak üzereyken yine Papa’nın askerleri tarafından silah zoruyla engellenip, yaka paça kiliseye hapsedilmesi gibi…
Günümüzde tıkanan, kargaşaya düşen sanatın öz değerlerinin ( yani estetiğin, İlahi mükemmelliğin gölgesi olduğu ), muhafaza edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim, görsel, işitsel ve yazınsal her alanda.
Batının, bu kadarını bile muhafaza edemediği için ne kadar yozlaştığı ve bu anlamda bir açmazda olduğu ortada. Günümüzde pek matah şeyler yaptıkları söylenemez. Belki son zamanlarda İngiltere’de birkaç cılız uyanış, o kadar! Sanat adına bunca yolu yürüyüp, yine sanat adına bunca yanlışa imza atmışken ve bizim almamız gereken dersler, yorulmamıza gerek kalmadan bize sunulmuşken, bizde ne yazık ki tam tersi bir durum söz konusu! Değerler bizde ama maalesef bizler yok’uz. Üretmiyoruz!
Ya sadece müzelere hapsettik sanatı, ya da korktuk fütursuzluğundan, bu yüzden uzak durduk. Temizlemeye, tozunu, lekesini silmeye değil, sadece kirlenmemeye çalıştık.
Bu yüzden sanat bazılarımız için günlük, hoyrat tabiriyle “Manat” oldu. Bırak bu sanat manat işlerini! nasihatları verdik, ben anlamam sanattan manattan! restleri çektik, sanat manat bize göre değil! sınırları çizdik.
Eh çok da haksız değildik doğrusu. Gözümüzün önünde sanat adına yapılan manatlar, bizi itti, ürkekleştirdi. Ama oturup düşünmedik. Yazının başında da bahsettiğim, dağın kimyasını alan su gibi olamadık. Atamız İbrahim’ den mineraller taşıyan bir kaynak olamadık mesela. O İbrahim ki, kader ironisiyle bir heykeltıraşın oğludur, putlar yapan babanın, putları kıran evladıdır. Kırılan putların yerine konulması gereken, hakikat estetiğini öğrenmeliydik ama boş bıraktık o yerleri.
Ve geç bile kaldık, yine o kaynaktaki elementler olan, düşünürleri, sanatçıları, koca İslam medeniyetlerinin özünü örnek almakta. Ve hatta suyumuza farklı mineraller katacak olan batı sanatının, sebat ve sabır öyküsünü. Onları katmadık, uzak tuttuk kendi sularımızdan. Oysa alınacak ne çok ders vardı, başarı, emek, gayret adına.
Hiç olmazsa muhafazakar olmayan! sanatçılarımız alabilseydi bu dersleri batıdan. Maalesef sınıfta kaldılar. Sanatın en büyük yoldaşının sabır olduğunu öğrenebildiler mi? Birkaç yıllık akademik eğitim, yetti de arttı bile sanatçı olmalarına. Bir ilhamla eserler verildi çoğu kez. Ne tuhaftır ki, o meşhur ve her şeyi anında yaptıran “ilham” büyük ustalara pek uğramamıştı anlaşılan! Uğramış olsaydı Leonardo, La Giaconda’yı 4 yılda tamamlamazdı herhalde ya da Michelangelo, La Capella di Sistina’yı 5 yılda? Van Gogh, şöhreti seçmeyi değil, “özgün” sanatını yapabilmenin uğruna, çorba parasını çizim kalemlerine vererek aç kalmazdı çoğu kez. Ve Caravaggio! zavallı Caravaggio! Tüm sanat malzemeleri, ondan habersiz hareket eden bir gemiyle uzaklaştığında, kızgın güneşin altındaki sahilde, saatlerce çaresizlikle koşan ve hastalanıp o sahilde ölen fakir artist… Sanat tarihinden onlarca örnek verebilirim böyle. İşine saygı duyarak, sanatına çalışkanlığını adamış sebatkar emekçilerdir bu sayacaklarım. En zengininden, en fakirine tüm büyük ustaların vazgeçilmez yoldaşıdır sabır ve emek…
“İnsanlar ne kadar çok çalıştığımı görselerdi, sanatıma bu denli hayran olmazlardı” diyor Michelangelo… Sanat tarihçileri, ortaçağ sonrası pek çok sanatçıyı bulup çıkarana kadar, 20.yüzyıla kadar yani, tüm zamanların “Ustaların Ustası” olarak kabul edildi Michelangelo.
5 yaşında, Medici’ler sarayına “sanatçı olarak” girmiş, 20 yaşında “usta” olarak kaydedilmiş, ömrünü sanata ve arayışlarına vermiş bu usta, 80 küsur yaşında ölmeden birkaç gün öncesine kadar heykel yontuyormuş… Emekle geçmiş koca bir ömür… Picasso günde 16 saat çalışırmış. O ünlü “Guernica” tablosundaki boğa başını yapabilmek için, yalnızca bir boğa başı için bine yakın eskiz çalışmış. Sanat tarihinde hangi şaheserin önünde dursanız, görürsünüz ki o eserin arkasında, sanatçısının alın terleri, kaygıları, dehası ve zamanının öyküsü vardır…
Sanat, izleyicisinden yüz görümlülüğü ister haklı olarak. Saygı! Biz bu hususta da sınıfta kaldık maalesef! Camilerimiz, sökülüp çalınan boş çini ya da değerli taş çukurlarıyla dolu. Üzerine resim yapılan ya da karalanan eserler her yerde karşımıza çıkar… Çünkü çok sanatçı tanımadık biz. Sanatın nasıl bir emekle çıktığını ve korunması gerektiğini bilen bir kültür değiliz… Bir ressamımızın umudu boşa mı çıktı acaba? “Çorbasına daldırdığı tahta kaşığın sapını boyayan, eşeğinin semerini nakışlayan, halılarına desenlerden öyküler dokuyan bir milletiz. Sanat bizim mayamızda.”
Sanat mayamızda mı bilmem ama şimdi çok farklı yerlerde olduğu muhakkak! Müzelerde ve kolleksiyonerlerde… Sanat artık günümüzde bir endüstri, sanayi ve ticaret olmuştur neredeyse. Sermayenin hamiliğindedir, sermayenin kaçınılmaz kurallarıyla. Yani paranın yakınında uyuyor! Ya da manatçılarda…
Ve bir de Risale-i Nur talebelerinin uyanmamış yeteneklerinde.
Neden mi?
“Sanat Yaratıcının emanetidir insana.” İnsandaki emanetlerinden biridir. Çünkü Allah’ın kendi sanatını gösterdiği, anlattığı ve muhatap kıldığı varlıktır insan. İdrak edebilme, düşünebilme yetisiyle ödüllendirilmiştir. Her güzel kendini göstermek ister ya, bu yüzden İlahi Sanatı ve Sanatkarı, O’nun sanatlarında görebilen, O’nun sanatlarıyla bulabilen bir şerefli mahluktur insan.
Ve aynı zamanda O’nun esmalarının tecellisiyle, bu kez insanın, O’na ulaşma, O’nu arayış yolculuğu, yaratılanın kendini anlatma ve gösterme çabasının ismidir sanat.
Daha girift ızdırapları olan bu çağın insanına, dünyasına sanatın söyleyecek sözü var mı? Peki! bu ızdırapları sanatıyla aktaracak sanatçılar? Her şeye rağmen, o şirin ve sevimli yüzünü gösterebileceği temiz topraklar var mı? Ve o topraklardan ses verir mi?
Evet var! O ses, Risalelerden seslenmektedir ve o temiz topraklar Risalelerle gösterilmektedir.
Benim muhafazakar anlayışla yapılan sanata inanmamın en büyük sebeplerinden biridir bu. İnsan vicdanıyla, inancıyla aydınlanır, aydınlatır. Ruhu, benliği aydınlanan bir sanatçı da elbette bunu sanatında yoğuracaktır…
Kendi sanatımız için bir “disiplin”e ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yeni bir sanat disiplini… Batı’nın küfrünü değil, sebatını, alın terini örnek alacağımız, kendi öz değerlerimize, doğuya, İslam Medeniyetlerine döneceğimiz bir disiplin, ancak ve ancak Risale-i Nur eğitimi ve edebiyle mümkündür. Mehmet Akif’in o çok sevdiğim sözü daha iyi anlatır belki; “ Ne ibrettir bilsen, kızarmak bilmeyen çehren. Bırak ilmi evladım, önce bir haya öğren”
Kendi adıma söyleyim; sanat yolculuğumda hiçbir kitaba rastlamadım ki Risale-i Nur gibi neredeyse her konusunda bir Sanii Zülcelal’den bahsetsin. Hiçbir eser görmedim ki adım adım, soluk soluk sizi Allah’ın sanat bahçelerinde gezdirsin. Hiçbir öğretmene rastlamadım ki, size ta en baştan kul olma edebi ve özgürlüğünün sınırlarının/sınırsızlığı içinde, sonsuzluğu, hakikati tattırsın. Kur’an kaynağının, coşkun çağlayanı olup, sizi o berrak sularda köpük köpük aslınıza, ruhunuza, cevherinize taşısın… Kul’un Rabbi ile olan bağını, yine o kendine has sanatsal üslubuyla kursun…
Yüzümüzü sanata dönme vaktidir. Yol haritası Üstattan bize armağan. Çünkü Allah her şeyi ile güzeldir ve güzeli sever… Güzel olan, latif olan, hoş olan yakışır müslümana. Sanat “güzel”i getirmek ister. Kaygısı budur. Bu soylu kaygıyı, yalnızca tabiata, görünene ya da kendi dizginsiz, ruhsuz hayallerine esir olmuş artistler değil; ruhu İlahi kaynaktan beslenen, sonsuzluğun yolcusu soylu arayıcılar taşıyacaktır. Estetik, bir ihtiyaçtır müslümana. Kapıyı açma vaktidir güzelliklere, o kapıdan rastgele şeylerin giremeyeceği Filtre elimizde…
Eskiyle, özüyle bağını koparmayan yeni bir sanat disiplini, biz sanatçıların geldiği son nokta ve mecburiyettir. Varsın ismine Muhafazakar Sanat denilsin, önce sanatçılarımız ve sanat çıksın ortaya, gerisini yorumlayıcılara, işin uzmanlarına bırakalım. Yeni sanata, yeni bir isim bile bulurlar belki! Ama aslolan bizim bulacağımız söylem ve ifadedir, samimiyetimiz, gayretimizdir.
Bilhassa gençlerin, üstünde oturdukları mirasa göz gezdirip, o yapının üstüne yeni tuğlalar koymaları, yeni tuğlalarını “soyut”’ la güzelleştirmeleri ne güzel ve öğretici bir sorumluluk olacaktır. Tertemiz, kirlenmemiş değerlerimiz, hazinelerimiz gün ışığına çıkarılmayı bekliyor.
Bediüzzaman’ın nurlarıyla şekillenen çekirdeklerin, yine o nurlarla şekillenen sanat anlayışı ve sanatçılarıyla çiçekler açıp, meyveler vereceği bir büyük bahar tablosu olacağına ben, tüm kalbimle, umudumla ve dualarımla inanıyorum. Çünkü onlar, çağın muhtaç olduğu o damardan beslenmekte ve her gün okudukları dualarda “S”ANİU KÜLLİ ŞEY” Her Şeyin Sanatkarı’na yönelmekteler.
Evet! Yeni bir söylem, yeni bir disiplin! Nasıl’ını tepkilerimiz, algılarımız belirleyecektir. Bu anlamda, sempozyumlar, toplantılar yapılmalı ve eğitim kurumları açılmalı. Özellikle sanat ve modern sanat alanlarında, Mimari, Müzik, Resim, İslam Sanatları, Geleneksel Sanatlar, Endüstriyel Tasarım, Sinema, Fotoğraf, Tasarım Sanatları, Animasyon v.s dallarında eğitim hatta özel kurslar açılmalı, çoğalmalı. Gençler teşvik edilmeli. Müteşebbislerimiz bu ciddi alanı boş bırakmamalı.
Aksi halde, bir medeniyetten söz etmemiz ve imzamızla o medeniyeti sahiplenmemiz mümkün olabilir mi?
Bizim imzamızın kimyası, sanat olmalı.
Ve sanatımız da, medeniyetimizin imzası…