Üçüncü panelist, Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Sosyolog Doç. Dr. Mahzar Dağlı; toplumun farklılıkları barındırdığını, aile içinde bile farklılıklar olduğunu, aslında bunun bir anlamda kendimizi anlama unsuru olduğunu, bunları kabullenip bir türlü heyecanını yaşayamadığımızı, bu nedenle de toplumu bir arada tutmak için bir tılsım veya bir yeşil dal aranmaya çalıştığımızı belirterek sözlerine başlamıştır.
Asıl sorunun, sakıncalı bir şekilde farklı olanları kendine benzeştirmeye çalışan bizlerde olduğunu, bu nedenle demokrasi ve hoşgörüye çok ihtiyacımız olduğunu, devletin değil, halk olarak bizim birbirimizi hoş görmemiz gerektiğini belirten Dağlı; ulus devleti oluşturmanın temel gerekçelerinin; türdeşlerle yaşama, kalıcı olma, kendini güvende hissetme gibi unsurlar olduğunu, ulus devleti kurulduğu zaman bunun hiç de garipsenmemesi gerektiğini, çünkü 19. yüzyılın başlarında genel talep ve eğiliminin bu yönde olduğunu, ama şimdi dünyanın hiçbir yerinde modern ulus devleti kalmadığını dile getirmiştir.
Uluslar arası kabul görmüş hukuk kurallarının olmayışını en önemli çatışma nedeni olarak gören Dağlı; uluslar arası hukukta tek silah kullanma yetkisinin adaleti sağlamak şartıyla devlete ait olduğunu, bunun dışındaki kullanımların terör olduğunu vurgulamış, Hamidiye Alaylarının dış güçlere karşı, koruculuğun ise; iç güçlere karşı kurulmuş olduğuna dikkatleri çekmiş, vatandaşın bir kısmını sıvazlamanın bir kısmını da mahrum bırakmanın çok tehlikeli bir durum olduğunu ifade etmiştir.
Birlikte yaşamamızın bir zorunluluk olduğunu, dışlaştırıcı, ötekileştirici ve başkalaştırıcı politikalarla bir yere varılamayacağını, farklılıkları ayrıştırmak yerine kaynaştırıcı politikaların uygulanması gerektiğini, dışlayıcılığın hukuk dışılığı ortaya çıkaracağını, hukuku esas almayan her türlü girişimin de terör olacağını ifade eden Mahzar Dağlı; 19 yüzyılın başlarında imanların zayıflamış olduğunu, bunu da en iyi hissedenin Bediüzzaman olduğunu vurgulayarak konuşmasını tamamlamıştır.
Gerçekten yerinde tesbitler. Osmanlının son döneminde medreselerin ıslahı ile doğuda fen ve din ilimlerinin bir arada okutulacağı bir üniversite kurulması için çaba sarf eden Bediüzzaman, Cumhuriyetin ilk yıllarında Rusyadan yayılmaya başlayan dinsizlik fikrini önlemek için bütün mesaisini imanları kurtarma yoluna teksif etmiştir. Sonuç olarak telif ettiği Risale-i Nur külliyatı küfrün belini kırmış ve imansızlık fikrini yok etmiştir.
Bediüzzamanın bu hislerini ve çabalarını kendi ifadelerinden okumak yararlı olacaktır: Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum. ...Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kurânın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 543)
Evet, farklılıkları insanları birbirleriyle tanışma ve bilişme vesilesi kıldığını bir âyetinde Yüce Allah buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de hoşgörünün en mükemmel şeklini bizlere göstermiştir. Zaten farklılıkların bir zenginlik olduğunu bilebilsek, Peygamberimiz gibi hoşgörülü olmaya çalışabilsek, Bediüzzaman gibi bütün insanlara şefkat edebilsek ve yapılan haksızlıklara bir dur diyebilsek bütün mesele hallolacaktır.