Her insanın mazisinde saklı gizli bir masalı vardır. Ve o masalı da en güzel bir şekilde resmeden bir mekanı. Benim de mazi masalımın hemen bütününü dolduran rüya şehir Urfa. Onun da içinde Balıklı Göl civarı ve özellikle Rıdvaniye Camii. Herkes bir şeylere ait hisseder kendini bu his şiddetlendikçe duyumsadığı o şey benliğinin kopmaz bir parçası haline gelir artık. Benim kopmaz bir parçam, benliğimin yarısı, hafızamın birçok nakşı Rıdvaniye Camii. Zahiri kadar batını ile, plastiği kadar mistiği ile, fiziki zamanı kadar psikolojik zamanı ile. Onda en saf şekliyle kendimi bulduğum için candan seviyordum bu camiyi.
Hayatı daima sanal bir pencereden seyrettim. Hiçbir zaman gerçek hayatla tanışmadım, yüzleşmedim. İnsanlar arasında dolaşırken, onlarla aynı şeyleri ve mekanları paylaşırken de hep hayaliydim. Tatlı bir rüyanın, bir hülyanın içindeydim. Sadece yaşıyordum. Köşeme çekilip battaniyemi üzerime çekip yoruluncaya kadar yerimde sızıp kalıncaya kadar okuyordum. Bu şifasız hastalık bende çok eskilere kadar uzanır.
Yaşanılası nadide zamanlardan sadece biri. Rıdvaniye Camiinde tarifi imkansız dini bir vecd hali içinde küf ve rutubet kokan bir hücrede, diz üstü, önümde rahle, kıpırdamadan aralıksız yaklaşık dört-beş saat risale okurdum. Kendimi o kadar kaptırırdım ki mübarek bir gecede camiinin damında şırıl şırıl çiseleyen yağmur altında saatlerce gökyüzüne bakıp yıldızları düşünürdüm. Yağmur damlalarının yüzümün üzerinden kayıp gidişi, gözüme ve hayalime tesadüf eden nice ışık, renk, manzara, tedai… Onların hepsi aşk derecesinde yer etti ve kök saldı benliğimde.
Risaleden bir meseleyi anlamak ya da anladığımı vehmetmek benim için, dünyalara eş büyük bir sevinç kaynağıydı. Bir gece saat üçe kadar 17. sözü okudum, okudum, okudum adeta yuttum. O kadar doldum ki dayanamayıp hücrenin dışına yani Rıdvaniye camiinin bahçesine çıktım. Çok tatlı, rikkatli ve sevimli bir rüzgar esiyordu. Rüzgarın ağaç yapraklarına dokunuşu, onları adeta raksa ve semaya getirişi, o kadar unutulmaz hazin bir tesir bıraktı ki kendimi bu cümbüş ve ahengin içine kaptırmak, yaprak gibi esen rüzgarın asude tesirine bırakmak, bedenimden vazgeçip kelimeleşmek ve bir daha geri gelmemek üzere bu duygunun derinliğinde ölmek istedim. Her şey, bütün nesneler, yapraklar, ağaçlar, dallar, gece, sema, yağmur, bulut, gece ışıkları, sütunlar, revaklar, tonozlar, kubbe, minare, göl, balıklar, kale, avlu hepsi, evet hepsi, ilahi bir nağmeye, bir işarete, bir muştuya bürünmüştü. İlahi bir musiki neşvesi içinde ta sabah ezanına kadar, baktım, düşündüm ve hissettim. Bırakmalı eşyayı güzelliğinin saltanatını içimizde kursunlar diyordum ve başka hiçbir şey düşünmek istemiyordum sadece bu anı bir kadeh gibi içmek istiyordum. Ve o an ruhumun toprağına gömdüğüm ne varsa hepsini itiraf etmek geldi içimden. Bu o kadar yoğun ve cazip bir ruhi heyecan idi ki sonraki zamanlarda çok nadir hissettim. Ancak o gecenin ilahi sessizliği ve ritmi, ağaçların latif hışırtısı ve cezbesi, gecenin ezeli sessizliği ve efsunu o kadar başka, bambaşka idi ki bir daha aynı kıvamda bu duyguyu yaşayamadım. Rıdvaniye, bir daha ayrılmamak üzere yer etti benliğimde, bedenimde, ruhumda, hayalimde.
Ancak bu her şeyin akıp gidişi, gece ve gündüzün birbirini kovalayışı, zamanın tavan aralarındaki tahtayı kemirişi, bir sigara izmariti gibi bizi ezip geçişi, akrep ve yelkovanın o acı istihzası, o özel ve benzersiz anların geçişi, bitişi ve bir daha asla geri gelmeyişi, beni o kadar derinden yaralardı ki tarif edemem. Her şey o özel zamanın içinde akıp gitti, gerisi benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliği sadece.
İkindi zamanı kapalı bir sonbahar havasında Dergah civarında yürüyüş yapmak, Rıdvaniye’de ikindi namazını kılmak ve sonra cennetten bir köşeyi çağrıştıran bahçesinde oturup karşında kale, havada dönüp duran ve esrarlı şekiller, kavisler çizen kuşlara bakmak, uzun uzun düşünmek ve oradan hiç ayrılamamak onun içine girip o güzelim ve munis mimarinin uysal bir parçası haline gelmek… Hep istediğim şeylerdi.
Ama bunların hiçbiri gerçekleşmiyordu, akşam oluyordu, yağmur kesiliyordu ve insanlar kovalayan bir düşmandan kaçar gibi inanılmaz bir hızla evlerine doğru koşuyorlardı. Ve ben çaresiz arkadan onlara bakıyordum hepsinin yüzündeki heyecanı ve telaşı okumaya çalışıyordum. O efsunlu ve esrarengiz havadan insan nasıl kaçardı, kaç defa içimden şunu geçirirdim: bu kaçanlardan bazılarını tutsam ve onlara şöyle desem: Baksana bulut o kadar cazip ki, hava o kadar kederli ki, şu cami o kadar güzel ki, şu kale manzarası o kadar muhteşem ki… Sen niye hiç bakmıyorsun, görmüyorsun, koşar adımlarla nereye doğru gidiyorsunuz, yoksa bu havadan mı kaçıyorsun?
Ah Rıdvaniye’nin o dayanılmaz, o unutulmaz sonbahar günleri! Ah beni Rıdvaniye’nin o günleri mahvetti! İçime o kadar işlediler ki, beni o kadar değiştirdiler ki, bir mısrada, bir satırda, bir simada, bir renkte, bir nakışta onu hatırladıkça kendimden geçer, mest olur, sermest olurum. Keşke şair olsaydım da o geceyi, o özel zamanları, ölümsüz mısralara çevirebilseydim! Klasikler gibi daima ölçülü ve dengeli olmaya ve öyle kalmaya çalışırdım fakat bunun hiçbir zaman beceremedim. Hugo gibi romantizmin okşayan kucağında buldum kendimi. Hep, hercai, siyah-beyaz, tutarsız ve kararsız tıpkı Rıdvaniye’nin siyah beyaz çizilmiş gravürleri gibi…
Uhrevi sükûnetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler, Muradiye’den önce, ‘mimarilerin en ilahisini’, musikilerin en müessirini ve hatıraların en lezizini içinde barındıran Rıdvaniye Camiine gitsinler! Çünkü hayat, yalnız orada her zamankinden farklıdır.