Peygamber Aleyhissalatu vesselam ve ashabının türlü çeşit eziyete maruz kaldığı Mekke’de, müşrikler arasında mutlak bir el ve iş birliği yoktur esasında. Ebu Cehil gibi, Ebu Leheb gibi, Ukbe b. Ebi Muayt gibi, Ümeyye b. Halef gibi müşrikler ellerinden geleni ardlarına koymadıkları tam bir düşmanlıkla İslâm’a karşı cephe alırken, başka bazı müşrik liderlerin yine İslâm’ın karşısında oldukları halde insanlıktan nasipsiz bir gözü dönmüşlüğe de düşmedikleri görülür. Meselâ Utbe b. Ebi Rebia’nın veya Ebu Süfyan b. Harb’in daha serinkanlı bir karşı duruşu vardır. Mut’im b. Adiyy, Taif’ten taşlanarak geri döndüğü bir zamanda, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın Mekke’de himayesi altında olduğunu ilan etme insanlığını gösterebilmiştir. Ebu’l-Bahterî Âs b. Hişam da, müşrikler safında olmakla birlikte, Hz. Peygamber’e ve mü’minlere karşı insaniyetini muhafaza edebilen bir isimdir. Mut’im ve Ebu’l-Bahterî, Züheyr b. Ebi Ümeyye, Hişam b. Amr, Zem’a b. Esved ile birlikte, üçbuçuk yıllık o dehşet verici ambargonun kaldırılmasına sebebiyet veren teşebbüsün öncüleridir.
Sözün kısası, Mekke müşrikleri, şirkte ortaklaşsalar bile, İslâm’a, Peygambere ve mü’minlere karşı yekpare ve yekvücut değillerdir. Şirkleri dolayısıyla hiçbiri ‘beyaz’ olmamakla birlikte, hepsi simsiyah da değildir. Kalbleri tamamen karaya çalmış olanlar kadar, grinin farklı tonlarını taşır halde olanlar vardır.
Bu ton farkıdır ki, onüç yıl boyunca Peygamber aleyhissalâtu vesselam ile ashabının Mekke’de bir nebze nefes alabilmesine imkân sağlamıştır. Ama, bir nebze nefes alabilme imkânı sağlıyor da olsa, ‘gri’ neticede beyazın değil, siyahın bir tonu olduğu için olsa gerek, siyahın en koyusundan bir kalble İslâm’a cephe alanlar gemi azıya aldığında bu ton farkı bir işe yaramamıştır. İşte, bir ambargonun bitmesine vesile olabilmişlerdir, ama üçbuçuk yıl sonra! Aynı şekilde, en sonunda, mü’minleri ve Peygamber aleyhissalâtu vesselamı Mekke’den hicrete zorlayan suikast planlarına da engel olabilmiş değillerdir.
Yine de, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukbe b. Ebi Muayt gibi kuzgunî siyah isimler ile aralarındaki fark, İslâm’ın Mekke’de zuhurunda ve inkişafında büyük hizmetler görmüş bir farktır. Bu simsiyah kalbli isimlere nisbetle, sözkonusu isimler insanî bir damarı yine de muhafaza edebildikleri için Mekke’de mü’minlerin uğradığı mağduriyetlerin en azından bir kısmı sona erdirilebilmiş, bir kısmı ise hiç olmazsa hafifletilebilmiş durumdadır.
Mekke’nin mağdur mü’minleri, akrabası olan Mekke müşriklerinin rağmına akraba olmadıkları halde onları kendilerini ve evlatlarını korur gibi korumaya söz veren Medineli Ensar’ın yardımıyla, Medine’de imanlarının gereğini serbestçe ifa edebildikleri bir zemin bulurlar. Sahabiler için Mekke mağduriyetin, Medine ise hürriyetin adresidir bir bakıma. Onüç yıllık Mekke hayatı boyunca bir kısmı göğsünü gere gere “Ben Müslümanım” diyemeyen, “Ben Müslümanım” diyenlerin ise Hz. Sümeyye misali işkenceli ölümlere, Bilâl b. Rebah ve Habbab b. Eret misali işkencelere ve her hâlükârda hakarete ve dışlanmaya maruz kalan ilk mü’minler, Medine’de âdeta cennette gibidirler. Ne Ammar misali işkenceden kurtulmak için kalbinin inanmadığı şeyleri diliyle söylemek zorundadırlar; ne de Peygamber aleyhissalâtu vesselamı görebilmek için uygun bir vakti gözleyip gizlice Erkam’ın evine gitmeleri gerekmektedir. Bilakis, her gün beş vakit onunla Mescid-i Nebevîde görüşüp beraberce namaz kılma imkânları vardır. Mekke’nin mağdurları, Medine’de izzet ü ikramla karşılanmışlardır. Dahası, Mekke’de gadre ve haksızlığa uğrayanlar, Medine’de kendilerini savunur ve uğradıkları haksızlığın hesabını sorabilir hale gelmişlerdir.
Nitekim, onlara ait mallara haksızca el koyan müşriklerin bu mallar ile ettikleri ticareti yüklenen kervana müdahale etmek üzere yola koyulabilmiş; ama bu kervanın başka bir yoldan Mekke’ye yönelmesi ama müşriklerin karşılarına dokuzyüzelli kişilik bir orduyla çıkması üzerine de, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın müşriklere karşı mü’minlerin başında cihad ettiği ilk savaş olarak Bedir Gazvesi yaşanmıştır.
Bedir savaşı, başka nice öğretici tablonun yanında, Mekke’de mü’minlere karşı daha insanî surette davranan bazı müşriklerin tavırları ve akıbetleri açısından da dikkat çekicidir. Bu savaşta İslâm’a ve Müslümanlara karşı kılıç sallayan ilk isimler, manidardır, Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ukbe gibi isimler değil; bu simsiyah kalblilerin kalblerini İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşak gördükleri Utbe b. Ebi Rebia, Şeybe b. Ebi Rebia ve Utbe’nin oğlu Velid gibi isimlerdir. Yine bu savaş için Bedir’e gelenler arasında, manidardır, Mekke’de bir dizi olayda mü’minlerin mağduriyetinin giderilmesine vesile olmuş Ebu’l-Bahterî Âs b. Hişam gibi isimler de vardır. Nitekim, o da Bedir savaşında ölenler arasındadır.
Bu manidar tablo, başka hikmetlerin yanında, bize bir psikolojik durumu da anlama imkânı verir: Nasıl olmuştur, ne olmuştur da, Mekke’de mü’minlerin mağduriyetinden huzursuz olan ve ya bunun kaldırılması veya hafifletilmesi yolunda çaba gösteren kimi insanlar, Bedir’de Peygamber aleyhissalâtu vesselama ve mü’minlere karşı kılıç savurabilmiş, hatta kılıç savuranların ilki olabilmiştir?
Bu durumu anlamaya çalıştığımızda, şöyle bir halet-i ruhiye bize kendisini ifşa eder: Mekke’de mü’minler mağdurdur, âcizdir, himayeye muhtaç haldedir, uğradığı mağduriyeti kendi elleriyle giderebilir durumda değildir. Böyle bir durumda onlar lehine bir inisiyatif almak, insana taşıdığı insanî kaliteyi gösterebilme imkânı sağlamaktadır. Mağdur Müslümana arka çıkabilmek, insanı hem kendi vicdanı karşısında temize çıkaran, hem başka vicdanlar nezdinde yücelten bir keyfiyettir. İhtimal ki, bu isimler, saf bir vicdanî sevk ve şevk ile değil, bu ‘keyfiyet’in de bir şekilde umulduğu ve hedeflendiği bir sevk ve şevk ile ilgili tutumu sergilemişlerdir. Mekke şartlarında bu sevkle ilgili tutumu sergiledikleri için de, Müslümanın mağdur halde değil, kendini savunur ve hakkını müdafaa eder halde karşılarına çıktığı Bedir’de Müslümanlara karşı kılıç savurabilmişlerdir.
Aynı kişilerin mü’minlerin Mekke’de mağdur iken sergiledikleri tavır ile mü’minler Bedir’de kendilerini savunur halde iken sergiledikleri tavır arasındaki bu farkı sonuç veren ilgili ruh hali, biz bugünün mü’minlerine de yaşadıkları ülkede ve yaşadıkları dünyada karşılaştıkları bazı halleri anlama imkânı tanır. Zira, bugün bu ülkede mağdur iken hakkını savunduğu Müslümanı, o kendi hakkını kendisi savunur hale geldiğinde zalimlere benzemekle suçlayabilen insanlar vardır. Yine, Müslümanlar kendi hakkını savunamaz halde iken onlara sahip çıkan kimi Batılı isimler ve kuruluşlar, onlar kendi haklarını savunabilir hale geldiklerinde, karşı cephede yer alabilmişlerdir. Keza, kendi ayakları üstünde duramayan bir ‘azınlık’ iken Müslümanlara özgürlük alanı açan Avrupa ülkeleri, bu ‘azınlığın’ sayıca çoğalıyor olduğu zehabına kapıldığı andan itibaren başörtüsünden minareye nice İslâmî simgeye yasak koymaya yeltenmekten geri durmamıştır.
Bu vâkıa, Asr-ı Saadet’ten bugüne, bir arızalı ‘insancıl’lığın tahlil edebilme imkânı sunuyor bugünün mü’minlerine. Mağdur iken mü’mine arka çıkanlar, her hal ve şartta mü’minlere düşman olanlar ile elbette bir tutulmamalı; ama bu desteğin de ‘şarta bağlı’ olduğu unutulmamalı. Yönümüz ve yüzümüz, İslâm’a ve mü’minlere ‘şartlara bağlı’ destek verenlere değil, her hal ve şartta haktan yana tavır alabilenlere dönük olmalı.