Gece yarısı köyün bekçisi köyde dolaşıyor ve bağırıyordu:
“Ey ümmeti Muhammed, beni duyun. Çanakkale’de bizi yeryüzünde yurdumuzdan etmeye çalışan Avrupalı saldırganlar, hep birlikte bize saldırıyor, askerimiz az. Bize gelinceye kadar nice civan bu topraklar için öldüler, şehit oldular, bu toprakları bize bıraktılar. Bizim bugün tepe tepe kullandığımız hürriyeti onlar canları, kanları ve vücutları ile bize hediye ettiler. Şimdi bizden sonrakilerin hürriyetini sağlamak bize düştü. Allah indinde yüksek bir rütbedir şehit olmak, ahirette büyük insanlar sınıfındadır şehit olmak. Herkes, eli silah tutan herkes yarın köy meydanında heybeleri ile toplansınlar, sizi savaş meydanına götürecekler.”
Köyde tatlı bir vaveyla koptu, herkes vatan için ölümü biliyordu, çünkü bu vatanı savaşarak vatan yapmıştı. Babaları, dedeleri kahramanlık destanları anlatmıştı, gidip de gelmeyen nice insanlar vardı. Sözlüler, nişanlılar, yeni evliler kundakta çocuğu olan delikanlılar, eşlerine son bakışları ile baktılar, ağlaştılar ama hepsinin ortak noktası vatan için ölmenin zorunluğuydu. Korkaklık ümmet-i Muhammedin mayasında denk düşmez. Korkak ahirette sünepe, itilmiş, adi bir insan suretinde kalkar, herkes ona nefretle bakar. “Sana canını verene karşı verecek bir şeyin yok muydu, behey tenperest.” Sabah namazı sonrası köy meydanına toplandılar, herkes birbirine son defa sarılıyor, ağlıyor ama şikayet etmiyordu.
Üstad, “Milyonlarca başların feda olduğu bir hakikate bin başım olsa feda olsun” diyordu. Bunlar da bu mayanın insanlarıydı. Yavaş yavaş tepeye doğru gittiler, arkalarından eller sallandı, yavrular, çocuklar, kızlar, nineler, dedeler gözleri yaşlı ellerini salladılar, birbirlerine “olsun, vatan sağ olsun” dediler. Yürüdüler arkalarına baktılar sonra tevekkül ve teslimiyetle gittiler, köy meydanındakiler arkalarından bakakaldı, uzun süre baktılar tepeye, sonra evlerine döndüler.
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy
***
Fadime yıllarca tepeye bakarak suya gitti, geldi yaşı elliyi geçmişti. Mehmed’i gelir ümidiyle hep tepelere baktı, sonra bir gün öldü, adı hala “Gelin hanımdı.” O Mehmedinden başkasına başını kaldırmadı. Kabrine koyarken gidip de dönmeyenlerin gelin hanımları ağlaştılar, “şimdi Mehmetine Kavuştun Fadime” dediler.
Bir hakikat uğruna hayatı hakir görmek ne büyük hakikat.
Cahit Kulebi, harb içindeki toplumu anlattı, bir küçük roman gibi.
HARP İÇİNDE
Babalar evlerine mahçup döndü her akşam
Harp içinde.
Anaların sütü kesildi,
Çocuklar ağladı,
Erkekler askere gitti.
Kadınlar bir deri bir kemik.
Harp içinde kızlar sarardı.
Savaşanlardansa
Ancak bir hatıra kaldı.