Çok az insan vardır, dün söylediğini bugün de söyleyip savunabilen. Kanaatimizce bu insanlardan biriside vefatının kırkdokuzuncu yılına girmiş olduğumuz esir kampının en onurlu üyelerinden bir olan Said-i Nursî olmuştur. Çünkü hak ve doğru bildiği düşüncelerinden asla taviz vermemiş, neticesinde ölüm olsa bile her zaman bunları zamanın modasına uygun bir şekilde dile getirip savunabilmiştir. Bu tutarlı ve ahlaki davranışının yanında içine kapanık olmayan, dünya şartlarını iyi okuyabilen, doğruların ve hakikatlerin kimsenin tekelinde olmadığını haykıran, bundan dolayı gerçeği (dini, rengi, ırkı, cinsiyeti, kültürü) kim söylerse söylesin o hakikatı almaya hazır olduğunu içselleştiren ve müspet manadaki değişime açık olduğunu beyan eden cümleleri oldukça anlamlıdır:
Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdaki umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatla davet edilsem neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcaatının modasına göre libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafa, üç yüz sene sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevsi ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orda göstereceğim. Demek hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktır diyerek söylemiş olduğu sözlerinin her zaman arkasında olduğunu ancak zamanın diline uygun kavramlarla hakikati söyleyeceğinin vurgusunu yaptığını görmekteyiz.
Said Nursînin bu sözleri bir iddiadan mı ibaret yoksa tahakkuk etmiş bir gerçek midir? Bu soruya en güzel cevabı onun hareketli hayat serüveni vermektedir.
Kırk dokuz yıl önce bu fani dünyada hayat süren Üstadın başındaki sarığı ve sırtındaki cübbesiyle (Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki) yaşantısı ve maruz kaldığı haksızları şöyle dile getirmiştir:
Seksen küsür senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında veyahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-i harplerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanların da yıllarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan men etmemiş olsaydı, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felaket ve musibetle geçti.
Said Nursi başındaki sarığı ve sırtındaki cübbesiyle (Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki) tüm baskı, işkence ve zehirlenmelere rağmen hak bildiği doğrulardan taviz vermeyerek dar-ı faniden dar-ı bekaya intikal etmiştir. Nursinin baskı ve tehditlere rağmen evrensel ilkeleri içinde barındıran İlah-ı kelamı günümüz şartlarına ve diline göre yapmış olduğu mükemmel tefsirle ismini unutulmayanlar arasında yazdırmayı başarabilmiştir. Nursinin yakaladığı bakış açısı, kullandığı dille evrensel nitelikte olan ilahi kelamın doğru anlaşılmasına hizmet etmiştir. Doğru islamiyeti ve islamiyete layık doğruları bulup bunları yaşama amacından olan Nursi bu amacını gerçekleştirdiği inancındayım. Nursinin bize bırakmış olduğu eser ve bu eserlerdeki bakış açısı vefatının üzerinden kırkdokuz yıl geçmiş olmasına rağmen halen canlılığını korumaktadır. Çünkü evlad-ı beşer halen o bakış açısına ihtiyaç duymaktadır.
Vefatının kırkdokuzuncu yılında erdemli insanı rahmetler anıyorum. Allah (cc) rahmet etsin. Bizlere de o hakikatleri doğru anlamayı ve yaşamayı nasip etsin.