Ülkemizin en önde gelen dini otoritesi kurumu Diyanet’in sayın Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, geçen gün çok acı bir gerçeği dile getirdi. “Toplumun yüzde 59’u Kur’an okumasını bilmiyor” dedi. Bu kadar büyük bir çoğunluğun yüzeyden manayı hesaba katmadan dahi mukaddes kitabını okuyamaması nasıl bir sorundur? Kur’an insanın yeryüzüne gelmesinden önce başlayan öldükten sonra da devam eden insani-ruhani bir seyahatin her safhasını kuşatan ve kucaklayan bir metindir. Seyahate çıkan bir insanın elindeki harita ve prospektüs gibi bir kitaptır. Koltuğunun altından eksik etmeyeceği her an her zaman ona bakacağı bir kitaptır.
Dinler tarihinin Hz. Adem’den itibaren hangi safhalardan geçtiğini, bütün itikadi sapıklıkların ve isabetli dini telakkilerin çeşitlerini dramatik bir şekilde ifade eden, adeta din ve itikad tarihi bir kitaptır. Kur’an delilli, otatik bir kitaptır. Dini ve dinsizliği dramatik ve görsel anlatan, gösteren, teşhir eden canlı bir anlatımdır. Hatta sinema, tiyatro ve romanın atasıdır. Çünkü peygamber fiilleri olayların içinde zıt şahıslar, olumsuz şahıslarla anlatılır. Her peygamberin çevresindekiler ile itikad müzakerelerini ihtiva eder.
Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşa ederken, ne yaptığı, nasıl düşündüğü, geleceğe dönük tasarılarını anlatır. Yine Hz. İbrahim’in yaratılışı anlamak için Allah ile olan diyalogunu anatır. Şinasi “vahdet-ı zatına aklımca şahadet lazım” der. Bu bizde akılcı telakkinin başlangıcı kabul edilir. Halbuki Hz. İbrahim’in diyalogları insanlık tarihinin başı sayılan bir dönemde bu işin varlığını gösterir. Peygamberlerin çaresizliklerini, çıkmazda kaldıkları dönemlerde Allah’ın yardımıyla nasıl kurtulduklarını anlatır.
Bir tarafta nehir öbür tarafta firavunun askerleri, ortada Hz. Musa ve ümmeti. Ümmeti, “Ya Musa iki yönden düşman ile kuşatılmışız“ der paniğe kapılırlar. Hz. Musa, “Rabbim beni hiç mahcub etmedi” der. “Ya Musa asanı denize vur” Emri celili ile karşılaşır. Vurunca deniz açılır. Nagah açılır bir perde, ümmeti süzülür gider. Allah onu mahcub etmemiştir. Bütün bunları bu ümmet bilmeli, çünkü bu davranışlar prototip tutumlardır, insanlar her an bunlara muhtaçtır. Allah nebileri vasıtasıyla çareler ve reçeteler sunar. Yüzünden Kur’an’ı okuyamayan bir ümmet nasıl peygamberleri bir kahraman gibi izlesin.
Sayın Başkan bu işin çözümü gerekir, derdi söylemek yetmez. Oturup düşünüp nasıl bu ümmeti kitabı ile orta okul, lise, üniversite daha ilerisi insanların nasıl kitapları ile haşir neşir olmaları lazım bunu ciddi düşünmeliyiz. Ağlamalıyız.
Bediüzzaman, 50-60 yıl sabahlara kadar başı secdede, ceberrut devirlerinde ağlamış, öyle ki etrafındaki evler bile bu hıçkırıkları duymuşlar. Bütün sorun “Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem” isteğidir. Dili paratoner gibi rahmet bulutlarını çeker. O zamanın çöl iklimine, eserlerine Allah o duanın tesiri ile öyle bir hız verir ki Barla’daki gariban sürgün eserlerini bugün bütün dünyaya okutturur.
Sayın Başkan ağlamadan olmaz, hastanın derdini tesbit ile bu iş bitmez. Bu işin sorumlusu siz ve etrafınızdaki insanlardır. Camiler beş-on kişi ile namaz kılınıp evlerine işlerine gitme yeri ve anı değildir. Binlerce hafız, imam hatipler, hocalar, alimler var. Hafız üretilir, çoğu döküntü bir hayat ile yaşar gider. Ya marangoz olur, ya da bir yerde işçi. Ümmetin en asili olan kafalar topluma bir şeyler verecek şekilde istihdam edilmez. Bir adamın oğlu hafız olmuş Isparta’da. Oğlan motoru ile şehri dolaşır durur. Babası “keşke oğlum hafız olmasaydın, bu sorumsuz hayat bir hafıza yakışmaz“ demiş.
Anlatım sanatında konuşmalar kişiyi, açan izah eden söylemlerdir. Kur’an peygamberleri ile konuşan, peygamberlerin de Allah ile konuşmalarını ihtiva eder. ”Ya Muhammed üzülme senden önceki peygamberlere de sihirbaz, yalancı dediler, kendini helak etme.” Bu konuşmalar çok. Bunları Ümmet-i Muhammed bilmeli.
Bediüzzaman’ın Münacat-ül Kur’an isimli duası, bu konuşmalara göre düzenlenmiş dualar demetidir. Kur’an adeta duaya dönüştürülmüş bir metindir. Peygamber duaları özel bir yere sahiptir. Mukaddes kitabımızda onları bilip yeri gelince benzer tutumlarda okuyan, onların mukaddes çerçevesiyle isteyen ümmet Ku’ran’ı bilmezse ne yapsın.
Kur’an kainatı, olayları izah eder. Bir itikad, okuma ve bakma klavuzudur. İnsana bakmayı öğretir. Sanatın da en büyük hedefi budur: bakmak ve görmek. Allah, “fenzur” yani “bak” der. Sanat da aynı şeyi yapar. Mauppasan’a bir kalem ve kağıt verir Flober. “Git ağaçlara bak onların resmini yap, yaprakların geometrisine bak sonra yaz ve gel” der. Gariplik Kur’an’ı raflara hapsetmektir. Umberto Eco klişeyi, İncil’i bir romanında “Gülün adı” diye anlatır. Ne kadar harika bir romandır, zannedersem Nobel almış. Bizim mukaddes kitabımızın bir romanı var mıdır bilmem.
Kur’an’ın çok yönlü, her insana öğretimini ele alan bir “Kur’an öğretim konseyi” olmalı. Bunun her tabakadan üyeleri olmalı oturup birşeyler yapmalılar. Bu millet Kur’an cehaleti ile Rabbi ile yüz yüze kalırsa öbür tarafta cennette kevser suyu ile yıkanalım. Ayıp vallahi ayıp!
Ben her gün Kur’an’ı anlamaya çalışarak okuyorum. Karda, kışta, kıyamette. Ağlıyorum, sızlıyorum, ama ne çare!
Hayatımızda hayvanlar hayvandır. Kuran’da hayvanlar fonksiyoneldir. Hüdhüd uzun zamandır görünmeyince Hz. Süleyman onu çağırır ve nedenini sorar. O kuş Kur’an’ın itikad tarihine sayfalar ilave eder. Yusuf’un kuyuya atılması sonrası kuşlar uçuşur çukurun üzerinde, oradan geçen bir kervan bunu anlamak ister. Birisi kuyuya iner ve orada Yusuf ile karşılaşır, onu yukarı çıkarır. Kervandakiler “bir çocuk“ diye hayret ederler. Kuşlar bir telefon gibi iş görmüşlerdir. Bir deve, bir inek mukaddes kitabımızda tevhid tarihinin özel canlılarıdır, tıpkı hayatımızdaki gibi. Bunları bilmeli Ümmet-i Muhammed.
“Toplumun yüzde 59’u Kur’an okumasını bilmiyor” sözüne o kadar kırıldım ki bu yazıyı bir kitap yapacak kadar uzatabilirim. Gelin vakit geçirmeden Kur’an ile bu milleti buluşturalım.
Elde Kur’an gibi bir mucize-i Baki varken
Başka bürhan aramak aklıma zaid görünür
Elde Kur’an gibi bir bürhan-ı hakikat varken
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?